Başlığa bakıp Steinbeck üstüne yazacağım sanmayın. Bizim memlekette "Doğu/Batı" kavgasından söz ediyorum. "Ayasofya müzesi", derken "Ayasofya Camii", ama Tayyip Erdoğan'ın yarattığı dört bir yanında seferberlik olan Türkiye'de aslında "Ayasofya Cephesi" olan yerde bir hoca daha çıkıp Atatürk'e sövdü. Ondan önce fırsat buldukça kılıcını kuşanıp minbere fırlayan Diyanet İşleri Başkanı ve bir de aynı camiadan "boynu kalın" biri benzer şeyler yapmıştı. Anlaşılan, Ayasofya'ya verilen asli işlev bu. Onun için de, sövenin boynunun kalınlığı ya da kanının demirliği o kadar önemli değil. Bütün bu zevat tepesinde Tayyip Erdoğan'ın oturduğu siyasi iktidarın ideolojisinin görüşlerini ve terminolojisini dile getiriyor.
Bu ideolojinin yazılı olduğu defter, bu iktidar yerine yerleştikçe, daha doğrusu yerleştiğini hissettikçe, sayfa sayfa açılıyor. Faik Öztrak aslında Mustafa Bey'in söylediklerinden önce, bunları ağzını açmadan dinleyenlerin bir skandal oluşturduğunu ileri sürmüştü. Ancak o ağızlar açılacak olursa, kulağımıza gelecek seslerin çok daha beter olacağını herhalde tahmin edebiliyoruzdur. Bunlar, "münferit vakalar" değil. Ortada koskoca bir ideoloji var.
Çoğu 19. yüzyılın çeşitli evrelerinde "Batılılaşmayı öğrenmemiz gerekiyor" kararını veren hemen hemen hiçbir toplum bunu sevinerek yapmadı. Hele kendini güçlü görenler (örneğin bizim gibi, vaktiyle imparatorluk sürdürmüş olanlar) bunu ağır bir aşağılanma olarak yaşadılar. Japonlar, Ruslar, daha birçokları, karalar bağladı. Kararı verirken amaçları da "Batılı gibi yapmayı" öğrenerek Batı'yı yenecek güce erişmekti. Aradan geçen bunca zamandan sonra böyle bir noktaya erişen pek bir kimse yok. Bu da, "yenilmişlik" duygusunu büyütüyor.
Batı'ya başından beri karşı olanları konuşuyorum ama kendini bu süreçte bulan toplumların (bu, "bütün toplumların" demek oluyor son kertede) bütün nüfuslarının girişimden rahatsız oldukları anlamına gelmiyor. Destekleyenler de var ve öyle azınlık falan da değiller. Bunlar kim? Kim olabilir? Girilecek ya da girilmiş bu yoldan kendi hesabına kazançlı çıkma beklentisi olanlar. Bunlar genellikle küçük de olsa bir sermayesi olanlardır: Hikmet Kıvılcımlı'nın "tefeci-bezirgan" dediği "taşra zenginleri" olabilir. "Okur-yazar" olduğu için sürece sempati duyan genç ve enerjik bir kesim mutlaka vardır. Bürokrasinin önemli bir kısmı buraya çekilebilir. Türkiye'de bunların hepsi oldu. Dolayısıyla, Osmanlı ve Türkiye egemen sınıfları belirli bir dönüşümden geçti, sınıftan düşenler de oldu, sınıfa tırmananlar da. Sonuçta bu "Batı" yolunu benimseyenler "hâli vakti yerinde" kesimdi. Süreç, toplumun yoksul ve yoksun kesimlerini daha yavaş etkiledi. Dolayısıyla o kesimlerin geleneksel ideolojiden kopmaları da uzun sürdü.
Bu yeni yolun gereklerini yerine getirmek üzere yeniden örgütlenen devletin imkanlarının darlığını ve zihinlerindeki "elitist" yapıyı da unutmamalı. "Modernleşme", halkı içine alan değil, almayan ya da alamayan bir hareket oldu. İşler, Sabahattin Ali'nin bir hikâyesinde anlattığı kalıba göre yürüdü: Devlet asfalt yol yapıyor, sonra köylülerin bu yolu kullanmasını yasaklıyor!
Bu tavrın "halka rağmen"liğini vurgulamak gerek, elbette; ama bunu yaparken "halk için" tarafını unutmamak gerek. Türkiye'nin bugün de, başından beri de de, ciddi sorunu bu. Elde ister istemez içinden çelişkili bir denklem var. Bunun yalnız bir ucuna oturup öbür ucunu görmeyi reddetmek, herkes için aşılamayacak bir engel yaratıyor. Burada kimsenin "kötü niyeti" söz konusu değil. Vaktiyle Amos Oz, İsrail'in Filistin karşısındaki açmazını anlatmak için bir metafora başvurmuştu: Çocuk hasta, ama iyileşmesi için ne yapılması gerektiği konusunda annesi ile babasının farklı düşünceleri var. Anlaşamıyor ve anlaşamayınca kavga ediyorlar. Öyle bir çıkmazdan kurtulmak için ilk yapılması gereken şey, iki tarafın da, öbür tarafın çocuğun kurtulması için çabaladığını anlaması ve kabul etmesi. Bunu yaptıktan sonra çocuğun iyileşmesi için tutulacak yolu tartışmaya geçebilirler.
Söylemesi kolay, yapmasının ne kadar zor olduğu zaten ortada. Ayrıca, "taraflar" deyince milyonlarca insandan söz ediyoruz ve bunlar tornadan filan çıkmış değiller. Her birey ayrı bir hikâye, ayrı bir tarih. Şimdi, ağzını "zalim" ve "kafir"den açan Mustafa Bey'le nasıl edip de bir "ortak zemin" bulunur, bilemem. O cephenin de bu cephedekiler arasından bundan hiç aşağı kalmayacak örnekler bulup çıkaracağından hiç şüphem yok.
İşleri zorlaştıran keyfiyet, Cumhurbaşkanı'nın kendisinin meydanı bu uzlaşmayacak uçlara bırakan bir politika izlemesi. Bu da bir yanlışlık sorunu değil. Kendisi ve iktidarı için doğru yolun bu olduğuna karar vermiş. Bile isteye yapıyor. Hedefi herhangi bir noktada uzlaşmak değil, hükmetmek.
Yani bu toplumun barışması gerekiyor, nasıl barışılır, öğrenmesi gerekiyor. Nitekim bunu yalnız Kemalistlerle İslamistlerin öğrenmesi bütün sorunları çözmeye yetmiyor. Yola bir kere çıktıktan sonra, birbiriyle barışması gereken çok. Barışması gereken çok ve barışmayı beceremeyince rahat etmek yok.