AKP iktidarı zamanı geçtikçe rahatlayacak, oturacak yerde, gün geçtikçe yeni bir mesele çıkararak, hayatın bütününü bir çatışma alanına çevirdi. Gene gün geçtikçe, yarattığı dikenli alanda iktidar olarak varlığını sürdürmek için, kaba güce ihtiyaç duyuyor.
Gramsci "ideoloji" için bir tür ("Batılı") toplumun "çimento"su demişti. AKP ideolojiyle değil, baskı aygıtlarıyla ayakta duran bir rejime yöneldi. Onun için bizim çimentomuz TOMA, biber gazı, çevik kuvvet vb. Bunlardan ne kadar çimento olursa!..
Dolayısıyla "politikalar" falan değil, bir "değerler" çatışması ortamına girdik. Elbet bu karşıt değerlere dayalı politikalar üstüne de anlaşmazlık olacak; ama politikanın kendisinden çok neyin politikası olduğu önemli. "Dindar nesil" bir "değer"; "proje okulu" onun aracı olacak politika.
Medyanın üstünde ağır bir baskı. Susturulan muhalefet. Herhangi bir muhalefete yönelen tehditler vb... Gene de, "Öyle olmaz! Bu yanlış!" demeye devam edenlerimiz var.
Var da, AKP önderliğinde AKP önderliğinden daha iyi muhalefet eden yok. En veciz, en özlü AKP eleştirisi AKP'nin kendisinden geliyor.
"Ne demek istiyorsun? Nereden geliyor?" diye sorulacaktır. Tayyip Erdoğan'dan geliyor.
Şöyle bir örnekten başlayayım: Türkiye'nin başında yüzyıllık bir Ermeni sorunu var. Bunu çözmek için iktidarın yeterli adım atmadığını söyleyerek bir muhalefet yapmak mümkün. "Bu insanların duygularını anlamıyorsunuz," diye eleştirmek mümkün. Ama Tayyip Erdoğan, "Affedersiniz Ermeni" deyince bunlar birden anlamsızlaşıyor, gereksizleşiyor. "Eksik adım" falan diye kem küm anlatmaya çalıştığım şeyi benim erişemeyeceğim nitelikte ortaya koydu.
Örneğin bu günler Amerika ile itişme günleri ya, "Fethullah'ı verdin, vermedin" kavgası da bu faslın bir kısmı olmak üzere... Adamlar "Mahkeme kararı olmadan olmaz" demiş. Erdoğan buna çok kızıyor. O kadar koli göndermiş, hâlâ "mahkeme kararı" diyorlar... Onlar isteyince biz "mahkeme kararı" falan demeden istedikleri adamı postalamışız... Bunun, buradaki hukuk sisteminin nasıl çalıştığına ilişkin bir "itiraf" olarak yorumlanabileceğini hiç düşünmeden söylüyor. Ve uyarıyor: "Bakın, biz de size 'mahkeme kararı' yaparız, ha!" Yani buradaki mahkemeye talimat verilecek, "İşi uzatın, Amerika'yı cezalandırıyoruz" denecek-ayağınızı denk alın.
Bazen ürkütücü bir bilgisizlik çıkıyor: "Hristiyan demedik, Ezidilere kucak açtık..."
Ve son parlak espri: "Adam" gibi ölmek varmış, "madam" gibi ölmek de varmış. Yani hem "karı gibi," korkakça; hem de gâvur. Bu ikisi birleşiyor. Bu "espri"yi yapmış olmanın gururuyla.
Böyle daha yığınla laf var. Ve bunlardan bir insanlık anlayışı çıkıyor. Bir "değerler dünyası" çıkıyor.
Bu yakınlarda yayılmacı bir zihniyeti ele veren söylemler sıklaştı; bunlar, Atatürk'ü zemmeden imalarla kolkola gidiyor. Lozan'ın hezimet olup zafer diye yutturulduğu söylenince, İnönü, Atatürk, bu numaranın baş aktörleri olarak, hesap vermeye çağrılıyor. Ucundan Oniki Ada çıkıyor. Onun da ucundan Uşi ile Lozan'ı ayırt edememe bilgisizliği. Ama şu ortamda Uşi'yi bilmeyen Ezidi'yi Hristiyan zanneden bir Cumhurbaşkanı'nın bir tartışma konusu olmasına imkân yok (yani, kendi çevresi içinde)
Ardından Misak-ı Milli konusu geldi. Bu da "gönül bağları" yoluyla Sibirya'ya bağlandı.
Bu gönül bağları bizi Irak'a, Suriye'ye de bağlıyor ya, oralara Araplar da bir şekilde bağlı ve Araplar bizim gönül bağlarımıza pek önem vermezmiş gibi konuşuyor. Yalnız, "düşman" olduğu her halinden belli Ebadî değil, baksanıza, Arap Birliği de ağzından çıkanı kulağı duymazmış gibi konuşuyor.
Sakın Sibirya'ya doğru akrabalarımızın da gönül bağları konusunda böyle yanlış fikirleri olmasın...
Hani şu 16 Türk devleti! Erdoğan o konuda gönül bağlarını göstermişti.
Ve tabii ki Küba'da cami... Amerika'da Müslümanlar...
O zaman kefereden bir Amerikalı yazmıştı: Müslümanlar, bir kere onların olan yerde her zaman hak iddia ederler; Erdoğan'ın bu sözleri Amerika kıtasının da Müslüman malı olduğu anlamına geliyor mu acaba? diye sormuştu.
Tayyip Erdoğan bunları söylüyor, söylediklerinin nereye gittiğini herkesten iyi kendi biliyor. "Kimsin sen ya?" diye dikleniyor. Ona diklenen çıkarsa, "Sen benim muhatabım değilsin" diye azarlıyor.
Savcıya yedirdiler, içirdiler, giydirdiler, diye anlatıyor. Bütün bunlar da bir "değer dünyası"nın nelerden oluştuğunu gösteren şeyler. Cumhurbaşkanı'nın Türkiye için, hepimiz için, nasıl bir gelecek, nasıl bir insanlık anlayışı, nasıl bir gerçeklik algısı hayal ettiğini gösteren sözler ve davranışlar. Vaat edilen bu "yeni Türkiye"de neler olması bekleniyor?
Bunları anlatıyor Tayyip Erdoğan. 12 Eylül dönemi boyunca Kenan Evren'in yaptığı gibi her gün konuşuyor, milletine olanları, olanların doğrusunu (Lozan bir hezimettir), ve olacakları, olacakların iyisini (örneğin proje okullarında yetişecek parlak nesilleri) anlatıyor. Kenan Evren gibi o da kendi konuşmalarına meftun.
Tayyip Erdoğan, kendi "değerler dünyası"nın haritasını böylece, bu konuşmalarıyla çizmiş oluyor. Bu haritanın alıcısı da az değil. Örneğin "madam gibi" buluşu belli ki Emine Hanım'ı çok mutlu ediyor.
Yani, söylemek istediğim, Tayyip Erdoğan konuşuyor, anlatıyor, bu anlattıklarının dinleyicisini, alıcısını da buluyor.
Hayatta rastladığımız her duruma bir efsanesi bulunan Yunan mitolojisinin Narsissos miti vardı. Kendine meftun Narsisso'un -bu duruma çok uygun- kendinden başka bir meftunu da Echo'dur.
Tayyip Erdoğan'ın bir değil, bin Echo'su var.
Sorun da burada.