Son yazımda, toplumun ondokuzuncu yüzyıl başlarında başlayan ve bugüne kadar demokrasiye uğramamayı başararak gelen serencamı üstüne yazmıştım. Bu 'başarıyı' neye bağlayabiliriz? Bu 'sefine' o limana hiç uğramamayı nasıl başardı? Daha da şaşırtıcı bir durum, serüven boyunca, öyle bir limanın olduğu biliniyordu. Ondan da şaşırtıcı olanı, buraya varmak diye bir 'amaç' vardı. Mutlakiyetten meşrutiyete, meşrutiyetten cumhuriyete, cumhuriyetten 'çok-partili rejim'e geçerken hep bunun artık demokrasiye geçiş olduğu düşünülüyor, konuşuluyordu. Alttaki eğitimsiz kitlelerin bundan anladığı tam olarak neydi? Bunun cevabına sahip olduğumuzu söyleyemeyiz. Ama Fransız Devrimi’nin ünlü üçlü sloganına ya da talebine burada bir de 'adalet'in takılmış olması (herhalde ciddi bir isteğe tekabül ettiği için) anlamlıdır. 'Hürriyet-müsavat-uhuvvet' diye bağırmaları 'öğretilmişti' ama 'adalet' kendi içlerinden geliyordu.
O son yazıda söylediğim gibi, 'demokrasi' bir türlü gelemedi. Bir yolunu bulup iktidarı ele geçiren çeşitli kadrolar, hepsi, iktidarın dışına ittikleri gücün demokrasiyi engellediğini söylediler. Ama kendilerini iktidarda bulunca bu yolda adım atmadılar. Böyle bir durumu bu kadroların özgül düşüncelerine, amaçlarına vb. bağlayarak sorunun cevabına erişebileceğimizi sanmıyorum. Onların özgür iradelerini aşan somut ve yapısal nedenler olmalı. Geçen gün buna biraz değindim: yaşanan toplumsal değişim zorlaması içsel değil, büyük ölçüde dışsaldı. Yani Osmanlı toplumunun kendini içinde bulduğu uluslararası konjonktürün dayattığı bir şeydi. Bu toplum 'olduğu haliyle' gitmiyordu. Yani 'başka bir şey' olması gerekiyordu. Ama neydi bu 'başka şey'? Çeşitli 'seçkin' kesimlerin bu konuda (birbirine de uymayan) görüşleri vardı. Bir an önce inisiyatifi ellerine geçirip bu misyonu yerine getirmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Şu bir cümlede özetlediğim durum ve davranış biçimi içinde demokrasinin pek yeri yoktur. Tersine, direktifleri tartışmadan yerine getirecek uysal bir toplumsal yapı gerektirir.
'Toplumsal yapı'... Bunun içinde, mayasında, demokrasi ile pek de bağdaşmayan bir şey olamaz mı? Sorunun cevabı burada yatıyor olamaz mı?
Şu sözünü ettiğimiz koskocaman toplumsal-tarihi durum, süreç! Böyle büyük olaylar hiçbir zaman tek bir nedensellik zincirine referansla anlaşılmaz, açıklanmaz. Karmaşık bir süreci basite indirgeyerek anlayamayız
Yukarıda özetlediklerime ek olarak bir başka etken üstünde duracağım bu yazıda. Dediğim 'karmaşıklık' bunu eklememle de bitecek, çözülecek değil, ama belki elimize bir 'karine' daha verir.
Siyasetten söz ediyoruz. 'Sınıfsız toplum' tarihe karıştı karışalı 'siyaset' deyince akla gelecek önemli bir kurum devlet. Siyasetin şöyle akması, böyle yönlenmesi üstüne konuşunca, her neyse konuştuğumuz olgular, devletin orada oynadığı rolü analiz etmeye öncelik tanırız, tanımaya alışmışızdır. Batı siyasi düşüncesinde, Hobbes’tan bu yana, bir 'sözleşme' kavramı yer alıyor. Bu 'sözleşme'nin bir ucunda 'devlet' duruyor. Ama monarşi, ama imparatorluk ya da başka bir şey; sonuç olarak, devlet! Bir sözleşme en az iki taraf gerektireceğine göre, öbür tarafta kim var? Başında yöneten devletin durduğu 'yönetilen' toplum var. Onsekizinci yüzyılın bir evresinden beri, çeşitli siyasi düşünürler (örneğin Rousseau, örneğin Hegel) bu ikiliyi 'politik toplum/sivil toplum' diye ayırmaya başlamışlar.
Bu noktada, Türkçe’de kullanılan bir deyim aklıma geliyor: 'devlet baba'. Öteden beri, çeşitli dillerde, bu 'devlet' ve 'baba' benzetmesi yapılır, siyasetin terminilijisine dahi girmiştir: örneğin, 'patriarkal devlet' denir. Devletin 'patriarkal' olanından söz edince, aklımıza 'serbestiyetçi' değil, 'otoriter' bir devlet biçimi gelir. Öte yandan, 'baba' kavramının telaffuz edildiği anda harekete geçirdiği 'şefkat' gibi çağrışımları da dürtüklemiş oluruz. Tamam, bir 'otorite' söz konusudur; ama bu otoritenin yöneltildiği kişiye duyulan sevgiden ötürü uygulanan bir otoritedir. Onun iyiliği içindir.
Bu deyimden söz ettiğimizde, genellikle, babanın özellikleri olarak bellediğimiz bir şeyleri devlete yakıştırırız. Ama böyle olduğuna göre, devlete yakıştırdığımız birtakım özellikleri de babaya yakıştırmamız mümkün. Olay gene 'otorite' üzerinde dönüyor. Çocuk 'baba otoritesi' karşısında nasıl -son kertede- uysal olmak durumundaysa, toplum da devlet karşısında öyle davranacak. Devlet 'toplumun reisi' ise baba da 'aile reisi'. Yani 'acaba eşit olamazlar mı?' diye düşünebileceğimiz 'anne' de son analizde onun otoritesine tabi. Baba cezaya koyar, harçlığını keser, çocuğun hangi işe gireceğine, kiminle evleneceğine, yani bütün bu işlere karışır. Gösterdiği hedefleri karısının paylaşıp paylaşmadığı da fazlaca umurunda değildir, çünkü 'kanunen' ailenin reisidir. Bunların sözünü etmek pek hoş olmayabilir ama 'reis' dediğini yaptırmak için döver de, söver de -icabında!
'İcabı', dediğinin yapılmamasıdır.
Yani 'devlet baba' kavramı 'politik toplum' (yani 'devlet'/sivil toplum) ikileşmesini yeniden toparlayan ve 'baba' kavramı altında birleştiren bir kavram. Ortak bir üslup bu iki ucu birleştiriyor. Doğal olarak, 'baba' insan hayatında kronolojik olarak 'önce' geliyor. Aile içinde 'baba'nın oynadığı rolü öğrenip benimsedikten sonra, yaşımız biraz ilerlemişken, devlet ile karşılaşmaya başlıyoruz. Bu iki durak arasında, çok zaman, bir de 'öğretmen' var. Belirli bir 'baba' ve belirli bir 'devlet' tanımının egemen olduğu bir kültürde 'öğretmen' çok farklı bir davranış gösterebilir mi? Zor. Nitekim, 'Öğretmenin vurduğu yerde gül biter' felsefesi ya da 'eti senin, kemiği benim' teslimiyetiyle bu 'sözleşme' de gerçekleşmiş oluyor.
Dolayısıyla radikal bir üslup değişikliğinin sarsıntısını yaşamak durumunda kalmaksızın, baba-öğretmen-devlet kayışından geçip 'mamul Türkiye vatandaşı' oluyoruz. Eğitim aygıtları gereği gibi çalışıyor.
Yani, 'sefine'nin 'demokrasi' limanına uğramadan yol almasının, alabilmesinin 'otoriter, baskıcı devlet' dışında sağlam toplumsal destekleri, dayanakları var. Bence derinden gelen direniş siyasi yapılanmadan önce aile yapısından geliyor. 'Muhafazakar', 'ilerici' vb. kavramları da hayatın o alanlarını kapsayacak şekilde kullansak iyi ederiz. Son zamanlarda çok şikayetçi olduğumuz (ama belli ki hiç şikayetçi olmayanlar da az değil) 'kadın cinayetleri' de bu kökene bağlanmalı. Türkiye toplumunun derin 'değişmeme' tutkusuna karşılık, 'zaman' dediğimiz nesne de durmamak ve değişmek, değiştirmek üzere tasarlanmış; bu da bütün direnişlere rağmen bir şeylerin azar azar değişmesine yol açıyor. Türkiye’de kadın/erkek ilişkilerinin geleneksel dediğimiz biçimde devamını zorlaştıran süreçler var. Sözgelişi kadının biri kalkıyor, 'Ben artık seninle bu ilişkiyi götürmek istemiyorum' diyor, bunu diyecek cesareti buluyor. Gerisi, 'On sekiz yerinden...'
Bu durum neredeyse her gün yol açtığı iğrenç kanlı olaylarıyla bir facia. Ancak bu olumsuzluğun yanı sıra değişim ihtiyacının olması gereken derinliğe indiğini de gösteriyor.
Toplumsal gelişme açısından önemli, çok da ilginç bir aşamadayız. Bu önemli aşamada 'sefine'nin dümeninin Tayyip Erdoğan gibi 'derin muhafazakar' birinin elinde olması yeterince sorunlu. Gene de, şunu söyleyebiliriz sanıyorum: toplumun nihai gidişini belirleyen çarklar değişim yönünde işliyor. Bu yönü değiştirecek güç de hiçbir siyaset insanının elinde değil. Bu durumda siyaset düzeyinin en muhafazakar müdahaleleri de değişim yönünde çalışıyor. İmam hatip liselerini rakipsiz kılmak üzere yapılan müdahaleleri ve alınan sonuçları düşünün.
Gene de çok yorucu, bezdirici.