D_Masthead_970x250
AKP iktidara geldikten sonra göreve çağrılan ordu kimdi, kimlerden oluşuyordu?

Geçen gün Aydın Engin'in dikkat çektiği bir gelişme var ki, önemli sonuçlar verebilir. Aydın, bir televizyon programını anlatıyor: Emekli bir subay, orduda cemaat örgütlenmesi hakkında rapor yazmış, aldırış eden olmamış; PKK konusunda birçok şey söylüyor; emekli olunca Doğu Perinçek'in partisine girmiş vb. Diyor ki Aydın, bu konularda ihmali olan ya da bilerek göz yuman, her neyse, her kimse, saydı döktü. Ama AKP konusunda herhangi bir şey söylemedi. Bu nasıl bir şey?

Bu, böyle bir şey. Gündeminin tepesine Kürt konusunu, sorununu yerleştiren ve PKK'nın zor kullanarak yok edilmesini savunan bir "Türk milliyetçiliği" çizgisi bir süredir bir ittifak oluşturuyor. Bunun merkezinde doğal olarak bugünkü Kürt politikasıyla AKP yer alıyor ("Çözüm mözüm yok" politikası!); MHP böyle bir yerde bulunmaya dünden değil, evvelsi günden hazır. "Beklenmedik" denebilecek yeni misafir de şu aşamada Doğu Perinçek tabelası altında gelen Kemalistler. Gelenler, henüz gelmeyenleri davet ediyorlar.

Tayyip Erdoğan, "darbe" suçlamasından açılan davaların düşmesine kapı açarken, dolayısıyla 17 Aralık'ta cemaat ile sıcak savaşa geçtiğinde, bu kapıyı da aralamıştı. Şimdi şimdi, o kapılardan geçip gelenler çoğaldı. 

Bunun bir sonucu, "Ergenekon" dahil, söz konusu davalarda söz konusu edilmiş her şeyin geçersiz, "olmamış" ilân edilmesi. Anlamamız gereken, bize anlatılan bu: Bunların hepsini "FETÖ'cüler"​ uydurdu. 17 Aralık'ta yolsuzluk iddialarıyla, birilerinin evlerinde saklanan paralarla filan açıklama ve yayın yaptıkları zaman, "Ergenekon"la başlayan o davalar dizisindeki her şeyin de yalan dolan olduğunu öğrendik.

Bunun arkası zaman zaman komikleşerek devam etti, hâlen de ediyor. Bakalım daha nelerle karşılacağız. Ama göçen maden sahibinin o işten FETÖ'yü sorumlu göstermesi şimdiye kadarki şahikalardan biriydi. Şimdi bu "darbe" alanı söz konusu olduğunda, herhalde geçmiş darbeleri de FETÖ'nün yaptığını, "aralarına sızmış FETÖ'cü münafıklar olmasa", Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin hiçbir zaman darbe yapmayacağını öğreneceğiz. 

Kenan Evren zaten Fethullah Gülen'in müridiydi; 9 Mart'ta "komünist" subaylar darbe yapacakken FETÖ'cüler bunu 12 Mart'a çevirdi. 27 Mayıs zaten kâmilen FETÖ işiydi. Böyle gider.

Türkiye'de bu saydığım darbeler oldu. Bunlara bir de 28 Şubat eklendi -"mütemmim cüz" olarak. 12 Eylül'den sonra tanklı toplu darbe olmadı çünkü zaten siyasî-idarî sistemin kalbinde TSK oturuyordu. Ama gene bazı yaylar gevşeyip Refah iktidar ortağı olunca TSK'nın bir küçük temizlik daha yapması gerekti.

Küçük temizlik yapıldı; gene yetmedi. Bu sefer AKP! Bundan sonra beş altı yıl tepemizde "ordu müdahalesi ihtimali" ile geçti. Kimi bu yılları bu ihtimalin korkusuyla, kimi de özlemiyle geçirdi. Demeç, muhtıra vb. Cumhurbaşkanı seçimi, kapatma davası, bayrak mitingleri, "Ordu göreve!" çağrıları.

Derken Danıştay baskını, cinayeti ve ardından "Ergenekon" adı verilen dava başladı. Devam etti. Devam ettikçe, aldığı biçimlerle, kendisi bir "şüphe kaynağı" haline geldi. "Casusluk" filan aşamalarına gelince iyice tuhaflaştı. Ve sonunda hep birden çöktü.

Olayın kendisi benim açımdan son derece önemliydi. Türkiye’nin en önemli sorununun bu askerî vesayet olduğunu -bugün de- düşünürüm. Ancak bütün merakıma rağmen kısa bir süre sonra ne olduğunu izleyemez hale geldim. İşin içine gömülüp başka her şeyle ilgini kesmedikçe, bununla yatar bununla kalkar hale gelmedikçe, kimin ne dediğini ve özellikle kimin dediğinin daha güvenilir olduğunu anlamak mümkün değildi. İş büyüdükçe, dallanıp budaklandıkça, pek akıl kârı olmayan yönlere doğru gittiği belli oluyordu ama bu başlangıçtaki kısmın da yalan dolan olduğunu göstermezdi. Bu arada Genelkurmay Başkanı da "terör örgütü" üyesi olarak tutuklanınca iyice sıtkımın sıyrıldığını hatırlıyorum.

Şimdi geldiğimiz noktada bunların hepsi buharlaştı gitti. 27 Mayıs'tan itibaren kendini "darbe yapma" (başarılı ya da değil- 27 Mayıs ya da 28 Şubat...) biçiminde ortaya koyan eğilim ne oldu, nereye gitti? AKP iktidara geldikten sonra göreve çağrılan ordu kimdi, kimlerden oluşuyordu? Şu temmuzda cevap verenler miydi çağrılanlar? Herhalde değil. Ya da herhalde en azından bir kısmı değil. 2002 yılından beri birilerinin göreve çağırdığı kişiler 28 Şubat'ta görevlerini sonuncu kez yerine getirdikten sonra emekli mi olmuşlardı?

Hayatımızdan, özellikle siyasî hayatımızdan, "doğru" denen şey el etek çekiyor. Bir zamanlar yazıp durduğum "münazaracılıcık" egemen bugün. Burada "doğru"yu savunmak önemli değildir; neyi savunacaksan (sen bunun yanlış olduğunu bilebilirsin) onu etkili bir biçimde savunmaktır. "Etkili" olmanın da, kişinin "konuşma yeteneği" dışında imkânları var günümüzde. Örneğin Ali şunu savunurken, bunun karşıtını savunacaklar da olacaktır, değil mi? Hayır, olmayacaktır. Ali'nin ağabeyi o karşıt tez savunucularını susturacaktır. Nitekim böyle oluyor. Neredeyse tamamı denetim altına alınmış bir medya ortamında adına artık "münazara" dahi denemeyecek bir söylenme hüküm sürüyor. 

"Siyaset uzlaşmadır," der dururuz. "Siyasette başarılı olmak için uzlaşmayı bilmek gerekir," deriz. Şu anda böyle bir "uzlaşma" yürürlükte gibi görünmüyor. Tabii bu öyle her çekildiği yana gidecek bir şey değil. Tayyip Erdoğan'ın demokratik ilkelerle "uzlaşma" evresi fazla uzun ömürlü olmadı. Zorla bir yana çekilmiş bir lastik gibi asıl yerine döndü Erdoğan. "Kefil olduğu" adamları bıraktı, şimdi o kefil olduklarının yargıladıklarına kefil. "Ne istedilerse verdikleri"ni haydi haydi bıraktı da Mavi Marmara'yla gazaya çıkanlara da "Bana mı sordular?" dedi. Derken Rus uçağını düşürenin de FETÖ'cü olduğu anlaşıldı.

Yani "uzlaşma" esneklik gerektirir, ama hangi yana esneklik. Erdoğan bu yöne esneklik gösterirken onunla uzlaşmak üzere o yöne adım atanlar da hem ne kadar "hazımlı" olabildiklerini, hem de yüzlerini nereye dönerlerse hazmetmelerinin kolaylaşacağını gösteriyorlar.

Şu dönemde marifet "tutarlı olmak" falan değil. Bu, hattâ, bir kusur da sayılabilir: Bönlük, yeteneksizlik vb. kategorilerine giren bir şey. Marifet, çabuk pozisyon değiştirebilmek. Dün söylediklerinin tersini bugün birkaç perde daha yüksekten ve hiç yüzü kızarmadan söyleyebilmek.

Hep böyle değil miydi? Evet, bu her zaman vardı, her zaman kendini gösterirdi. Ama şimdi egemenleşti. Hani, benzetmek gibi olmasın, manifaktürden fabrikasyona geçiş gibi bir şey.

İlgili İçerikler