Tayyip Erdoğan "yedi düvele karşı" mücadele verdiğimizi söylüyor. Laf ciddi. Durum buysa kendimizi bayağı sıkıntıda hissetmemiz gerek. Sıkıntıda olmasına sıkıntıdayız gerçi, ama bu sıkıntı bir "yedi düvel" sıkıntısı olmaktan çok iktidarın yanlış ekonomik politikaları sonucunda girdiğimiz krizden ileri geliyor. İktidar bunun da (aslında kriz olmadığına ve) iç ve dış düşmanlar eliyle çıkarıldığına kani. İnandırıcı bir kanıtı yok ama geçelim.
Erdoğan iktidarının kaderini gerilime bağlamış, bu belli. Oylarının düşmeye başladığı Haziran seçiminden bu yana, "beka edebiyatı" vb., gerilimden gerilime kahramanca atılıyoruz.
İyi ama "yedi düvel"le kavgalı olmak bir marifet mi? Bir başarı göstergesi mi? Ve "kavgalı" olduğumuzda neyin kavgasını, nasıl veriyoruz?
İşte bugünlerde Amerika’nın Dışişleri Bakanlığı’ndan geldiği söylenen bir metin var. Konu Osman Kavala. Şunlar söyleniyor, talep ediliyor: "ABD uluslararası sorumluluklara ve zorunluluklara saygı duymanın önemini hatırlatıyor. Türkiye’den adalet ve hukukun üstünlüğüne olan bağlılığına uyması, Osman Kavala’yı serbest bırakması, bu sırada davasının adil, şeffaf ve hızlı biçimde sonlandırması için çağrıda bulunuyoruz."
Sakin bir dille ve diplomasi adabı içinde yazılmış cümleler ama aslında söylenen şey çok ağır. Nitekim bizim Dışişleri hemen bir cevap yayımlama gereğini duymuş. Onun söylediği, Kavala davası bağımsız bir Türk mahkemesinde sürüyor ve görülmekte olan davaya kimse müdahale edemez. Bizler burada yaşadığımız için o "bağımsız" mahkemeyi, "görülmekte olan dava"yı iyi biliriz. Kavala’nın bu bin gün içinde başından geçen garabetleri burada yeniden anlatmamın bir gereği yok, herkes biliyor.
Diyeceğim (ya da soracağım) şu: "ABD Dışişleri’nin yazdığı bu metin de "Yedi Düvel"e karşı verilen mücadelenin örneklerinden biri mi? Öyleyse Türkiye’nin bu "mücadele"sinde haklı olduğu söylenebilir mi. Yedi düvel mi bizimle kavga çıkarıyor, biz mi yedi düvele olur olmaz kafa tutuyoruz? Yalnız Kavala davası, yalnız bütün öbür hukuk sefaleti, "eli kılıçlı hutbe" gibi jestlerimiz de eksik değil.
Papa ya da Patrik ya da hatta bir kardinal diyelim, gözünüzün önüne geliyor mu, ekinde kılıcıyla mihraba çıkmış?
Olaylara şöyle bakarsak, katılıp katılmamak size bağlı ama, şöyle bir mantık çıkarsayabilirsiniz: Biz kararımızı verdik, İslam’ın kurallarına göre (yani kuralların bizim yorumumuza göre) bir düzen içinde yaşayacağız. Memlekette bizden olmayan kimseyle alışverişimiz olmayacağını ilan etmiştik. Bunu, uluslararası düzeyde de ilan ediyoruz. Osman Kavala’yı da içeride tutarız, AİHM kararlarını da buruşturur çöpe atarız (karşı hamlemizi yaparız), adı "Istanbul Convention" olan frenk icadını da terk ederiz. Sizin ne değerlerinizi paylaşıyoruz, ne de kurallarınıza uymaya niyetimiz var.
Bunların hepsi bizim içeride kurmak üzere çalıştığımız düzenin gerekleri. "Hukukun üstünlüğü" gibi ilkelere karnımız tok. Bizde "önderin hukuku" var; "üstün" olan da o. Bunu bu topluma kabul ettireceğiz, size de kabul ettireceğiz. Bizim hukukumuz egemen olacak.
Eli kılıçlı Diyanet İşleri Başkanı çıkacak Fatih Vakfiye’sinden bölüm okuyacak. Yine herkes biliyor, tekrarlamaya gerek yok. Elbette tepki çekecek. Bu işi yaparken ne tepki geleceğini herhalde hepsi biliyor, tahmin ediyor. Bu memlekette "politika" denen şeyin yarısından fazlası bu olmuştur. Tepkiler gelince, acaba neden, hutbenin o kısmı çıkarılıyor.
Ama AKP sözcülüğü üstlenmiş birileri çıkıyor, "Bizim Atatürk’le bir kavgamız yok" diyor. Başrolü oynamayı seçmiş kişi de böyle bir kastı olmadığını söylüyor ama Atatürk’ün bu olayda kurtuluşu sadece ölmüş olması. "Beddua" edilmesini engelleyen bu.
Ne sonuç çıkaracağız bundan? Ne oldu şimdi? Ayasofya’ya dokunan ne olurmuş? Lanetlenirmiş. Dokunan olmuş mu? Olmuş. Kim dokunmuş? Atatürk.
Erbaş niçin bu "dokunma" alıntısını yapmak gereğini duydu? Şimdi niçin geri alıyor ya da alır gibi yapıyorlar?
"Bizim dediğimize inanmakla yükümlüsünüz." Bunu tebliğ ettiklerini düşünüyorum. Şimdiye kadar olanlar "Atatürk vatan hainiydi" benzeri bir hüküm geçirmelerine elvermiyor. Böyle bir çoğunlukları yok. O halde bunu parça parça, taksit taksit yapacaklar. Üstüne ekleye ekleye götürecekler. O halde bunu hem söylediler, hem de söylemediler. Kendi adamlarına diyecekler ki "İşte, söylenmesi gerekeni söyledik. Daha ne?" Öbür kesime diyecekler ki, "Ne olmuş? Atatürk’e hakaret mi edilmiş? Kim etmiş? Yok böyle bir şey! Uyduruyorsunuz!"
Ama biz dediklerine inanmakla yükümlüyüz: "Bugün buna inanacaksınız."
Istanbul Convention. Malum itirazlar. "Bizim" aile değerlerimiz, falan.
Bu arada, "kadınla erkek eşit değildir." Tavuk, horozluk yapamazmış.
"Eşitlik"ten ne anlıyorlar? "Eşit" olmak "farksız" olmak değildir. Farksız olan şeylerin "eşit" olmasını talep etmek saçma bir şeydir. Eşitlik, farklılığın olduğu yerde konuşulacak ve kurala bağlanacak bir şeydir.
"Farklı, onun için eşit".