AKP'nin yirmi yılı geçen iktidarı eski gücünü belirli bir ölçüde kaybetmiş gibi görünüyor ama bu "ölçü" ne ölçüsüdür, onu pek bilmiyoruz. Bugün de AKP "birinci parti" olarak çıkıyor birçok ankette. Erdoğan en yüksek oyu alacak kişi olarak görünüyor. Belli ki azımsanmayacak bir destek var arkasında. Ayrıca, Erdoğan'ın bugüne kadar gösterdiği "performanstan" şikayetçi olan birçok kişinin de, "Bu bataktan çıkacaksak gene Erdoğan yapar bunu" diyenlerin de bayağı yekun tuttuğu söyleniyor. Erdoğan'ı bir tür "sihirbaz" gibi gören ve kabul edenler olduğu anlaşılıyor.
Ben böyle görenler arasında değilim. Ben öyle görmüyorum diye Tayyip Erdoğan'ın gelen seçimi kaybedeceğini iddia etmiyorum. Öyle düşünen yeteri sayıda insan varsa kazanabilir de. Ama bu yaptığı şeylerin yapılması gereken doğru işler olduğu anlamına gelmiyor. İşin daha uzayacağı anlamına geliyor elbette. Çok vakit kaybettirdi topluma, daha fazlasını da kaybettirebilir -sağda, solda gördüğümüz birçok popülist diktatör gibi. Ama sonunda çoktan hak ettiği yenilgiye uğrayacaktır Erdoğan.
Ona güvenen ve sınırsız iktidar kullanmasını onaylayan taraftarlarından bir ufak farkı var Erdoğan'ın: O kendisine aynı ölçüde güvenmiyor. Daha doğrusu biraz karışık bir ruh hâli söz konusu gibi geliyor bana. Kendine güvendiği evreler var Erdoğan'ın; bunu, kendinden başka kimseyi dinlememesinden, itiraza tahammül edememesinden anlıyoruz. Ama bu güveni her zaman ayakta veya egemen değil. Derin şüphelere gark olduğu evreleri de var. Sonunda herhalde başka birilerini, tabii öncelikle muhalefeti, ama zaman zaman da kendi maiyetinden birilerini suçlu, sorumlu ilan edip rahatladığı oluyordur. Ama davranışlarında, kararlarında bir telaş, bir endişe olduğu görülebiliyor.
İşte, en son, Mehmet Şimşek olayı! Mehmet Şimşek'in Tayyip Erdoğan'ın "ekonomist dehası" ya da iş arkadaşlarıyla ilişki kurma üslubu konularında kendisine "meftun" olmadığını anlamış olması beklenirdi. Belli ki anlamamış. Anlaması, hiç hazzetmediğini tahmin ettiğim, kamu önünde cereyan eden "reddiye" dolayımıyla ortaya çıktı. Böylece "kendi takımından" bellediği ve birçoklarının da böyle olduğunu düşündüğü bir kişinin oralarda olmadığını gördük.
Bu olay zamanlama olarak Erbakan'ın "Yeniden Refah" olayıyla üst üste geldi. Burada da, ilk resim, Erdoğan'ın "reddedilişi" olarak biçimlenmişti ama sonradan değişti ve halen de değiştiği biçimde seyrediyor. Seyrediyor da, bundan Tayyip Erdoğan ne kazandı diye düşündüğümüzde ortada "kazanç" denecek fazla bir şey görünmüyor gibi. Erbakan kendi açık sözlerini çiğneyip Erdoğan'ın "kapısına" geldi gelmesine; ama sayısı zaten fazla olmayan taraftarlarının hepsini mutlu etti mi bu kararı? Onlar zaten AKP için oy kullanmış ama AKP siyasetinden hoşnut kalmamış kişilerdi. Onun için "Yeniden Refah"a yanaşmışlardı. Şimdi,
"Madem Fatih Erbakan böyle yaptı, bir bildiği vardır" diyecek ve onun gösterdiği yoldan mı gidecekler? Bundan pek emin değilim. Ayrıca, daha önemli olan, Erdoğan'ın Erbakan'ı mutlu etmek için kadınları pek mutlu etmeyeceği belli olan koşulunu kabul etmesi! Ne kazandı, ne kaybetti?
Bu hareket tarzlarını seçmesinde bir telaş havası yok mu? Toplumda bir olay, bir yeni olay ortaya çıkıyor -örneğin ufukta "Hüda Par" beliriyor. Hüda Par elinde barış çiçeklerinden derlenmiş bir buketle beliriyor ve "Birlikte çalışalım" diyor. Erdoğan'ın kapısına gelen her kim olsa "Hoş geldin! Ben de seni bekliyordum!" dediği bir döneme rastlıyor bu olay ve cevap beklendiği gibi oluyor, Hüda Par ve onun kanalıyla Hizbullah "Cumhur İttifakı" bileşenleri arasına giriyor.
Bu da bana bir "başarı" gibi görünmüyor. Kadınlar konusu üstüne düşündüklerimle aynı kapıya çıkan şeyler... Yani Hizbullah'ın bagajında neler olduğunu üç aşağı beş yukarı biliyoruz. Bunların birçok AKP taraftarını sevindirmeyip üzdüğünü tahmin ediyorum. Ama şüphesiz, oylarıyla destekledikleri siyasi partinin Hizbullah'la birtakım konularda hemfikir olmasından bir sıkıntı duymayan AKP destekçisi sayısı da hiç az değildir. AKP oy kaybediyor, bu belli. Ama doğal olarak "kalanlar" daha radikal bir İslamcı siyaseti daha kolay kabul edenler olacaktır.
"Daha radikal bir İslamcı siyaset" diyorum. Bunun bazı uzantılarının AKP'nin şimdiye kadar aykırı ses çıkarmamış ortağı MHP üzerinde nasıl bir etki yarattığı sorusu da aramızdan birçoklarının zihnini kurcalayan bir soru. Devlet Bahçeli AKP'nin bütün yaptıklarını desteklemekte oldukça tutarlı bir çizgi izliyor; ancak bunun da MHP tabanında birtakım tepkilere yol açması çok şaşırtıcı olmaz, sanıyorum.
Tayyip Erdoğan örneğin Ege'deki orman yangınlarından sonra yollardaki yurttaşlara paket paket çay atıyor. Çok uygun bir jest olduğunu söylemek kolay değil. Nitekim muhaliflerin eleştirileriyle karşılanıyor. Derken deprem felaketi gelip çatıyor. Bu sefer de Tayyip Erdoğan'ın "oyuncak" atarak yol aldığını seyrediyoruz. İnadına yapıyor gibi. "Gibi"si fazla herhalde; evet, özellikle böyle davranıyor. Siyasi mücadelenin bu türlüsünü seviyor, bu tür karşıtlıklar içinde sanki daha rahat soluk alıyor.
Uzun vadeli düşünen bir siyasi önder izlenimi vermiyor Tayyip Erdoğan. Birden bir nedenle tepesi atmış, ceketini çıkarıp sokak kavgasına katılmış bir adam imgesi daha iyi anlatıyor Erdoğan'ı. "Kısa" vade, "uzun" vade düşünmeden, önüne çıkan her nesneyi kendisine savaş kazandıracak bir silah gözüyle bakan biri gibi. Onun bu tavrı siyaset meydanını saran atmosferi de "akılcı" olmaktan çıkarıyor. Tabii yalnız "siyaset" değil, söz konusu olan. Dönüp ekonomiye bakalım, orada da aynı tavır, aynı üslup. Belirli bir anda ülkenin karşısına çıkan bir sorunu çözmek üzere, bir "tedbir" olarak yapılması kararlaştırılan bir şey, bir süre sonra o ilk sorundan iç kere daha tehlikeli yeni sorunlar üretebilir. Ama iktidar -yani Tayyip Erdoğan -aldırmıyor, atıyor adımını.
"Bu AKP iktidarı badiresinden kurtulabilecek miyiz?" sorusu herkes gibi benim kafamı da sürekli kurcalamakta. Muhalefet kendinden emin, "Evet" diyor, "kurtulacağız." Ama onların bu güveninden çok iktidarın bana güvensizlik işareti gibi görünen davranışları umut veriyor. "Bunlar böyle davrandığına göre galiba gidiyorlar" diyebiliyorum.