Bugünlerde bundan başka konuda yazılmaz oldu. Kavgada benim de yerim olduğuna göre ben de söyleyeceğimi söyleyeyim bari. İlk söyleyeceğim, bu kadar tartışılmasına rağmen çok yüzeysel biçimde ele alınıyor olması. Saldıranlar açısından bu bir sürpriz değil değil ama bu sloganı benimsemiş olanların savunmaları da bana “sade suya tirit” göründü. Medyadan aldığım bilgi eksik, yetersiz olabilir elbette.
2010 yılında bir referandum olmuş, kimileri “evet”, kimileri “hayır” demiş, kimileri de oy kullanmamış. Tartışılan olay bu. Bu ise asıl olayın içinde küçük bir ayrıntıdan ibaret. Benim bu konuda söyleyeceğim söz Türkiye’de komünist hareketin ülkede büyük bir çoğunluk oluşturan Müslüman nüfusla ilgili. “Sorunsal”ım bu. Konu üstüne kafa yormaya başlamam ise altmışların sonuna uzanıyor. Bu hikâyenin böyle tek bir yazıda biteceğini de hiç sanmıyorum. Herhalde birkaç yazı gerekecektir.
O dönemin gelişmelerinin arka planını çizmem gerekiyor—her ne kadar bilinen şeyler olsa da. 27 Mayıs Anayasası ile sosyalizm ülke gündemine girmiş ve ciddi bir ilgi odağı olmayı başarmıştı. Bu ilginin önemli bir kısmı “düşmanlık” olarak nitelenebilir, nitelenmeli de. O tarihlerde henüz “Ülkü Ocakları” gibi bu amaçla ortaya çıkmış örgütlenmeler yok; “İlim Yayma Cemiyeti”, “Komünizmle Mücadele Derneği” ve benzeri, “Milliyetçi”den çok “Mukaddesatçı” tarafı ağır basan örgütler var. Süleyman Demirel Adalet Partisi’nin başına geçmiş ve sola karşı bu türden örgütlerle “savaşma” kararı vermiş.
Ve savaşıyor. Türkiye İşçi Partisi’nin özellikle dışa açılmayı, sosyalizmin değerlerini topluma iletmeyi amaçlayan bütün toplantılarını basıyorlar. Ele geçirdikleri bireyleri dövüyor, sakat bırakmacasına hırpalıyorlar. Ortam böyle bir ortam. Sosyalizmi kapatmak istedikleri yer böyle bir yer.
İşte bu ortamda “Bu oyun bozulmalı” diye düşünmeye başladım. “Ama nasıl?” Bunları düşünen bir tek ben değildim tabii. Öte yandan sosyalizm de artık tek bir sosyalizm olmaktan çıkmıştı: TİP vardı ama bir de MDD vardı. Bu arada Amerika da sanırım belirli ölçüde provokatif amaçlarla Altıncı Filo’yu İstanbul’a göndermeye başlamıştı. Bu ziyaretlerin birinde sol anti-emperyalist bir protesto yapmaya karar verdi. Sağ da kendi itikadınca örgütlendi. Bilindiği gibi, çıkan arbedede iki solcu öldürüldü. Polis seyretti.
Demirel’in kurduğu senaryo işliyordu. Senaryo içinde belirli bir rolü oynamalarını istediği aktörler Demirel’in onlara biçtiği rolü oynuyorlardı. Adalet Partili kadrolar siyasetten çok komünist toplumlarda “şapka” hikâyesi anlatıyordu. Evine girdin, tanımadığın bir şapka duruyor! Bu demek ki karın başka bir erkeği ağırlamakla meşgul. Sen evden çıkıp işlerini bitirmelerine zaman bırakıyorsun. Komünizm bu demek. Türk sağının siyaset yapma düzeyi de işte bu.
Tabii daha bir yığın söz söyleniyor. Komünistler din düşmanı. Onun için iktidara gelecek olurlarsa—maazallah!—bütün camiler kapatılacak ya da çeşitli kirli, düşük işler için kullanılacak. Tabii ki kadınların başı açılacak, 1934’te Atatürk’ün verdiklerinin beş beteri kadınlara verilecek v.b., v.b.
Kanlı Pazar ertesinde bir gün, önceden hiçbir sözleşmemiz olmadığı halde, benzer düşünen bir grup solcu “Ant” dergisinin yayınevinde bir araya gelmiştik: Murat Sarıca, İdris Küçükömer, Sencer Divitçioğlu, Çetin Özek, Nurkalp Devrim. Olayı konuştuk. İslamın solu durdurmak ve pıstırmak için kullanılacak bir araç haline getirilmesine engel olmanın şu içinde yaşadığımız dönemin en önemli işi olduğu konusunda aramızda zaten ana çizgileriyle geçerli olan noktada bir kere daha birleştik. İyi de, nedir bunun yolu?
Bunun yolu tanışmak ve konuşmak. Söylemesi kolay ama yerine getirmesi hiç kolay değil. Yıllardan beri, aynı yerlerde bile bulunmuyoruz. Bu toplumda yaşanan, “normal” dediğimiz hayat yüz yüze gelmemize pek az fırsat tanıyor. Yüz yüze gelmediğimiz gibi, uzaktan da tanışmıyoruz, birbirimizin yazdıklarını okumuyoruz. Bu uzaklık, doğal olarak, söz konusu tarafların birbiri hakkında efsane uydurmasını kolaylaştırıyor; zaten bunları üretmenin araçları da üretilmiş, çalışıyor. Onun için birbirimizi masal figürleri gibi canlandırıyoruz zihnimizde. Sol-içi bir sohbet ortamında “Müslümanlar”, “İslamcılar” lafı geçse “Bunlar adamı kör testereyle kıtır kıtır keserler” sözü edilmeden sohbet kapanmaz. Onların mahallesinde de biz böyle tanınıyoruz mutlaka.
Bu gibi düşüncelerle kendimize “İslam sosyalizmi” filan gibi mecralar açmayı hiç aklımızdan geçirmedik. Sosyalist olmak “ateist” olmayı bir zorunluk haline getirmeyebilir ama sosyalizm mutlaka laik olmalıdır.
Gereğinde “militarize” de edilebilecek militan bir İslam sosyalizmi tehlikesinden söz ettim şimdiye kadar; ama belki daha önemli bir konu daha var tabii. Sosyalist olarak konuşmamız, ikna etmemiz gereken insanlar da Müslüman. Türkiye’nin izlediği “Batılılaşma” rotasının kendine özgü özellikleri sonucu dinine en bağlı kalmış kesim, yoksul kesim. Dogmatik değiller, kasabalı eşraf gibi din lafını ağzından düşürmeyip başka türlü iş çevirmiyorlar, ama dine içtenlikle bağlılar, çünkü bu toplumda yaşanan hayat “manevi” düzeyde onlara dinden başka bir şey vermemiş. İnanç, ahret düşüncesi, ibadet v.b. Bunlar tamam. Ama toplumun seküler bir etik sistemi de yok. Günlük hayat, yaşama kültürü, bunların hepsi dinle şöyle ya da böyle ilintili. Bütün bunların bir önemi ya da bir yeri yokmuş gibi, “Bak, kardeşim, bu düzen seni sömürüyor” diye lafa girerek fazla bir mesafe alacağın yok. Ama bizim bu topraklarda yetişmeye başlamış sosyalizm bir öncü müfrezeyle başarılacak bir “devrim” ya da kapının anahtarını subayların çevirerek açacağı bir “darbe” yoluyla toplumun başına geçeceği için halkla, Müslüman halkla anlaşacağımız dilin nasıl bir dil olması gerektiği önemli değildi.
Türkiye gibi, tarih boyunca, kitlelere varolan iktidara alkış tutmak dışında bir işlev vermeyen bir toplumda insanların sosyalizm gibi bir düşünceyi anlayıp sindirmeleri çok uzun vadeli bir iştir. Böyle bir dönüşüm olması için sabırlı davranmak gerekir. Konuşmak! Konuşmak çok önemlidir. Yalnız “bilinçsiz kitle” dediğimiz o insanların daha “bilinçli” insanlar olması için değil; kendisinin “bilinçli” olduğuna inanan ve bu nedenle otomatikman “öğretici” konumunu benimseyen kadroların da Hanyayı Konyayı daha iyi kavramaları için de konuşmak.
Komünizmi silahla susturmak, sindirmek işlevini genellikle ülkücü kesim üstlendi. İslamcı siyaset bu tip bir “militanlık” oluşturmaktan, geliştirmekten kaçındı. Onların da, örneğin “Akıncılar” gibi, militanlığın değerini vurgulayan gençlik örgütleri oldu; ama devrimci/ülkücü çatışmasının benzerleri burada yaşanmadı. Bu, biraz kendiliğinden olmuş bir şey gibi görünmüştür bana; ama kesin bir şey söyleyemem. “İradi” bir kararın sonucu da olabilir. Ama sonuç olarak, İslamcılık, benim ve bazı arkadaşlarımın korktuğu şekilde sosyalizm düşüncesiyle Müslüman halk arasına militan bir silahlı hareket olarak girmedi. Arada CHP-MSP koalisyonu gibi başarısız yaklaşmalar da oldu.
Devam edeceğim.