Çok keyifli, ifadesini iler-tutar yanı olmadığı için kullanmayacağım. Keyif veriyor, semantik olarak belki daha doğru ama artık her şeyin olduğu gibi gündelik yaşamda cılkı çıkarılan ve Türkçe dilbilimsel bir anlamlandırmada da bodoslayan yavan ve içeriksiz, ne dediği neyi kastettiğini anlatmaktan aciz ve hoş bir tınısı da olmayan bu ifadeyi, hadi öyle olsun bari, ne yapalım yerleşmiş artık, diyerek kullanmaya kalksak bile bu defa çok yoğun bir çalışma – araştırma çaba ve çalışmalardan sonra ortaya çıkarılan “Asi Gülüşlüm” için belki de hiç söylenmeyecek bir sözdür: Çok keyifli bir kitap.
Buna mukabil, çok kaliteli, tanımlaması anlamını kavraması bakımından daha yakışıyor.
İletişim Yayınları’nın defalarca redaksiyon süzgecinden geçip de henüz piyasaya verilmeden yayınevinin değerli ve nazik çalışanlarınca yazarların adreslerine postalandıktan sonra, “Oohhğ” dedik, gavur eziyeti bitti...
Sevgili Tanıl Bora’nın, “Hatay kitabı hazırlıyoruz, sensiz Hatay kitabı olmaz, yazmayı düşünür müsün?” dediğinde, ben zaten uzun zamandır, Bizans ve Antakya üzerine odaklanmış, Bizans tarihi ve kültürü hakkındaki ciltleri domino taşları gibi devirdikçe, heyecanımın uysallaşacağına daha da beter artması gibi bir ironik duygu sarmalına yakalandığımı hayretle yaşadım. Yaşamaya da devam ettiriyor bu alandaki devam etmekte olan araştırma ve incelemelerimle ulaştığım her bilgi her bulgu... Artık tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan darb-ı meseline dönüştü bu durum. Heyecanım mı araştırma şevkimi kışkırtıyor, yoksa araştırdıkça bulduklarım mı daha çok araştırma yapmama itki sağlıyor, bilemiyorum. Her halükârda yumurta da tavuk ta ne kadar faydalı ve leziz ise; Bizans ve Antakya merak ve iştiyakım o kadar yararlı ve “Iktir koyyes“ ( Arapça, Çok çok güzel manasında ). Zaten o müşevvik hâlâ ciltleri devirmemin asli saikidir.
Bu yazıyı okumakta olan T24 okurları, kitabın henüz raflara çıkmak üzere koliler içinde yollarda olduğunu bilmeliler.
Yani daha dumanı üstünde. Çok şık bir kapak tasarımı sevgili Ümit Kıvanç’ın Mahir ellerinden çıkmış; kapak fotoğrafı Kemal Vural Tarlan, yayına hazırlayan Demet Sayınta teşekkürden çok daha fazlasını hak ediyorlar. Kitabın editörlüğünü ise, Tanıl Bora yaptı. Şimdi ben ne diyeyim Tanıl için; bu kadar çok ve ağır işleri üslenip daha bir gün, “Çok işim var” dediğini duymadığım bu sabırlı, ultra çalışkan ve nazik dostuma. Otuz yılı deviren arkadaşlığımızdan kimler geldi kimler geçti ama şu kitabı Ulus (Baker) görmeliydi, diye düşünmeden edemedim.
Ulus (aramızda soyadını telaffuz babında Ulus Beykır derdi ) ve Tanıl’ı Hatay’da mihmandarlığımla ağırlamak, Arkeoloji müzesini, Hristiyanlık tarihinde ilk kilise olan St. Pierre kilisesini gezdirmek, derin Antakya tarihini ve Bizans’ ı anlatmak, sonra Antakya kebapçısında Humus, Oruk, Samandağ sızma zeytin yağı (dünya da emsali bulunamaz, İtalya ve İspanya dahildir. Bu kadar iddialıyım bir zeytinyağı sever olarak) ve hakiki nar ekşisi gezdirilmiş Mahammara, taze kekik salatası, abu ğannuş ( sizler; kimin uydurduğunu bilemediğim o gülünç ve bir anlamı olmayan “baba gannuş” ismiyle biliyorsunuz), mezeleri ile donanmış soframızda Hambeles Tini (Arap Alevilerce Hambeles meyvesinden üretilen anasonsuz boğma rakı; susuz içilir, üçüncü dubleden sonra ilk içene kendini uzayda gezegenler arasında sahra yapan yersiz yurtsuz bir astronotmuş hissini, bazen de beynin kafatasının içinde bir trombolin üzerinde hiç bitmeyen yükselişler ve düşüşler hali yaşatır) eşliğinde Deleuze – Derrida – Hegel muhabbetine dalmak, Ulus’un zamansız gidişi nedeniyle benim için gerçekleşmemiş ve ilelebet gerçekleşmeyecek bir düş olarak simbiyoz halinde kalmaya mahkûm ne yazık ki.
Burada Ulus’a seslenmek isterim: Sevgili Ulus, on gün evvel İstanbul’da idim, en son 2013 yılında Roger Waters konseri için gitmiş, konserden hemen sonra da dönmüştüm, kimseyle görüşemeden. Ama bu son gidişimde yeni tanıştığım sanat – kültür konularına ortalamanın üstünde ilgili insanlar, akşam rakı eşliğindeki sohbetlerimizin ortalarına doğru mevzular derinleşince seni bana anlatmaya başladılar, ne kadar farklı bir düşünme ve bakış açısına sahip olduğun, birikimin, nazikliğin, yumuşaklığın anlatıldı bana hem de defalarca. Sessizce dinledim, rakı kadehlerini sık sık boşaldığı için doldura doldura ve arada bir, “Yaa öyle mi?” diyerek, seni bir ikon gibi anlatan insanların konstrasyonunu, şehir efsanesinin Mitsel bir dille anlatılışındaki heyecanı sönümlendirmemek için… Dinledim sadece. Ama, o, hiç hoşlanmadığını bildiğim, Ulus Baker Mitine uygun görülmüş olmalı ki tamamlayıcı unsur halinde intihar ettiğin söylendiğinde, Mitin kekremsiliğini duyumsadım. Masada bulunan ve yılların dostu olduğumuzu bilen bir arkadaşın, Murat çok eski arkadaştır Ulus’la, anlattıklarınızdan çok daha fazlası yaşanmışlıklar ile hatıratında gibi bir müdahaleye yeltendiğinde bir göz işareti ile durdurdum ve susmasını işaret ettim. Sadece intihar etmediğini bildiğimi söyleyerek, Antakya kitabına yönlendirdim sohbeti. O heyecanla seni bana anlatanların hiç haberleri olmadı yıllarca süren ahbaplığımızdan. Neden bilmiyorum ama yıllardır ben de saklı kaldığı gibi öylece kalsın istedim.Liverpool futbol takımın, bir madenci çocuğu olan santrfour Ian Rush’ın gollerini, sağ açığı Steve Heıghway’in fuleli deparlarını ve stilinin George Best’ e ne kadar yakın olduğunu konuşurken gözlerinin nasıl parladığını, sigaranın külünün üstüne yağmasına aldırış etmeden bu oyuncuları konuştuğumuzu… Beğenirdin ASİ GÜLÜŞLÜMÜ biliyorum Ulus Beykır. “
Tanıl’la kavlimiz var, bir taam ve kültür gezisi yapacağız birlikte. Aksu’ya (Bora da sözüm var; bir gelin Hatay’a, Antakya uzun çarşısının dünyanın en güzel peynirleri ile “Sizi peynir sarhoşu yapacağım.“ Yakında gerçekleşeceğini umuyorum.
Evet: Antakya böyle işte; başladınız mı bir kez illa dostlar, kaybettiklerimiz anılır. Söz döner dolaşır, tarih, teoloji, sanat, mimari, kültür, Cemil Meriç, Fransız – Arap - Osmanlı – Pers – Bizans ana aksında rotasını belirler. Künefe, kebap, meze sanıldığı gibi bahsetmekten çok gurur duyduğumuz mevzular değildir aslında. Asıl iftihar ettiğimiz; burada tekrar ifşa ediyorum ki, kitapta da altını çizdim: Dünya da - tarihte ilk sokak aydınlatılması uygulaması yapılan şehir olması, yüzyıllardan beri artık yerlerinde yeller esen o ihtişamlı Roma -Pers – Bizans mimarilerinin güzide örnekleri saraylarından, imparator ve imparatoriçelerin ( Roma-Bizans; Persliler değil, çünkü Persliler hep kuşatmak için gelmişler, askeri sebeplerle yani.O yüzden olmalı, kral ve kraliçeleri sayfiye için gelmemişler hiç ) sayfiye evleri yaptırdığı ve aylarca kaldıkları Daphine, kentin yatay ve ızgara yerleşimindeki estetik zerafet, Gaziantep’ e yanında tenzil-i rütbe yaşatacak o çalışkan ama ince yaşam gustosunun zengin-yoksul ayırt olmadan günün her anında yaşandığı, ikram severlik ve cömertlik… İşte bu hasletlerinden onurla bahsetmeyi severiz.
Proje start alınca, ortak bir Antakya aşkının heyecanıyla işbölümü yapıldı, kollar sıvandı işe girişildi. Tüm süreç boyunca yazarlar serbest bırakıldı.Yani ne yazacakları belirlendi, mutabakat ve onay sağlandı; nasıl yazacakları ya da nasıl yazmaları gerektiği gibi yönlendirmeler hiç yapılmadı.
Müeakiben, Hakan Mertcan, takvimi bildirdi. Ara sıra da onca işinin arasında markajını sürdürdü; İletişim yayıneviyle İletişimi koordine etti. Müdahale, şunu şöyle yaz gibi dikteci tavırlardan tutarlı bir tutumla kaçındı Hakan.
Danıştı, fikir aldı-fikir verdi. Kaynaklar, dipnotları, referanslar defalarca teyit edildi. En son bana üç kaynak konusunda yayınevinden gelen, “alıntı ve referanslardan emin misiniz?” sualini iletince, Hakan’a ”Yav! Dinime imanıma eminim, ama hatırın için aha bir kere daha kaynakları önüme çarşaf gibi serdim, üç kere de şimdi kontrol ettim, bir daha sorulursa Kuran, İncil, Tevrat, Zebur hangisi istenirse el basacağım, yanlışlık yok diye.”
En son Hakan aradığında, Allah’ım gene ne çıktı, demeye hazırlanırken İletişim Yayınları’nca tanzim edilen telif sözleşmelerinin geleceğini, gerekli yerlerin doldurulup, adres ve İBAN no’larının dikkatle yazılmasını söylediğinde, neye uğradığımı şaşırdım. “Ne yani Hakan, Antakya’yı yazıyoruz üste bir de para mı alacağı “ dediğimde, “Murat abi, o kadar emek, o kadar zaman, onca çaba harcandı, İletişim Yayınları’nı benden iyi tanıyorsu. Taaa Yeni Gündem - Tarih ve Toplum – Birikim dergisinden, emeğe saygı konusundaki hassasiyetlerini sana bari anlatmayayım”, cevabını aldığımda, sesim titredi, sözleşmeleri imzalayıp geciktirmeden yollarım, dedikten sonra, buğulanan gözlerim maziye daldı.
12 Eylül darbesi greyder gibi kazımış ne varsa kültüre, sanata, siyasete dair.Cezaevlerindeki işkenceler, Erdal Eren’i 17 yaşında idamı, başka idamlar, solun son nefesini vermesi için ne lazımsa yapılıyor eksiksiz.
1980 - 83 arası tam bir çöl hali.Serap bile görülecek gibi değil. Can Kırıklıkları, yaşamın rutini haline gelmiş. İstanbul’dayım ve YÖK kepazeliğinden sonra anti-demokratik koşullarda çalışmayı kabul etmeyen Murat Belge İstanbul Üniversitesi’ndeki görevinden istifa edip İletişim Yayınları için girişimlere başlamış. Haberdar oluyorum; 1983 yılında, hâlâ aynı adreste faaliyetini sürdürmekte olan yayınevine gidiyorum, Murat Belge’nin bile daha odası yok. Herkes bulduğu boş masaya oturup çalışıyor. Ben Murat Belge ile konuştuktan sonra onu kolluyorum, çünkü içtiği Samsun sigara paketlerini her oturduğu masada unutma gibi farkında olmadığı alışkanlığı sayesinde gün boyu Samsun cigarasını tellendirebiliyorum.
Tarih ve Toplum, Yeni Gündem, Gençlik ve Toplum o çöl ortamında yayına başlıyor. Oğuz Atay, Yusuf Atılgan adeta ikinci baharlarını yaşıyorlar, tüm eserlerinin yeni basımlarıyla. Türkiye okuru James Joyce ile o özenli çeviriler sayesinde hemhal oluyor. Tutunamayanlar ile Oğuz Atay, bir kült konumuna getiriliyor okurlarınca.
Ardından Cemil Meriç, Reyhanlılı hemşerimin, bu değerli aydının tüm eserleri yeni bir atakla yayımlanıyor. Peş peşe kitaplar, ansiklopediler (Cumhuriyet Dönemi – Tanzimat Dönemi, Liderler, Bilgisayar ..vs ) ile darbe yönetimi ve 12 eylül ideolojisine karşı entelektüel direniş odağı işlevini layıkıyla yerine getiriyor İletişim yayınları. Hâlâ da bu işlevini kusursuz sürdürüyor.
Yeni Gündem dergisine daha yirmi dört yaşımda, yani 1984 yılında, Hatay Amik ovasındaki tarım işçilerinin sorunlarını ve bilinmeyen eziyetli yaşamlarını, Amik ovasında o Allahın sıcağında iki gün dolaşarak, tanıklıklarımla yazıyorum.
Yine, Yeni Gündem dergisi için o zamanlar azınlıklarla ilgili yazılar ve haberler yazan Osman Balcıgil ile İstanbul’ da, İletişim yayınevinde görüşüp sözleşiyoruz. Bir ay sonra Osman çıkıp geliyor Reyhanlı’ ya.
Osman’ın, “Bu kadar sıcak insan haklarına bile aykırı“ sözüne hak verdirecek bir mübarek cehennem sıcağında iki gün çalışıyoruz Reyhanlı’ da. Ortaya dört başı mamur bir “Çerkesler” yazısı çıkıyor. Kuzey Kafkas kültür derneklerinin panolarında aylarca asılı kaldığı ve Yeni Gündem dergisine teşekkürlerin bildirilmesi dernek yönetimlerince bana iletiliyor, ben de iletiyorum, Osman’a, Murat abiye (Belge’ye). Çerkes halkı gururlanıyor bu yazı ve cesaret karşısında.
Bunlara rağmen, ne, sol liberal sivil toplumculuğumuz kalıyor, ne de aslında Marksist bile olmadığımız. Hele birileri hızlarını alamıyor, Murat Belge’nin aslında Marksizm’i bilmediğini, anlamadığını söyleyebiliyor. Gülüp geçiyoruz.
Yıllar yılları sanki elinde sopa varmış gibi kovalıyor. 12 Eylül darbesinden sonra, yayını durdurulan göz bebeğimiz “Birikim” müjdesi geliyor.
Tanıl, arayıp bildiriyor:
“Murat, sana çok sevineceğin bir haberim var, Birikim yeniden çıkıyor.”
O yıllarda pek trend olan; tarifsiz kederler içindeyim (Orhan Veli), hüzün ki en çok yakışandır bize (Hilmi Yavuz), söylemlerinin gölgesi dağılıyor. Kaos tünelinin ucundaki ışığın, üzerimize gelen trenin farı olmadığını ayırt edebiliyor ve Binyayla istikametini gösteren pusulamıza bakarak yönümüzü belirliyoruz.
Kapatıldığı sayı olan 1980 Mayıs ayından 9 yıl sonra 1989 yılı mayıs başında çıkmaya başlayacak. Ömer abi (Laçiner), Fransa’dan dönüyor. Nihat Tuna, Tuğrul Paşaoğlu fizik kurallarını altüst eden birer dinamo gibi başlıyorlar çalışmaya. İlk sayılarda yayımlanan Miles Davis Caz ve Biz, başlıklı yazımla onurlanıyorum, ardından Yenide Ütopya yazısı, Yeşiller Partisinin 1. kurultayından “Eleştirel Kolaj Eskizleri”, “Hiçbir Etniye Devlet Müstehak Değildir” başlıklı yazılarım geliyor ve devam ediyor.
Kifayetsiz muhterislerin, önümüzden tek çare olarak köşe bucak kaçışmalarının ezikliğiyle, egolarının üzerinde birdirbir oynuyor olmamızın üzerine içine düştükleri sefaletleriyle, tam da kişiliklerine uygun düşen ahlaki pespayelikleriyle arkamızdan “Birikim tayfası” lakabıyla andıklarını duyuyoruz, takmıyoruz bile. Çünkü, hayatın her alanında Sosyalist mücadelenin tam göbeğindeyiz. Darbeden de, neo- liberalizm – rekabet – serbest piyasa mahlukatının kuşatımından ve baskılarından da çekinmiyoruz. Alanlarda, fabrikalarda, tarlalarda mitinglerdeyiz her zaman. Korkusuzca ve arı gibi çalışıyoruz. Ömer Laçiner yeni dönem için çok açık söylüyor:
Dergi (Birikim) çalışanındır, fikren de cismen de.
Tarih ve Toplum dergisinden öğreniyoruz ki Antakya Arkeoloji müzesi, dünya müze literatüründe, Mozaik müzesi olarak dünyanın ikinci önemli ve zengin müzesi imiş. 1984 yılı olmalı. Yani daha, “Asi Gülüşlüm – Ah Güzel Antakya” kitabı için tam 34 yılın geçmesi gerekiyormuş.
Bu yazı yazılmadan on gün evvel İletişim Yayınları’na gidiyorum. Muzaffer Oruçoğlu’nun sergisinin açılışına katılmak için gittiğim İzmir’de tesadüfen denk gelen TÜYAP fuarı sırasında İletişim Yayınları standında ziyaretine gelme sözünü verdiğim Kerem Ünüvar a uğruyorum. Söz vermiştim, diyerek, Barış Özkul ile gıyaben tanışıyor olmamızı vicahiye çevirip, yüz yüze tanışarak resmiyeti atlıyoruz. Yazılarını çok beğendiğimi, kaçırmadan okuduğumu söylüyorum Barış’a, tevazuyla ben de sizin yazılarınızı, yanıtını veriyor.
1983 yılında kapısından girdiğim yayınevi artık ikinci nesile emanet, çok rahatlamış bir ruh haliyle çıkıyorum, çünkü emin oluyorum ki, emanet sağlam ellerde. Çalışkanlık, tevazu ve saygı geleneği kendini yeni zamanlarda da, neo-liberal hegemonyanın yıpratıcılığına da teslim olmadan sürdürülüyor. İçim huzurla doluyor, göneniyorum.
Praxis, yakıcı enerjiyle yeniden üretiliyor, durmaksızın, yorulmaksızın.
“Asi Gülüşlüm” nihayet çıkıyor. Çok zengin muhteviyatı ile neredeyse farklı bir türün lokomotifi gibi. 22 Antakya aşığının kalemlerinden gözelerden fışkıran tertemiz ve berrak sular gibi akıyor yazılar:
ANTAKYA’ NIN RUHU,
TARİH,
COĞRAFYA,
KÜLTÜR VE KİMLİK,
İNANÇ
HAYAT,
SANAT VE EDEBİYAT,
SOFRA,
SPOR
Bölümleriyle 36 makaleden müteşekkil. Çok güzel fotoğraflar kitabın final sürprizi olarak yer alıyor.
İstanbul ziyaretimde bir akşam yemeğindeyiz; T24’ün sahibi, çalışanı, emekçisi Doğan (Akın ) ve Ömer abi (Laçiner), akşam saat 19:30 da girdiğimiz meyhaneden sabaha karşı 2:30 da çıkıyoruz. İlk yazımda yani 34 yıl evvel kendisini güya eleştirdiğim, küstahlığım ve sakilliğim aklıma geliyor, Ömer abinin hadi “Murat hoş geldin”, diyerek ehl-i keyif içindeki rakı bardağını kaldırmasıyla tokuşturuyoruz. Kadehimi alta gelecek şekilde tutuyorum, rakı adabındaki erbabının itinayla riayet ettiği hürmet ritüelidir, anlıyor ve gülümsüyor Ömer abi.
İlk dubleyi fondip yapıyorum, aklımdan o eleştiri müsveddesi küstahlığımı kafamdan kovmak için. “Asi Gülüğlüm”ü de konuşuyoruz, telifin beni çok etkilediğini çok duygulandırdığını söyleyince Ömer abi, “Atla deve değil canım“, diyor ama benim için emeğe kıymet ve hürmet tarafı yani etik boyutu değerli; yoksa o telif zaten kursağımdan geçmeyecek. Birer Anason çiçeği gibi çıkıp sarılıyor, vedalaşıyoruz Ömer abimle.
24 yaşında; Hatay – Amik Ovasın’daki Tarım İşçileri, 57 yaşında; Asi Gülüşlüm kolektif kitabına üç makale arasında geçen 34 yıl, dudağımda Erkin Koray’ın, Arap Saçı şarkısının dizeleri Konstantinapolis sokaklarında yürüyorum… Kaybolup gitti yıllar, ömrüm böyle tükendi… Ne kadar zalim yıllar… Saçlarıma erimez karlar yağdı…
Antakya sevdalısı bir Marksist enternasyonalist olarak, birçok sözü telaffuz etmeyi ilk kendisinden öğrendiğim, Ömer Laçiner’e, İletişim Yayınları’nın 2. nesil çalışanlarına, bu kitabı üst kalitede yaratan başta hem adı hem soyadıyla müsemma Hakan Mertcan’a, yazarlarına, alıp okuyacak değerli okurlara müteşekkir olduğumu söylememe gerek var mıdır ki?