Fransa'da T24 muadili bir internet gazetesinde, mesela Emile Zola ve kuzey Fransa'da bir kömür madeni havzasında çalışan maden işçilerinin hayatlarını ve sınıf mücadelelerini konu alan romanı Germinal'in tanıtım ve değerlendirme yazısına Zola hakkında biyografik bilgi vererek başlansa, Zola'nın edebi kişiliği ile girizgah yapılsa yazı çok absürd bulunurdu. Çünkü Fransız edebiyat okurları ve yazın alemi Zolayı da, alanında ilk ve tek eser olan Germinal'i de çok iyi bilirler ve yazının didaktik girişini çok yadırgarlardı. Germinal 1885 yılında yayınmlandı ve geniş yankı uyandırdı.
Zola'nın cenazesinde toplanan işçiler "Germinal! Germinal!" diye haykırdılar. O zamandan itibaren roman, işçi sınıfını temsilinde ve Fransız maden işçileri kültüründe önemli bir kilometre taşı olmuştur.
Germinal, yüzyıl sonra başrolünü Gerard Depardiu'nun oynadığı sinema filmi olarak aynı adla çekildi. Film de roman gibi dünyada çok tartışıldı, konuşuldu.
Ama, memleketimizde süreç farklı ve iç burkucu bir minvalde işliyor. Kırk civarında roman, öykü, şiir, masal, siyasi tarih kitabı ve sayısız makale yazmış; altı Avrupa ülkesinde yetmiş resim sergisi açmış bir ressam ve heykeltraş olsa bile, bu yazının konusu olan romanın yazarı hakkında bir biyografik giriş zorunlu oluyor. Çünkü; edebiyat dünyası, yazarları, eleştirmenleri, okurları topyekûn olarak adeta fikir birliği etmişlercesine Muzaffer Oruçoğlu'nu ve bir başyapıt olan aynı zamanda Türkçe edebiyatta bir ilk ve tek olan devasa eseri Grizu romanını menzillerine hak ettiği kadar dahil etmediler. Yakın zamanlardaki Soma, Ermenek, en son Amasra' daki Grizu vakalarında yüzlerce maden işçisi hayatını kaybettiği halde. Manidar ve antagonistik bir durum bu. Bin yedi yüz sayfa ve dört cilt olan Grizu konusu ve hacmi bakımındanTürkiye' de benzersiz bir roman konumundadır. Ayrıca proleter edebiyatın en parlak örneğidir. Gerçekçi – epik bir destan olarak tanımlanabilecek Grizu mevzusuna girmeden evvel yazarı Muzaffer Oruçoğlu hakkında kısa bir bilgi paylaşımı yapmak, okurlar, bilhassa da Z kuşağı mensubu olup romana olası ilgi gösterecek genç okurlar için, gerekli görünüyor.
Muzaffer Oruçoğlu, 18 Mart 1947'de, Kars'ın Göle kazasına bağlı Büyük Zavot köyünde doğdu. Köyünde ilkokul olmadığı için ilkokulun ilk üç yılını komşu köyün (Küçük Zavot) okulunda, bir yılını kendi köyünde, son yılını da Kars'ta okudu. Kars Orta Okulu'nu bitirdikten sonra, Öğretmen okulu sınavlarını kazanarak Rize Öğretmen Okuluna, iki yıl sonra da İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu hazırlık Lisesine gitti. Bir yıl sonra, Fen Fakültesi Matematik Astronomi bölümüne girdi.
68 öğrenci hareketlerine katıldı. Dev-Genç içinde yer aldı. Üniversiteden yakın arkadaşı İbrahim Kaypakkaya ile birlikte, Dev-Genç sonrasında TKPML örgütlenmesinde kurucu rol üstlendi. 1973'te siyasi faaliyetleri nedeniyle ömür boyu hapse mahkûm edildi. Cezaevi yıllarını şiir ve roman yazarak geçirdi. 13 yıl hapisten sonra Fransa'da iltica etti.Yeniden roman yazmaya ve resim yapmaya başladı. Siyasi ve edebiyat dergilerinde makaleleri yayımlandı. 1988 yılında Avustralya'ya yerleşti. Bu kıtada ilkin iki yıllık resim ve heykel kolejini (Greensborough TAFE COLLEGE - NMIT) bitirdi. Daha sonra Royal Melbourne Teknoloji Enstitüsüne (RMIT) bağlı, PUBLİC ART bölümünde üç yıl Resim ve Heykel eğitimi yaptı.
2011 yılı Abdullah Baştürk İşçi Edebiyat Ödülü, Grizu adlı romanına verildi. Avusturalya'da yaşıyor.
Son yüzyılın Avrupa'sındaki en parlak Marksist düşünür Antonio Gramsci'nin aydın tanımında yaptığı geleneksel aydın – organik aydın tasnifine göre, Oruçoğlu, tam anlamıyla ve bütün karakteristik özelliklerini taşıyan bir organik aydındır.
Politik kişiliği ile sanatçı ve yazarlık şahsiyeti aynı tutarlılık ve kaliteye sahiptir. 75 yıllık badirelerle dolu ömründe siyasi / ideolojik bir yalpalama, sanat hayatında bir tutarsızlık görülmemiştir. Politik tavır ve üretimi ile egemen bloka karşı tarihsel blokun yeniden inşasına, sanatı ve sanatsal üretimi ile de yeni bir insani hegemonyanın kurulmasına katkı vermeyi yaşam tarzı haline getirmiştir
Yazarın Grizu romanının yazılış sürecinde yaşadıkları:
"Melbourne kentine üç saat uzaklıkta bulunan Balarat ve Bendigo altın madenlerini gidip iki kere inceledim. Yeraltı beni etkiledi. Zonguldak havzasıyla ilgili kaynaklara ulaşma çabası içine girdim. Yine bir açık maden ocağını gezdim. Sarkıtlı dikitli büyük mağaraları inceledim.
Paris'e gittiğimde, duvarlarını binlerce ölünün kafataslarıyla ördükleri o korkunç yeraltı tünelini gezdim. Daha sonra, Almanya'da, Essen'e yakın bir yerde, yerin 1200 metre derinliğine indim, işçiler çalışırken, galerilerde, kömür damarlarında, iki saati aşkın bir süre inceleme yaptım. Müze haline getirilen bir başka kömür ocağını gezdim.
Yine, 19. yüzyılda kömür ocakları sistemini, galerileri, kuyuları, asansörleri, tulumba, lağım, tahkimat ve havalandırma sistemlerini, lamba biçimlerini sergileyen bir müzede inceleme yaptım, notlar aldım. Duisburg'ta bulunan, yaşlı, Zonguldaklı madencilerle konuştum. Filmleri izledim.
Roman kafamda çok daha belirgin bir hâl aldı. Genel olarak Karadeniz, özel olarak da Zonguldak havzasına ilişkin okuma ve not almalarımı aralıksız sürdürdüm. Tarih, folklor, halk yaşamı, coğrafya, arazinin jeolojik durumu, üretim ilişkilerinin geçirdiği aşamalar, etnik yapı ve dil alanlarında kaynak topladım, yoğunlaştım.
Edindiğim çok yönlü bilgi romanın yazımını kolaylaştırdı. Tüm bu incelemelerim, okumalarım içinde, beni en çok, küfeci çocukların durumu ve Cumhuriyet döneminde, yaşlı madencilerle yapılan söyleşiler etkiledi. Yeraltından çok, yeraltında çalışan insanın ruhunda gezinmeye çalıştım. Madenci ruhunun derinliklerine inebildim mi, inemedim mi bilemiyorum. Araştırmalarım, yeniden gözden geçirmelerim de dahil, ömrümün sekiz yılını aldı bu roman."
Romanın, Abdullah Baştürk ödülünü aldığı törene yolladığı mesajda ise özetle şu açıklamayı yapıyor:
"Grizu adlı romanı yazarken karşılaştığım güçlükler üzerinde durmak istiyorum biraz. Romanı yazmadan önce, madencilerin ve onları kuşatan şartların özellikle iç dünyasını, ruhsal durumunu anlatmayı amaçlamıştım. Roman, madencinin ruhundaki fırtınayı özümlemeli, havzanın can alıcı çelişkilerini, gizli dünyasını estetize etmeli diye düşünüyordum. Havza, dil, tip, ilişki, ruh ve olay bakımından oldukça canlı ve zengindi. Bu canlı ve zengin alan, canlı ve zengin bir dille anlatılabilirdi ancak. Yeraltının ya da Hades'in karanlığını, basıncını, rutubetini, körnefesini, göçüğünü ve ateşnefesini kat kat işgal eden karınca çeşnisinin iç dünyalarını anlatmak için de böylesi bir dile ihtiyaç vardı.
Yaşamımın on üç yılını cezaevinde, 20 yılını da yurt dışında geçirmiş, dilin dinamik dünyasından ve kaynaklarından kopmuş birisi olarak, en büyük güçlüğü dilde çektim ve bu dili romanda yakalayabildim mi bilemiyorum. Öte yandan, madenci değildim; madencinin iç dünyasını nasıl anlatacaktım? Avustralya'da ve Almanya'da kömür ocaklarına inmekle, Duisburg'daki yaşlı, Zonguldak'lı madencileri dinlemekle de madencinin ruhunu tanıyamazdım. Bu noktada, kendi ruhuma dayandım. General ya da tüccar olmadığı halde, generalin ve tüccarın iç dünyasını anlatan yazarları düşündüm. Hapislik hayatımda, bazı cezaevlerinin havasız, yarı -loş, rutubetli yeraltı hücrelerinde, tek başına kalmamın, kendi iç fırtınalarımı dinlememin ve kendimle hesaplaşmamın bende bıraktıklarına dayandım.
Bir yeraltı hücresinin de, tıpkı bir maden ocağı gibi, insanı kendi iç gerçekliğine, sabır, metanet, dayanışma ve merhamet duygusuna doğru yolculuğa çıkarabileceğini düşündüm. Eski ve yeni madencilerin anılarını dikkatle inceledim.
Roman, madencinin iç alemine ne ölçüde yaklaştı bilemiyorum. Bir yazarın yaşamında en güzel şey, her eserinin yeni bir biçim ve dille ortaya çıkmasıdır. Bu, oldukça zor bir iştir. Kömür havzasının, insanı yeni bir biçime ve dile teşvik eden, zorlayan bir alan olmasına rağmen, Grizu adlı romanlarla, yirminci yüzyıl Cumhuriyet dönemi romanının klasik biçimini aştığımı, yeni bir biçim yakaladığımı söyleyemem.
Gerçeği yorumlamaktan veya bire bir yazmaktan rahatsız olduğum halde; sanat denilen şeyin de, gerçeği, felsefenin ve estetiğin ateşinde biçimlendirme ve bir üst seviyede yeniden yaratma olayı olduğunu bildiğim halde; gerçeğin ayartıcı sesi, roman yazma sürecinde, sirenler gibi çekti beni; bu çekiş gücüyle, zaman zaman, uzun politik geçmişimin katı labirentlerine girdim ve biçim yaratma dehasından uzaklaştım. Bu benim yaratıcılığımın hazin yanıdır.
Grizu romanını yazarken, hayal dünyam, farklı tiplerin, karekterlerin bir alanı haline geldi. Bazı bölümleri, kavrama minvalini yitirmiş, kendi dışında gezinen bir kalemle yazınca, kendimi, sonsuzluğa karşı işleyen bir zaman diliminin içinde buldum ve ortaya, hiç ummadığım mizahi karekterler çıktı. Bu bölümler bana, mizah denilen şeyin, gerçeğin ruhuna ve büyüsüne, edebiyatın diğer alanlarından daha yakın olduğunu telkin etti. Sanat, özünde, ahlaka karşı bir çıkıştır. Grizu'yu yazarken, en çok şiir ve felsefe okuduğumu belirtmeliyim. Düşüncenin, hayalin ve ahlakın sınırlarını zorlamanın, bunların dışına taşmanın başka bir yolu var mı bilemiyorum. Ben politikadan sanata, sanattan politikaya ve yeniden sanata geçmiş bir insanım.
Politikanın habis yanından, yani ahlak sisteminden; kurallar, tasnifler, hiyerarşiler silsilesinden kurtulma çabam, benim edebi yaşamımın önemli bir çabasıdır. Öte yandan, politikanın devindirici ateşini, estetize ederek, edebiyata taşıma gibi bir şansa sahip olduğumu da belirtmeliyim. Yazdığım her romanın özüne, kendini okura zor hissettiren bir Promete ateşinin sinmesini ve bu ateşin, sonsuzluğa ve onun ürkütücü, dipsiz kara deliğine, zorunluluğuna karşı bir bebek safiyetiyle gülümsemesini isterim. Ben en çok bu romanın kahramanlarıyla iç içe geçtim. Bu romanın kahramanlarının bir bölümü, kendi gerçeklikleriyle resim dünyasında yerlerini aldılar ve çizimleri sırasında, sürrealist bir dünyaya doğru taşıdılar beni. Romancı kahramanlarını yaratır; kahramanları döner, romancıyı yaratır."
Grizu'daki üslup ve dil, Oruçoğlu'nun geliştirdiği ve yeniden ürettiği büyülü gerçekçi ve özgün bir dildir. Romanın hacmine uygun olarak doksan karakter / roman kahramanı, dört cilt boyunca anlatının ana ekseninde hep varoluyorlar. Sosyalist bir perspektifle yazılmış olan romanda, maden işçilerinin hayatları, başlarına gelenler, şiddetin içkinleşmişliği, kadının ezilmişliği, erkek egemen kültürün hükümranlığı, siyasi erkin ezilenlere olan hınç ve öfkesi, süreçler ve olaylar sınıf mücadelesi optiğinden anlatılıyor.
19. yüzyılda, Osmanlı döneminin Zonguldak sınırlarındaki maden havzasında ilk kazmanın vuruluşuyla başlıyor ve havzada yaşananlar, hadiseler, insanların ruh halleri, iç dünyaları, insan- insan ve insan-devlet ilişkileri, derinlemesine ve gerçekçi bir tarzda anlatılıyor. Yörede yaşamış ve gelişmelere yakından tanıklık etmiş, çok güçlü bir gözlem yeteneğine sahip olan bir anlatıcı tarafından ve ayrıntıları da atlamadan, okuru da olayların içine çeken bir üslupla kotarılabilecek böylesi bir roman, Muzaffer Oruçoğlu tarafından hakkı verilerek yazılmış. Bu bakımdan, Grizu tarihsel bir roman olarak da değelendirilebilir; böyle bir roman yazımını gerçekleştirmek için, Oruçoğlu belli ki havzanın tarihine ilişkin kapsamlı bir araştırma yapmış.
Romanın olay ve anlatı örgüsünün merkezinde, madenci bir aile yer alıyor. Bu aile ilk kazmakeşlerden Kör Cemal ve ailesi ile çevresindekiler, romanın asıl bireyleridir. Bu bağlamda madenlerde çalışma biçimlerinden kadın-erkek ilişkilerine kadar hayatın çeşitli alanları, içerisinde bulunulan toplumsal-tarihsel süreçle ilişkilendirilerek işleniyor. Özellikle, yapıta adını da veren ve yörede "körnefes" olarak adlandırılan "Grizu" belası, maden ocağının içindeki direklere asılan Kuran-ı Kerim ve boyunlara takılan muskalara karşın yine de engellenemeyen yangın, göçük ve grizu patlamaları meydana geldiğinde de, işçilerin, şöyle bir söylemle teskin edilerek, mütevekkil ve kadere boyun eğmeleri sağlanıyor:
"Her madenkeş, Peygamber efendimizin gözünde ak donlu bir kâbe güvercinidir. Çıkardığınız her kömür parçasının, sevap hanenize altın harflerle yazıldığından haberiniz var mı? Hâl böyleyken, işin içine fesat girerse, fitne fücur girerse ne olur? Kömür tozu patlaması olur, göçük olur, körnefes olur, olur da olur."
Grizu, kömür madeni işçileri için Türkiye'de hâlâ ölümcül tehlike olmaya, yüzlerce can almaya devam ediyor. Maden ocağı işletmesinin patronu için verimlilik ve daha çok kömür daha çok kâr, madencilerin hayatlarından daha önemli olduğu için bu katliam gibi kazalar sık oluyor. Ama ilk birkaç günden sonra da unutulup gidiyor. Duyarlı ve işçi sınıfından yana; emeğin kurtuluşu için çalışan bireylerin Grizu romanını okumaları gerekiyor.
Bu ülkede Oğuz Atay'ın Tutunamayanları yüz iki, Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sı yüzüncü baskıyı yapıyor ise, Grizu bu en az otuz baskı yapmalıydı. Bunun için sınıf mücadelesinde saflarını belirlemiş insanların çaba ve gayret göstermeleri neoliberalizmin üzerinde tepindiği erdemlerimizden ahde vefanın yeniden hayata geçirilmesi için de bir fırsattır.
Grizu romanı, dört cilt ve bin yedi yüz sayfa denilince ilk başta irkiltebilir. Ama bir başlayınca kalitesi, yazarın yetkinliği, konusunun güncelliği, dil ve üslubunun yaşattığı heyecan, okura, Muzaffer Oruçoğlu iyi ki Grizu' yu yazmışsın, dedirtiyor… Amasra vakasını hatırlatsa da...