İçinde bulunduğumuz krizde Başbakan Erdoğan’ın iktidarını koruma stratejisi, maalesef Türkiye’yi iki hesap vermeyen devlet ve demokrasi tehdidi arasında yapay bir seçim yapmaya zorlamaya dayanıyor. Kuvvetler ayrılığını ve ifade özgürlüğünü iyice ortadan kaldırmış, yolsuzlukları için hesap vermeyen bir tek parti devleti, ve sivil darbe yaptığı iddia edilen cemaatçi bir paralel (derin) devlet. Oysa Türkiye’ye dayatılmaya çalışılan bu yapay seçim tam bir çarpıtma oluşturuyor. Her iki seçenek de demokrasi ve özgürlüklerle aynı derecede çelişiyor. Hukuktan, hukuk devletinden ve yolsuzlukların soruşturulmasından yana tavır almak hiçbir şekilde cemaatçi bir derin devleti savunmak anlamına gelmiyor. Tam tersine, cemaatçi, Milli Görüşçü, Erdoğan’cı veya öznesi başka ne olursa olsun devlet içindeki her türlü hesap vermek istemeyen geçmiş ve gelecek paralel oluşumla mücadele etmenin yegane yolu gerçek anlamda bir kuvvetler ayrılığını ve hukuk devletini savunmaktan geçiyor.
Kürtler dahil olmak üzere bu yapay iki seçenek arasında sıkışmayı kabul etmek Türkiye için vahim bir hata olur. Cumhurbaşkanı Gül’ün şu ana kadar pasif bir tutum takınmayı seçmesi ve hukuk devletinden yana ağırlığını koymaması bu tehlikeli tıkanmışlığı pekiştiriyor.
Oysa cumhurbaşkanı. AB katılım müzakerelerinin “Yargı ve Temel Haklar” ve “Adalet, Özgürlük ve Güvenlik” ile ilgili 23. ve 24. fasıllarındaki ilkeleri ve reformları Türkiye’nin tek taraflı olarak uygulamaya geçirmesini gündeme getirerek bir çıkış yolu sunabilir. İçinde bulunduğumuz derin krizin taraflarından birine destek vermek durumuna düşmeksizin demokrasiden ve hukuk devletinden yana tavır alan tarafsız bir cumhurbaşkanı olarak puan toplar. Türkiye’nin geleceğine ve demokrasisine tarihi bir hizmet yapmış olur.
Türkiye’nin yararına olan ve ulusal programlarda da taahhüt edilen bu fasıllardaki koşullar sadece kuvvetler ayrılığını ve yargı bağımsızlığını güçlendirmiyor. Aynı zamanda yargının tarafsızlığını ve demokratik hesap verebilirliğini güçlendiriyor. Sadece yargının şeffaflığını geliştirmiyor. Aynı zamanda hükümetin ve siyasetin şeffaflığını ve hesap verebilirliğini geliştiriyor. Yani bahsettiğimiz iki yapay seçenek dışında bir çıkış yolu çiziyor.
Eğer böyle bir çıkış yolu bulamazsak, hükümetin mevcut krizle baş etme stratejisi demokratik hukuk devletini sadece pratikte değil prensipte de hızla yok etme yolunda.
Yaşadığımız krizde emniyet güçleri mahkeme kararlarını uygulamadılar. Mahkemelerin ve savcıların değil hükümetin direktiflerine uydular. Bunu hükümet herhangi bir mazeret sunarak, olağanüstü hal ilan ederek veya yeni yasalar çıkararak yapmadı. Hiçbir açıklamada bulunmadan ve yasal yetkiye değil salt güce dayanarak yaptı.
Bu basit bir şey değil. Çünkü geçmişte askeri vesayet bile, haklı veya haksız bir takım mevcut yasalardan yetki aldığını iddia ediyordu. Askeri rejimler bile en azından yaptıklarını sıkıyönetim türü yasalara dayandırırlardı.
Türkiye’de yargı ve hukuk zaten zayıf ve ideolojikti, insandan çok devleti korurdu ve bunu herkes biliyordu. Mahkemeler vicdanları zedeleyen ve ideolojik kararlar hep verdiler ve siyasetçiler dahil herkes bunu eleştirdi.
Ama yakın zamana dek kamuoyuna mal olmuş önemli konularda yargı kararlarını alenen yok saymak ve uygulamamak başta devlet mekanizması olmak üzere kimsenin aklına gelmezdi.
2008’de AYM AKP’yi kapatma davasını görüşürken de iktidar ve birçok demokrat yargıyı en ağır şekilde yanlı ve ideolojik olmakla suçladı. Elinden gelen baskıyı yaptı. Ama kapatma kararı çıkarsa bunu uygulamayız, iktidarı bırakmayız dendiğini hatırlamıyorum. Kapatma kararı çıksaydı da herhalde AKP ve devlet mekanizması buna uyacaktı.
Bu çok çok önemli. Çünkü yanlış yargı kararları derin yaralar açar ama zamanla düzeltilebilir azaltılabilir. Bugün de yargının en azından bir kısmı yanlı davranıyor olabilir ve hükümeti düşürmek amacını güdüyor olabilir. Ama bu haksızlık gene hukuk devlet içinde düzeltilebilir.
Ama yargı kararlarının meşruluğunu ortadan kaldırdığınız anda sistem çöker. O zaman doğru kararların uygulanacağını nasıl bilebiliriz? Yarın Yüksek Seçim Kurulu seçimlere hile karıştığını saptarsa ve seçimlerin tekrar edilmesine karar verirse bu kararın uygulanacağından nasıl emin olabiliriz?
‘Hükümet otoriter olabilir ama hiç değilse meşruiyetini seçimlerden alıyor” demek de mümkün değil.
Özgür ve adil seçimler konusunda durumumuz gitikçe kötüleşiyor. Sivil toplumun ve vatandaşın iktidara ve muhalefete soru sorma, muhalefet etme ve alternatiflerini öğrenme hakkı rutin bir şekilde ve fütursuzca ellerinden alınıyor, kurumsallaşma yolunda. Uluslararası insan hakları ve demokrasi örgütleri yeterince belgelediği için medya, toplantı ve gösteri özgürlüklerine burada girmiyorum.
Ama örneğin on yıldır iktidar ve muhalefet partisi liderlerini aynı televizyon ekranında birbirlerine soru sorup tartışırken göremedik. Bu durum sadece iktidarın değil muhalefetin de kendine çeki düzen vermesini engelliyor.
Önümüzdeki alternatifler nedir anlayamıyoruz. Hükümetin değil okuyucuların seçtiği gazetecilerin ağzından istediklerimizi soramıyoruz.
Hasan Cemal, geçmişte de iktidarların “cici gazetecileri” vardı ama farklı düşünen gazetecilerle de tanışırlar, sorularını yanıtlarlar, seyahatlerine katılan gazetecileri de gazetelerin yöneticileri belirlerdi diyor. “Başbakan Erdoğan… yalnız kendi sesini duymak istiyor… 45 yıllık meslek hayatımda bu kadarına ilk defa tanık oluyorum” diye ekliyor.
Hükümetin sunduğu yeni HSYK tasarısına göre yarın birgün AKP seçimleri kaybeder ve AKP’liler yargılanırsa o zaman onları yargılayacak olan hakimlerin disiplin işlerini yapan kurulu kim belirleyecek? Bugün muhalefette olan ve hükümetle kavgalı bir partinin adalet bakanı belirleyecek. Özgür ve adil seçimlerle iktidarı bırakabilmeyi tahayyül eden bir parti böyle bir tasarıyı TBMM’ye sunarken iki kez düşünmemeli mi?
Türkiye’nin yurtdışındaki imajı bir süredir büyük bir hızla bozuluyor. Bu gidiş yılbaşı rehaveti geçtikçe daha da hızlanacaktır ve ekonomik sonuçları olacaktır. Bu kimsenin isteyeceği bir şey değil.
Bu krizden şu veya bu grubun değil Türkiye’nin kazanarak--veya en az zararla çıkmasını istiyorsak—ısrarla şu veya bu grubu değil kurumları ve demokratik hukuk devleti ilkelerini savunmak zorundayız.
Kürt Meselesi’ni gerçekten demokrasi içinde çözmek istiyorsa BDP de bunu savunmalı. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, “Bu bir darbe girişimidir. Bu şekilde Başbakanın götürülmesine BDP evet demez. Paralel devlet de şu anda en meşru ve uygun zemini (yolsuzluk) yakalamış durumda” diyor (Mete Çubukçu’nun haberi, 13 Ocak). Oysa paralel devlete dayalı siyasal argümanlar yarın BDP’ye karşı da kullanılabilir; KCK’nın da bir parallel devlet kurma girişimi olduğu iddia edilebilir. Oysa gerçek anlamda bir hukuk devletini savunmak KCK davalarındaki mağduriyetleri engellemenin de yegane yolu.
Cumhurbaşkanı Gül Türkiye’nin AB’ye katılım ulusal belgelerinde taahhüt ettiği 23. ve 24. fasıllardaki ilkeleri gündeme getirerek bu konuda öncülük yapabilir ve Türkiye’nin önünü açabilir.