Milliyet, İmralı’da Öcalan ile BDP’liler arasındaki görüşme notlarını yayınlayınca, gazetenin sahibi Erdoğan Demirören, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın hiddetinin köpüğünde boğulup, Başbakan kuyrukçusu bir gazetecilik istediğini söyledi;yayın yönetmenini payladı, iki yazarın atılmasını istedi, vesaire, vesaire, vesaire... ve kaba gerçeği suratımıza çaldı. Medya patronu, sermaye meselesine bir kere daha geldik.
Medya patronlarının başbakanların önünde neredeyse secdeye vardığı, gönlünü hoş etmek için elinden geleni ardına koymadığı bir ortamda ne kadar özgür olunabilir?! Olunamaz. Ama patron daha da zenginleşebilir. Ekonomiyi ve finansı çok iyi takip eden bir gazeteci arkadaşım, Haziran 2011 seçimlerinden hemen önce, NTV’den bazı programcılar uzaklaştırıldığında, “AKP iktidarı döneminde en çok kazanan patron, Ferit Şahenk” demişti. Birkaç gün önce de Ferit Beyin en büyük Türk zengini olduğu ilan edildi. FŞ’nin aksine, lafı iyi dinlememeyi seçen, “emir tekrarı” yapmayan patronlara neler yapıldığını da gördü dünya alem ... bir ders çıkardıklarını sanıyorum.
Köklü ve övünülebilir bir gazetecilik geleneği olmadığı için patronların çıkarları, en temel gazetecilik ilkelerinin ve çabalarının önüne geçiyor; onları bertaraf ediyor. Patronların iktidarla ilişkileri, gazete/televizyonların ve gazeteciliğin iktidarla – ahlaksız – ilişkisini doğrudan doğruya belirliyor. (Editoryal bağımsızlığı korumak bakımından sermaye ve yönetim yapısının ne kadar önemli olduğunu gösteren iki örneği görmek için buraya tıklayın ve bizim medya kuruluşlarıyla karşılaştırın.)
Gazete ve televizyonlarımızın patronları, en azından, medya dışı işlerinin zarar göreceği korkusuyla ya da yeni kazanç kapıları açılacağı iştahıyla hükümet baskısına ve taleplerine boyun eğiyor.
Bu sorun, hepimizin bildiği gibi, sadece Türkiye’ye has değil ve sadece iktidarla ilişkiden de ibaret değil. Patronların iktisadi/ticari çıkarları da çürütücü, yoldan çıkarırıcı rol oynuyor. Temmuz 2011’de Britanya’da Murdoch’un gazetelerinden birinin telefonları dinlediğinin ortaya çıkmasıyla patlayan skandal bunun iyi bir örneği. (Fakat mesela köklü İngiliz gazetelerinin daha kuruluş aşamalarında ve sonraki maceralarında bu editoryal bağımsızlık meselesihep öncelikli yerini korumuştur. Medya patronluğuna göz yaşartıcı bir örnek için şuraya bakılabilir: Ateş altında gazetecilik.) Kimi İngiliz gazete ve internet sitelerinde yürüyen tartışma, bu meselelerin çözümünün kolay olmadığını gösteriyordu. Yine de birçok öneri ortaya atıldı. En çok dile getirilen önerilerden biri, medya patronu olmanın kimi kriterlere bağlanması ve sonra da denetlenmesiydi. (İngilizce bilenler için opendemocracy.net çok iyi bir kaynak.)
Hayır, yazamayız. Hele Robert Fisk’e sorarsanız, asla yazamayız. Fisk, “Times’ı neden bırakmak zorunda kaldım” (yazının tam metni) başlıklı yazısında şöyle diyor:
“Murdoch'ı suçlamak mümkün değildi. Murdoch her zamankinden daha fazla halifeydi, bir başyazı ya da “haber”le ilgili sorumluluğu, Suriye cumhurbaşkanının bir katliamla ilgili sorumluluğundan fazla değildi –bu ikincisi [katliam], her zaman yargılanabilecek veya görevden alınabilecek ya da başbakana danışman olarak atanabilecek yöneticilerin talimatlarıyla yürütülür. Ortadoğu’da Arap gazeteciler sahiplerinin ne istediğini bilerek, özgürlük suyundan yoksun bir gazetecilik çölü, gerçeğin tamamen çarpıtılmış bir versiyonunu yaratmaya yardım ettiler. Murdoch imparatorluğu da aynı öyle.”
Bizim “imparatorluklarımız” da öyle. Sahiplerinin ne istediğini bilen, eften püften içeriğe altın yaldızlı zarflar hazırlayarak kalite süsü vermede mahir olan bizim yöneticilerimiz de işte bu maharetlerinin bir nişanesi olarak Robert Fisk’i konuk almayı bilir, ama Robert Fisk gazeteciliğine tahammül edemezler;buna yeltenmezler bile. Patronlarının umurunda mı gazeteciliği katletmekte oldukları!
Benim de bunca yıllık tecrübeden çıkardığım anafikir şu: İyi bir iş yapmak için öncelikle “işin sahibiyle” mücadele etmelisiniz. Burada bir çarpılma oluyor; şirketin sahibi patron, işin sahibi biziz aslında. Bir çarpılma daha oluyor; kanalın / gazetenin yöneticisi, şirketin sahibi değil ama sahibinin sesi oluveriyor ve iyi bir iş yapmak için “sahibinin sesi” ile de mücadele etmek zorunda kalıyorsunuz.Ama gazeteciler kendi işlerine sahip çıkmayı çoktan bırakmış. Şimdi itirazların sayısı ve avazı yükseldiğine görebelki bir ümit...
12 Haziran 2011 seçimlerinin olduğu haftasonu Radikal’de yayın yönetmeni Eyüp Can, gazetelerin seçimler öncesinde, Batı medyasındaki gibi, tavrını açıklaması meselesine değinmişti. “Henüz editoryal anlamda gazetelerin destekledikleri partiyi açıkladıkları olgunluk ve şeffaflıkta bir demokrasiye sahip olduğumuzu düşünmediğini” söylüyordu. Yönetici konumunda biri olarak kendi oyunu neden açıklamadığını da şöyle izah ediyordu: “Çünkü sadece kendi köşenizi değil aynı zamanda hem mesleğiniz hem de patronunuz adına idari bir temsil görevi yürütüyorsunuz.” (Oyum kime?, Radikal, 11.06.2011)
Eyüp Can’ın mecburen-utangaç itirafını saymazsak bu konuda medya yöneticilerinin ağzı var dili yok. Tabii, yayın yönetmeninin altındaki yazı işleri müdürlerinin, editörlerin de. Üstelik, mesele sadece seçimlerde tavır açıklamak da değil. Seçimler öncesinde NTV ekranına çıkması Başbakan tarafından “engellenen” gazetecilerin yerlerini AKP’ye yakın meslekdaşları doldurmuştu. Doldururlarken de basın özgürlüğü akıllarına gelmedi. “Hayır, burada susturulan meslekdaşlarımız var; onların atarak yarattığınız boşluğu benle tıkayamazsın” demedi hiçbiri. İfade özgürlüğü, söz söyleme kolaylığı olanların içinde bulundukları şartlarla ölçülemez halbuki, o kolaylığa sahip olmayanların şartlarıyla ölçülür. O meslekdaşlar o programlara katılmayı reddebilirdi; ‘işin iç yüzünü bilmiyorlardı’ denemez. Bu camiada herkes neyin ne olduğunu, nasıl olduğunu bilir, duyar.
“Türkiye’nin en iyi, en güvenilir, en tarafsız haber kanalı”nın böyle bir sansür uyguluyor olması özellikle önemli. Ama bu sadece bir örnek ve en önemlisi de değil üstelik. Çünkü tartışma programları ve köşe yazılarından ziyade haberlerin nasıl verildiği, hangi haberlerin verilmediği, hangi konuların üzerine gidildiği veya gidilmediği ve nasıl gidildiğidir önemli olan. İşte tam da bu alanda muazzam bir körelme var. (Merkez medyadaki bu körelme zaten meşhurdu, AKP yanlısı medyadaki körelme de kör olanların bile görebileceği boyuttaydı, ama asıl olarak son iki yıldır dile getirilmeye başlandı.)“Haber kanallarının”(!?) Uludere katliamıyla ilgili haberi vermeyip hükümetten işaret beklemesi yeterli bir örnek.
Yine de, kabahatları çok olabilir, ama bütün yükü medya yöneticilerine yüklemek de insafsızlık galiba. Bu kişiler bu şartlarda gazetecilik yapamaz, gazetecilik yapıyormuş gibi yaparlar. Onların hemen altlarındaki yöneticiler de aynı şeyi yapar. Hık deyiciler. Bu arkadaşların çoğu, kendilerine sağlanan imkanların da teşvikiyle bu durumu kanıksamış ve kabullenmiştir. Bu tavrı meşrulaştırmanın ifadesi de şudur: “Ben yapmasam nasıl olsa biri yapacak.” (Bu durumun bir analizi için şuraya bakılabilir: Sivrisineklerin seçme şansı yok ama gazeteciler sivrisinek olmamayı seçebilir.)Daha altlardakilerin de kimi geçim derdinden de kaynaklanan bir ümitsizlik ve çaresizlikle didinir, kimi de vurdumduymazlıkla rutine bağlar. Sonuç olarak, kimse sesini çıkar(a)maz.
Peki, sadece onlar mı? Medya üzerindeki muazzam baskı nedeniyle patronları zarar görmesin diye, kârları artsın diye, iş imkanları çoğalsın diye sadece yöneticiler değil, köşe yazarları da bu konuda seslerini çıkarmıyor. Bu gizli Kuzu Sessizliği Anlaşması onları da kapsıyor. Çünkü mesele sadece idari bir görev yürütmekten ibaret değil.
Hazıran 2011 seçimlerinden sonra medya patronlarının gazete ve televizyonlarıyla ilişkileri bir kez daha gündeme gelmiş, NTV’den gönderilen Ruşen Çakır ve Can Dündar gibi birkaç köşe yazarı da bu konudaki rahatsızlıklarını dile getirmişti;ne var ki,öyle kaldı, arkasını getiren olmadı. Çünkü köşe yazarları da, asıl olarak, kendi başlarına bir şey gelmedikten sonra pek bir sorun görmüyor anlaşılan.
Halbuki, köşe yazılarına / yazarlarına yüklenilmesi, baskının son merhalesidir; öncelikle haberler ve muhabirler öyle bir basınç altına alınır ki, gazeteciliğin bütün vitaminleri ölür!“Gazetemizde her tür fikrin savunucusu köşe yazarlarımız var” avuntusu gazetecilik yerine geçer, köşe yazarlarının da koltukları kabarır, ne fırtınalı yazılar yazarak gazeteciliği yükselttiklerini düşünerek huzur içinde yatarlar. Ben, hatırıma gelmeyen istisna varsa hatırlatın, haberlere baskı yapıldığı için itiraz bayrağı açanköşe yazısı / yazarı okumadım galiba. Fakat şimdi Başbakan bir kere daha ve daha fazla kantarın topuzunu kaçırdı ve galiba şimdiye kadar olmadığı kadar büyük – ama hala yetersiz -- bir vaveylakoptu. Ümitlenmek için bir vesile olabilir mi acaba...?
Hasan Cemal herhangi bir gazeteci değil, onu bile işten atmayı isteyebilen, gazetecileri galiba gaz tüpü zanneden bir medya patronu eksikti, artık o da var. Ama Metin Münir ve Semih İdiz gönderildiğinde neredeydik? Şimdi topun ağzındaki Hasan Cemal ve Can Dündar da neredeydi tabii? Belki de patronlar çok yanılmıyor; bu gazeteci milletinin gazının nasıl alınacağını gayet iyi biliyorlar, bu yüzden infilak edecekleri endişesi taşımıyorlar.
Bu şartlar altında gazetecilik ölür. Etle tırnak gibi, etikle gazetecilik de birbirinden ayrılamaz çünkü. Ve temel gazetecilik yetileri de kaybolur; zanaat da ölür yani. İktidarla, patronla ilişkiler çürüyünce kurumiçi ilişkiler de çürür. İçeriğin kalitesi ve ilkelerin sağlamlığı ile ilişkilerin kalitesi beraber yürür. Bizim medyamızda olmayan şeylerden biri de budur. İlke kovulmuş, kalite de kaçmıştır.