Birleşmiş Milletler Örgütü'nün 2002 yılından bu yana 21 Şubat tarihini "Uluslararası Ana Dil Günü" olarak ilan etmesinden (1) bu yana, bu tarih her seferinde dünyada olduğu kadar Türkiye'de de ana dilin özgürce kullanımı (bazen de çok dillilik) konusunu gündeme taşıyor.
Malum birçok ulus ya da halk kültürünü devam ettirebilmenin en önemli aracı olan ana dilini hâlâ özgürce kullanamıyor, çocuklar ana dilinde ve/veya çok dilli eğitim alamıyor, hatta eğitim, sağlık, kolluk ve yargı gibi kamu hizmetleri dahi çok dilli olarak sunulmuyor.
Bu durum en temel insanlık hakkı olan kendini özgürce ve anadilinde ifade etme, görüşme hakkının kullanılmasını önlüyor. Hatırlayalım, bundan on gün önce, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında cezaevine ziyaretine gittiği oğluna, Kürtçe konuşmak yasak olduğu için bildiği tek Türkçe cümle ile "Kamber Ateş nasılsın" diyebilen İpek anne vefat etmişti. Maalesef bu darbenin neden olduğu acılar hâlâ devam ediyor.
Ana dil konusunu ülkemizde en çok dile getirenler kuşkusuz bu hakkı kullanamayan, dolayısıyla da bundan en fazla mustarip olan halklar. Bu çerçevede Halkların Demokratik Partisi ana dilinde ve çok dilli bir toplumsal yaşamın önemine vurgu yaparken, Kamu Emekçileri Sendikası genel olarak kamu hizmetlerinin, Eğitim-Sen ise eğitimin ana dilinde verilmesini savunuyor.
Kısaca, ana dil ve çok dillilik bazılarına göre; en temel insanlık hakkı, insani ve toplumsal gelişmenin en önemli unsurlarından biri ve ülkedeki halkların eşitliği ve kardeşliğinin inşasının ve tekliği önlemenin olmazsa olmaz bir aracı iken, bazıları bunun ülkenin bölünmesine neden olabilecek ölçüde tehlikeli bir şey olduğuna inanıyor.
Biz bu yazımızda bu tartışmaya girmeyeceğiz. Daha ziyade ana dilinde ya da çoklu diller altında eğitim, sağlık ve diğer kamusal hizmetler başta olmak üzere hizmet sunmanın ve anadilin kullanımının özgür kılınmasının bazı yönlerine, bunu doğrudan demokrasi modeli altında hayata geçiren en iyi örneklerden biri olan İsviçre'yi anlatarak, dikkat çekeceğiz.
Ana dilin özgürce kullanımının yasaklanmasının kültürlerin yok olması, toplumsal barışın ortadan kaldırılması ve insani gelişmeyi zedelemesi gibi etkileri biliniyor olsa da, bunun ekoloji üzerinde ne tür etkiler yarattığı üzerine pek kafa yorulmuyor.
Oysa ana dil ile özellikle de biyoçeşitlilik ve şifalı bitkilerden yapılan ilaç üretimi arasında yakın bir ilişki var. Örneğin, İsviçre Zürih Üniversitesi'nde yapılan bir çalışma (2), mevcut şifalı bitkilere ait bilimsel bilginin büyük bir bölümünün bugün yok olma tehdidi altındaki yerli dilleriyle bağlantılı olduğunu gösteriyor. Çünkü tehdit altındaki yerlilerin ana dilleri şifalı bitkiler hakkında çok önemli bilgilere sahip.
Çalışma, Brezilya'da Kuzeybatı Amazon'daki 645 bitki türünü ve bunların tıbbi kullanımlarına ait bilgiyi 37 dilin sözlü geleneğine göre analiz ederek, bu bilginin yüzde 91'inin tek bir yerli dilinde mevcut olduğunu, bu dilin yok olmasının ise tıbbi bilginin de yok olması anlamına geldiğini ortaya koyuyor.
Bu durumu aynı üniversitenin Evrimsel Biyoloji ve Çevre Araştırmaları Bölümü'nden araştırmacı J. Bascompte şöyle anlatıyor: "Ne zaman bir dil kaybolsa, konuşan bir ses de kayboluyor, gerçekliği anlamlandırmanın bir yolu, doğayla etkileşim kurmanın bir yolu, hayvanları ve bitkileri tanımlamanın ve adlandırmanın bir yolu yok oluyor."
Bu çalışma ayrıca, ekosistem hizmetlerinin sürdürülmesinde, dilin önemli bir kısmını oluşturduğu kültürel mirasın, bitkilerin hayatta kalması kadar önemli olduğuna, hatta tıbbi bilgi üzerindeki ana dilin yok edilmesinin neden olduğu etkinin, biyoçeşitlilik kaybından çok daha büyük olduğuna vurgu yapıyor.
Kısaca, anadilin korunması, geliştirilmesi hem insani ve toplumsal gelişim, hem de ekolojik sürdürülebilirlik açısından oldukça önemli.
21 Şubat tarihi aynı zamanda çok önemli bir eserin de yayımlandığı bir tarih. Bu tarihte (1848) Karl Marx ve Friedrich Engels, daha sonra "Halkların Baharı" (Printemps des peuples) olarak adlandırılacak olan sosyal devrimlerin Avrupa'yı kasıp kavurmasından sadece aylar önce Komünist Manifesto'yu yayımladılar.
Yeni bir sınıfsız ve sömürüsüz dünyanın kurulmasının mümkün ve gerekli olduğunu anlatan bu eser en iyi biçimde emekçi kitlelerin kendi ana dilleri ile anlatılabilir, anlaşılabilir ve de özümsenebilir. Bu nedenle de ana dilini kullanma hakkı ve ana dilinde eğitim hakkı aslında baskılanan, tehdit edilen kültürlerin ve ezilen kimliklerin özgürlük ve kurtuluş kavgası olduğu kadar, emek ve doğa sömürüsüne karşı yürütülen bir sınıf mücadelesidir.
Ana dil için mücadele ile sınıf mücadelesini ortaklaştıran bu gerçeği, anadilini özgürce kullanamayan bir emekçiye "ekonomik hakların var, gelir güvencen var, hâlâ neden kendi dilinde eğitim istiyorsun" diye sorduklarında, onun "kendi dilimi bilmezsem sömürüldüğümü nasıl anlarım, nasıl anlatırım, ona karşı nasıl mücadele verebilirim" biçimindeki sözleri çok güzel anlatıyor.
İsviçre'nin dünyanın doğası en güzel ve bakımlı, aynı zamanda da en varsıl ülkelerinden biri olduğu konusunda muhtemelen hemfikirizdir. Bu ülke kapitalist, ancak doğrudan demokrasinin de kapitalizm içinde en iyi biçimde hayata geçirilebildiği bir ülke.
Kuşkusuz ki kapitalist bir ülke olarak bu ülkede uzlaşmaz çelişkileri olan sosyal sınıflar ve emek sömürüsü de söz konusu. Ülke aynı zamanda gelir ve servet dağılımı adaletsizliğinin göreli olarak yüksek olduğu ülkelerden biri. Diğer yandan bırakın açlık sınırında insan olmasını, AB standartlarına göre mutlak yoksulluk sınırının altındaki insan sayısı yok denecek kadar az.
Bu ülkede uygulanmakta olan doğrudan demokrasinin ana dilinde ya da çoklu dillerde hizmet sunumu ile çok yakından bir ilgisi var. (3) Öncelikle İsviçre çok kültürlü, çok dilli ve çok dinli insanlardan oluşuyor. Bugün yaklaşık 8,5 milyon nüfuslu bu ülkenin yüzde 42'si Roman Katolik, yüzde 35'i Protestan, yüzde 4,3'ü Müslüman, yüzde 18,6'sı ise diğer dinler ve dinsizlerden oluşuyor.
Ülkede yaşayanların yüzde 73'ü Almanca, yüzde 21'i Fransızca, yüzde 4'ü İtalyanca ve yüzde 0,6'sı bölgenin en eski dili olan Romansh konuşuyor. Bu dört dilin her biri resmi dil olarak kabul ediliyor.
Örneğin sayıları sadece 50 binden az olmasına ve yalnızca Grabünden Kantonunda yaşamalarına rağmen Romanshların dilinin resmi dil olarak kabul edilmesinin gerekçesini Linder: "sosyal bütünlüğün korunmasını sağlamak" olarak açıklıyor.
Ona göre, çok kültürlü, çok dilli ve çok dinli toplumlarda sosyal bütünlüğü korumanın, özellikle de azınlık konumundaki kültürlerin korunabilmesinin tek yolu uzlaşmaya dayalı ve doğrudan demokrasinin inşa edilmesinden geçiyor. Böyle yerinden-yerelden demokrasinin en önemli özelliği ise yerelin kültürüne, diline saygı göstermek.
Kısaca 1848 yılında ülkede kabul edilen Anayasal Federal Cumhuriyet tek kültürlü, tek uluslu, tek dilli ya da tek dinli bir ulus devletini reddediyor, bunun yerine, çok kültürlü, çok dilli ve çok dinli, eşit yurttaşlığı benimseyen federasyon temelli bir demokratik ulusu esas alıyor. Oysa hatırlatalım, 1848'li yıllar Almanya ve İtalya'nın tekçi ulus devletleri kurdukları yıllar.
Yazara göre, eğer bir toplum kültürler, diller ve dinler olarak farklı kesimlerden oluşuyorsa, yukarıdan aşağı işleyen bir burjuva demokrasisi toplumsal bütünlüğü sağlamak için yeterli olmuyor. Bu noktada demokrasinin yerelleşmesi, temsili olmak yerine doğrudan olması gerekiyor. Yazar bunu "demokratik bir federalizm" olarak tanımlıyor ve İsviçre'nin bunun en iyi örneğini oluşturduğunu ileri sürüyor. (4)
Güçler ayrılığının bütün yönleriyle hayata geçirildiği İsviçre demokrasisinde yürütme, yasama ve yargı erkleri üç farklı düzlemde hayata geçiriliyor: Komünler, Kantonlar ve Federasyon.
Bu üç kurum birbirleri ile işbirliği içinde kendi karar alma organlarını demokratik yollarla seçiyor. Ayrıca her biri yasa yapma, yönetme ve yargılama hizmetleri konusunda diğerlerinin özerk davranma haklarına saygılılar.
Uygulamada ulusal savunma, posta hizmetleri, ulusal para sistemi, demiryolları, enerji ve ceza yasaları Federasyon'un yetkisinde. Sosyal güvenlik ve çevre koruma yasalarını Federasyon çıkartıyor ama uygulama Kantonlarca yapılıyor. Su dağıtımı, ticaret, sanayi, tarım, eğitim- kamu okulları, vergileme yetkisi Federasyon ve Kantonlar arasında paylaşılıyor. Bütünüyle kantonların sorumluluğu ve yetkisine bırakılmış olan iki sunum söz konusu: Kolluk hizmetleri (iç güvenlik) ve ibadethanelerin yönetimi.
Bu çerçevede yürütme erki üç düzlemde icra ediliyor:
(i) En altta Komünler yer alıyor ve bunların her birinin özerk Komün Meclisleri bulunuyor. Bu meclisler doğrudan halk tarafından oluşturuluyor. Küçük komünlerde tüm halk komün meclisinin doğal üyesi olurken, daha büyüklerde kendi temsilcilerini seçiyor.
(ii) İkinci düzlemde Kantonlar (23 adet) yer alıyor ve bunların da her birinin özerk ve Kantonal Meclisleri bulunuyor. Bu Meclislerin halk tarafından ve 4-5 yıllığına seçilen 5-7 civarında üyesi bulunuyor.
(iii) Federasyon ve Federasyon Meclisi. Bu meclis ülkeyi fiilen yöneten 7 Bakanı seçiyor.
Yasama erki de Komün Meclisi, Kantonal Meclis ve Ulusal Meclis (Federal Meclis) tarafından yerine getiriliyor. En alttaki birim olan Komün Meclisi yörede yaşayan tüm bireylerin eşit oy hakkından oluşan bir meclis. Kantonal Meclis ise "Nispi Temsil" esasına göre doğrudan halk tarafından seçiliyor. En üstte yer alan Ulusal Meclisin toplam 246 üyesinin 200'ünü doğrudan halk tarafından seçilen üyeler ve 46'sını her kantondan seçilen 2'şer üye oluşturuyor.
Yargı erki ise yine sırasıyla; komünlerin oluşturduğu Bölge Mahkemeleri, Kantonal Mahkemeler ve sayıları 35-48 arasında değişen yargıçtan oluşan Yüce Mahkeme (Federal) tarafından icra ediliyor.
Kendi yerel meclislerini seçebilme özgürlüğü dışında, İsviçreliler doğrudan demokrasiyi hayata geçirebilme konusunda iki önemli araca daha sahipler: Halk İnisiyatifleri ve referandumlar. Halk bu iki yolla Federasyon Parlamentosunun kararlarını etkileyebiliyor. Öyle ki 18 aylık bir süre içinde 100 bin imzayı tamamlayan bir öneri Kantonal Meclislerin onayından geçtikten sonra Anayasada değişiklik yapılmasına izin veriyor.
Bu ülkede dört farklı dilin kullanımı, korunup geliştirilmesi ise; federalizm, azınlıkların sahip olduğu statü hakları ve siyasal kotalarla mümkün olabiliyor. Öncelikle "azınlık" olarak tanımlanan daha küçük nüfuslu topluluklar kendi kantonlarında kültürlerine, inançlarına uygun yaşayıp, dillerini de özgürce kullanabiliyorlar. Yani kantonlar, azınlıkların federal hükümet düzeyindeki karar alma mekanizmasında politik bir sese ve etkiye sahip olmalarını sağlıyor. Nitekim Ulusal Meclis'teki (Federal Meclis) sandalye sayısı siyasal partilere göre değil, dillere göre belirleniyor.
Örneğin bu meclisin iki üyesi Fransızca ve İtalyanca konuşulan kantonlardan olmak zorunda. Benzer bir temsil kotası 2008 yılından bu yana kadınlar için de söz konusu (1971 yılına kadar kadınların oy kullanma hakkı reddedilmiş olsa da). Bu kota her düzlemde gözetiliyor. Ayrıca azınlıkların statü hakları var. Kantonların bölgelerindeki geleneksel dilleri korumak konusunda hem sorumlulukları, hem de yetkileri mevcut. Örneğin hiçbir komün resmi dilini değiştirmeye zorlanmıyor.
Ülkede resmi evraklar ve belgeler, hatta ulusal para çok büyük ölçüde üç dilde (Almanca, Fransızca ve İtalyanca) birlikte düzenleniyor. Federal düzeyde parlamentodaki tüm görüşmeler, tartışmalar da bu üç dile simultane çeviri ile yapılıyor. Yasalarda resmi dil olarak kabul edilmesine rağmen Romansh dilinin bu alanda kullanılmamasının nedeni olarak, bu dili fiilen kullanan sayısının çok az olması gösteriliyor ama talep edilmesi halinde yazışmalar da, görüşmeler de bu dille de yapılmak zorunda.
Çok dillilik devlet bütçesinden kaynak ayrılması sırasında da bir ölçüt olarak kullanılıyor. Örneğin ülkedeki üç önemli TV kanalı içinde en küçüğü olan İtalyanca yayın yapan bir TV kanalı toplam ödeneklerin beşte birini alabiliyor (nispi temsile göre alması gerektiğinin beş kat fazlası).
Eğitim ve sağlık başta olmak üzere, temel kamusal hizmetlerin ana dilinde ve/veya çok dilli olarak verilmesi talebi hem insani gelişim, hem toplumsal barış, hem halkların eşitliği ve kardeşliği, hem emeğin, hem de doğanın korunması açısından son derece önemli.
Böyle bir talebin Rojava'daki embriyo halindeki radikal demokrasi kapsamında hayata geçirilen bir örneği gibi, daha liberal bir düzlemde, İsviçre'deki mevcut kapitalist sistem içinde, uzunca bir süredir doğrudan demokrasi ve demokratik federalizm altında uygulamaları da mevcut.
Liberal demokrasinin fiilen iflasının yanı sıra, tekçilikten ve otokrasiden şikâyet edilen günümüz dünyasında ve "güçlendirilmiş parlamenter rejime geçişin" konuşulduğu Türkiye'de, artısıyla, eksiğiyle bu uygulamaların ana dil bağlamında yakın gelecekte tartışılması da kaçınılmaz gibi görünüyor.
Dipnotlar: