Katolik Kilisesi inancına göre insan Tanrı'ya itaatsizlik etme ve kötü şeyler yapma dürtüsüyle, yani günahkar olarak doğar. İnsanın işlediği "ilk günah" da Adem ile Havva'nın, Şeytan'a uyarak yasaklanmış meyveyi yemesiyle işlenen günahtır. Dünyadaki bunca kötülüğün nedeni de işte bu ilk günahtır. (1)
Teoloji alanında bu terime tarihteki soykırım ve savaşları, her türden sömürü ve tacizi açıklamak için başvurulurken, burjuva iktisadı alanında ilk kez 1999 yılında Barry Eichengreen ve Ricardo Hausmann ekonomide yaşanan ciddi sorunları açıklamak için bu kavramı metaforik olarak kullandılar. (2)
Ancak ilk günah terimini bu iktisatçılardan bir yüzyıldan fazla bir zaman önce Karl Marx kullandı. "Kapitalizmdeki ilk günahın rolünü" Marx, Kapital'in birinci cildinde ilk birikimi açıkladığı bölümde, aşağıdaki cümlelerle anlatır:
"İlk günahın teolojide oynadığı rolün aşağı yukarı aynısını, ekonomi politikte ilk birikim oynar. Adem Baba elmayı ısırdı ve insan ırkı günahı yüklendi…. Teolojinin ilk günah efsanesi bize, kuşkusuz, insanoğlunun ekmeğini alnının teriyle kazanmaya nasıl mahkûm edildiğini anlatır; ekonomik ilk günah tarihi ise, buna ihtiyaç duymayan insanların nasıl olup da var olabildiklerini açıklar. Aynı şekilde. Böylece, birinciler zenginlik biriktirdi ve ikincilerin elinde sonunda kendi derilerinden başka satacakları bir şey kalmadı. Ve olanca çalışmalarına rağmen, hala kendilerinden başka satacakları hiçbir şeyleri olmayan büyük kitlenin yoksulluğu ve çalışmayı çoktan bırakmış azınlığın buna rağmen sürekli büyüyen zenginliği işte bu ilk günahla başlar" (3).
Çağdaş burjuva iktisadında ise ilk günah; ekonominin kanunlarına aykırı bir biçimde, bir ülkenin kendi ulusal parasıyla dışarıdan uzun vadeli olarak borçlanamayacağı ya da içerde sabit faizle uzun vadeli borçlanamayacağı, dolarizasyona yönelim, dövizle alınan kredilerle yapılan bir yatırımın ürünlerinin ulusal para ile satılmasının neden olacağı parasal uyumsuzluk durumu olarak anlatılır.
Uluslararası yatırımcılar açısından, örneğin dolar cinsinden borçlanarak bir ülkede ulusal para cinsinden menkul kıymete yatırım yapan, ancak doların dışarıda değer kazanmasıyla iki para biriminin değeri arasında ortaya çıkan uyumsuzluk yüzünden doğan zarara vurgu yapılır.
Kısaca iktisatta "İlk Günah Hipotezi", ortaya çıkan sorunların ekonominin kanunlarına aykırı davranmaktan doğduğunu ve bunun telafisi mümkün olmayan başka büyük yanlışlara yol açtığını ileri sürer.
Sedat Peker videolarının ortaya çıkardığı bazı sarsıcı gerçekler ister istemez bu terimi aklımıza getiriyor.
Bu gerçeklerden biri Bodrum'daki bir yarımadaya kurulmuş bir lüks otel ya da tatil köyü kompleksinde yaşanan, devletin içinde yer alan bazı mafyatik unsurların, deyim yerindeyse otele çökmesi ya da sermayenin sürekli el değiştirmesi biçiminde gerçekleşen bir olay.
The Paramount Otel'den söz ediyoruz. Şu ana kadar anlatılanlardan otelin devletten 49 yıllığına yap islet modeliyle kiralanan bir yarım ada üzerine 2012 yılında Atilla Uras tarafından yapıldığı, daha sonra, devlet içinde çöreklenmiş bazı mafyatik unsurlar aracılığıyla önce bir Azeri kara para aklayıcısına, sonra bir Rus oligarka devredildiği, bunların yerli ortaklarının da birbirlerine girdiği, sahiplerinden birinin apar topar yurt dışına kaçırıldığı, daha sonra bir başkasının otele tankla gelip el koyduğu anlaşılıyor.
Olayda sadece otele çökme de ya da sermayenin el değiştirmesi de yok. Bir suitindeki bir gecelik konaklaması 100 bin lirayı aşan bu otelde üst düzey yargı mensubu birisi dahil. bazı kamu görevlilerinin ve politikacıların ve havuz medyasının ekran yüzünün de ağırlandığı görülüyor.
Dahası bu otel kompleksi aracılığıyla onlarca milyon doları bulan ciddi boyutlarda kara paranın aklandığı ileri sürülüyor. Nitekim bu konuyla ilgili olarak MASAK tarafından hazırlanmış bir rapordan söz ediliyor.
Türkiye bir süredir mafya-politikacı-sermayedar üçgeni etrafında milyar dolarlık varlıklara nasıl çöküldüğüne ilişkin haberlerle anılıyor. Ağar'lı Marina'dan sonra Paramount Hotel şaşırtıcı olmadı. Öyle görünüyor ki bundan böyle Bodrum'dan söz ederken 'Halikarnas Balıkçısı'nın Bodrum'undan değil, 'mafyanın Bodrum'undan söz edilecek.
Gelelim burada işlenen ilk günaha. Hipoteze göre, bir yerde ilk günah işlendiği için belli ki Bodrum bu hale geldi. İlk günah bu otelin bulunduğu yarım adanın A. Uras'a 49 yıllığına devlet tarafından yap işlet modeliyle verilmesiyle işlendi. A. Uras batan Marmarabank'ın yönetim kurulu başkanıydı. 1994'te devlet tarafından el konulan bu bankada Halkbank'ın 7 milyon dolar, Türkiye Kalkınma Bankası'nın 2.8 milyon dolar TEK'in de 780 milyar lirası da battı. Banka ayrıca 20 bin dolayındaki mudiye olan 3 trilyon liralık borcunu ve yabancı bankalardan aldığı 120 milyon doları da devletin sırtına bıraktı. (4)
Özetle, devlet ilk günahı bizzat işleyerek halka, kamuya ait bir ormanlık araziyi 2012 yılında banka batırmış bir bir sermayedara ve onun yerli ve yabancı ortaklarına adeta altın tepsinin içinde sundu. Topluma ve doğaya karşı işlenen bu ilk günah ile üzerine çökülen bu tesisler yapıldı. Büyük çaptaki kara para operasyonları otele Azeri ve Rus oligarkların ilgisini artırdı. Bunların işlerinin kolaylaştırılması ise devletin bazı unsurlarıyla arası çok iyi olan mafyanın devreye girmesiyle mümkün oldu ve mafya işin önemli bir parçası oldu. Nema çok büyük olduğundan, paylaşım kavgası da çok büyük oldu ve sonuçta mafyatik yöntemlerle otel sürekli el değiştirdi.
Başa dönelim. Eğer kamuya, halka ait bu ormanlık arazi böyle peşkeş çekilmeseydi, yani ilk günah işlenmeseydi muhtemelen bugünkü tablo da ortaya çıkmayacaktı.
İşin aslı 1983'ten itibaren Özal'ın başlattığı özelleştirmeler, sahillerin ve kıyıların sermaye gruplarına verilmesiyle bu ilk günah tüm turizm sektöründe işlendi. Bu sektör artık sadece acımasız bir emek sömürüsü ile değil, aynı zamanda doğa katliamlarıyla ve mafyatik el koymalarla, kara para aklanması gibi olaylarla anılıyor.
Yine Peker'in ortaya attığı en az bu olay kadar önemli bir başka iddia ise Demirören Grubunun bir kamu bankası olan Ziraat Bankası'na olan büyük çaptaki kredi borcuna ilişkin olarak (süresi gelmiş olmasına rağmen) hiç bir geri ödeme yapmamış olduğu iddiası.
Bilindiği gibi, Demirören Grubu 900 milyon dolara satın aldığı Doğan Medya Grubu'nun 750 milyon dolarlık kısmını Ziraat Bankası'ndan aldığı iki yıl ödemesiz kredi ile gerçekleştirdi. Bunu yaparken de bünyesindeki İstanbul Kemer Country arazileri için ilave imar izni çıkarttırarak kredi için yeterli teminatı da sağladı (5) .
Böylece iddiaya göre, kendisi elin taşıyla elin kuşunu vurdu ama aldığı krediye ilişkin hiçbir ödeme yapmadı. Asıl işi çiftçiye kredi vermek olan Ziraat Bankası ise böyle bir operasyona alet edilirken, banka büyük bir zarara uğratıldı. Bu da kuşkusuz bir süre sonra görev zararı adı altında vergilerimizle kapatılacaktır.
Buyrun size devlet bankası eliyle işlenen bir başka ilk günah örneği daha.
İlk günah turizm ya da medya ile sınırlı da değil. Diğer doğa tahribatlarında da bu suçun işlendiği açıkça görülüyor. Bunun en somut, en güncel örneği Marmara Denizindeki deniz salyası ya da müsilaj olayı. Marmara Denizi'nin üzeri böyle bir salya ile kaplandı ve salya Ege Denizi'ne doğru ilerliyor. Kısaca Marmara Denizi, deniz çamuru, deniz salyası ya da müsilaj denilen bir semptom göstererek ölüyor.
Hidrobiyolog Levent Artüz'e göre, Marmara Denizi'nde görülen deniz salyasının hikayesi 1989 yılına kadar gidiyor. Öyle ki denizin yüzeyinde ve altında görülen bu sorunun kaynağı Marmara'daki kirlenmeden ötürü tür çeşitliliğinin azalması. Yani dibe vuran tür çeşitliliğinin neden olduğu bir süreç yaşanıyor. Böyle bir tür çeşitliliğinin azalmasına bağlı olarak mevcut canlı türlerinin fert sayıları azalıyor. Tehlikeli atıklar denize boşaltıldığında denizde yaşayan canlıların sadece bazı türleri buna dayanırken diğerleri ölüyor. Özetle, tek hücreli bitkisel canlılardan, bir tür fitoplankton olan Gonyalux fragilis yoğun bir biçimde çoğalıyor ve bu sarı beyaz renkte bir çamurumsu maddeye dönüşüyor. (6)
Böyle bir kirlenmenin neden olduğu pis koku ve görüntü kirliliğinin yanı sıra, bunun balıkçılık başta olmak üzere ciddi bir besin ve istihdam kaynağını yok etmek, gıda güvenliğini ortadan kaldırmak gibi ekonomik sonuçları da görülecek. Bunun da, Kolera gibi bazı hastalıkların ortaya çıkmasıyla birlikte, bir halk sağlığı sorununa dönüşmesi hayli olası.
Bülent Şık'ın dediği gibi: "Müsilaj yıkıma uğratılmış bir ekosistemin açığa çıkardığı sorunlardan sadece biri. Asıl mesele tahrip edilmiş, çökmüş bir ekosistemle karşı karşıya olmamız. Çünkü bir ekosistemin ağır şekilde tahrip edilmesi, kirletilmesi ya da değişikliğe uğratılması bakteriler ve virüsler gibi hastalık etkenlerinin toplumsal hayata sıçramasını kolaylaştırır. Hastalıklara yol açan bakteriler, çevresel baskılara (örneğin ekosistem değişimi-çöküşü gibi) yanıt olarak hızla evrimleşmek için mekanizmalar geliştirir. Bu hızlı değişiklikler genellikle pandemik potansiyeli olan yeni hastalık etkenlerinin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Esasen bir kural olarak ekosistemlerdeki altüst oluşların hastalık etkenlerinin insan toplulukları içindeki yayılımını kolaylaştırdığını söylemek mümkündür". (7)
Uzmanlara göre, müsilaja neden olan faktörler deniz ekosistemini büyük ölçüde çökerten, böylece de biyolojik çeşitlilik kaybına neden olan şey, derin desarj yöntemiyle denize salınan evsel ve sanayi atıkların yarattığı kirlilik.
Burada da başta denizler olmak üzere, doğaya karşı işlenmiş bir ilk günah söz konusu. Yüksek kâr ve rant elde etme peşindeki sermayeye denizi kirletme iznini verenler, buna göz yumanlar, bu konuda 1989 yılından bu yana önlem almayı reddedenler kısaca sermayenin yanı sıra devlet bu ilk günahı işleyendir.
İşin kötüsü deniz salyasında kendini gösteren biyolojik türlerin çeşitliliğinin azalması ne devletçe, ne de toplumun büyük bir kesimince bir sorun olarak görülüyor. Ekolojik konulara tam olarak hakim olmayanlarsa, ekolojik yıkımı asıl olarak iklim değişikliği ve küresel ısınma gibi olgularla sınırlı tutyor ve biyoçeşitlilik azalmasını göz ardı ediyor.
Oysa Birleşmiş Milletler'e göre türlerin yok oluşu sanayi devrimi öncesine göre bin kat daha fazla gerçekleşiyor. Sadece 1970'den bu yana kuş, memeli, sürüngen türlerin yarısından fazlası yok oldu. Günümüzde 1 milyondan fazla tür yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. (8)
Öte yandan. insanın geleceği ile doğadaki diğer canlıların ve doğal varlıkların geleceği birbirine sıkı sıkıya bağlı. Bize faydasının olmadığını düşündüğümüz diğer canlı türleri yok oldukça insan türü de yok olmaya mahkum. Yani bizi var edenler yok edildikçe bizim varlığımız da ortadan kalkacaktır.
Bir başka anlatımla, biyoçeşitlilik insanın varoluşunu sürdürebilmesi açısından son derece önemli etkilere sahip. Öyle ki fiziksel sağlığımızı iyileştirdiği kadar, küresel ekonomiyi daha dayanıklı kılıyor ve kültürel oluşumumuzun da önemli bir kısmını oluşturuyor. Buna rağmen kapitalizm biyoçeşitlilikte çok ciddi bir azalmaya neden oluyor.
Yıllık yayınlanan Yaşayan Gezegen Raporu'na göre; 1970-2016 yılları arasında doğadaki canlı türleri ortalama yüzde 68 oranında azaldı. Rapor bu azalmayı 4 bin farklı tür (memeliler, kuşlar, balıklar, sürüngenler ve çift yaşamlılar gibi) üzerinde yaptığı araştırmalar üzerinden elde ettiği verilere dayandırıyor ve türsel azalmanın beş ana nedenine dikkat çekiyor. Bunlar önem sırasına göre (9):
(i)Toprak ve denizlerin kullanımının değişmesi. Bu türsel azalmada yüzde 50 oranında etkili bir faktör. Öyle ki yanlış kullanım yüzünden her 2 saniyede 0,4 hektar büyüklüğünde yağmur ormanı yok oluyor. Bu noktada ormanların kereste elde etmek için tahrip edilmesi, sürdürülemez tarım pratikleri, yaygın konut/ev yapılması ve diğer inşaatlar ve madencilik faaliyetlerindeki artış çok etkili oluyor.
(ii) Türlerin aşırı sömürüsü. Bu türsel azalmada yüzde 24 oranında etkili oluyor. Vahşi hayvan ticareti için türler yok ediliyor ve/veya bazı balıkçılık pratiklerinde olduğu gibi, niyetlenilmemiş bir sonuç olarak türler yok edilebiliyor.
(iii) Hastalıklar ve virüsler. Bu türsel azalmada yüzde 13 oranında etkili. Bazı hastalıklar, yuvaların tahrip edilmesi, bu canlıların besin ve yaşam alanlarının ortadan kaldırılması ve avcılık buna neden oluyor.
(iv) Kirlilik. Bu etkenin payı yüzde 7. Denizlere olan petrol sızıntısı ani etki yaratırken, mikro plastiklerin etkisi daha uzun vadede ortaya çıkıyor.
(v) İklim değişikliği. Bu etken ise türsel azalmada yüzde 6 paya sahip. İklimde ortaya çıkan düzensiz ve ani değişimler bazı türlerin kafalarının karışmasına, bu da normal olmayan üreme ve göç etme zamanı gibi etkilere neden olarak yok oluşu hızlandırıyor.
Her yıl Yale Üniversitesi bünyesindeki bir kurum tarafından Çevre Performansı Endeksi düzenleniyor .
Bu endeks (10) küresel çapta olmak üzere (180 ülkede) çevresel sürdürülebilirliği ölçüyor, 32 performanca göstergesini 11 kategori altında topluyor ve ülkelerin çevre sağlığı ve ekosistemin canlılığı anlamında performansını sıralıyor.
Türkiye'nin 180 ülke içinde toplam endeksteki ortalama yeri 99'uncu sıra. Ancak biyoçeşitlilik ve ekosistem canlılığı göstergesi açısından en altlarda, 175'inci sırada kendine yer bulabiliyor. Kişi başı sera gazı emisyonu açısından ise 113'üncü sırada bulunuyor.
Görünen o ki ülkede sadece ciddi ekonomik, politik krizler ve toplumsal bir çöküş yaşanmıyor. Aynı zamanda kapıya dayanmış bir çevrekırımını (ekosid) ve ekosistem çöküşü yaşanıyor. Marmara müsilajı bunun sadece denizde yaşanan kısmını bize gösteriyor.
Siyasal iktidarın ve sermayenin sadece toplumsal sorunlara değil, ekolojik sorunlara karşı da duyarsız olduğunu biliyoruz. Tam tersine son örnekte olduğu gibi, bu tür sorunlar manipüle edilerek Kanal İstanbul projesine destek sağlanması için kullanılıyor. (11)
Diğer yandan mafya-politikacı/devlet-sermaye üçgeninde görülen müsilaj ile Marmara Denizi'nde yaşanan müsilaj öz itibarıyla aynı kaynaktan besleniyor. Bu kaynağın kurutulması gerekiyor. Bunu yapmazsak, sadece yurttaşlar olarak yaşamlarımız tehlikeye girmeyecek, aynı zamanda ekolojik çöküşten kaynaklı kitlesel ölümlerle karşı karşıya kalacağız.
Bu nedenle iş başa düşüyor. Yaşamımızın her alanında işlenmiş olan ilk günahla yüzleşmek, bunu işleyenleri teşhir etmek zorundayız. Bu da yetmez, günah işlemeye devam edenlerle demokratik yol ve yöntemlerle mücadele etmek ve halkı demokratik ve eşitlikçi olduğu kadar, ekolojik bir toplum ve dünyayı kurabileceğimize de söylem ve eylemlerimizle inandırmamız gerekiyor.