Biliyor musun, Türkiye’de yaşayan Ruslar’ın kendi aralarında en sık konuştukları konulardan biri mutlaka aile ve çocuklarla ilgilidir...
Sevgili Hakan, Biliyor musun, Türkiye’de yaşayan Ruslar’ın kendi aralarında en sık konuştukları konulardan biri mutlaka aile ve çocuklarla ilgilidir. İstanbul’da ve Antalya’da çok sayıda yerleşik Rus var. Ankara’da, İzmir’de ve başka şehirlerde, hatta bazen en umulmadık kasabalarda bile Ruslar’a rastlanabiliyor. (Tıpkı Rusya’nın en ücra köşelerinde Türkler’e rastlandığı gibi.) Bu Ruslar’ın büyük bölümü kadın. Ve çoğu evli. Bir bölümü de evlenip boşanmış, ama hayatına artık Türkiye’de devam etme kararı vermiş kişiler. Annesi Rus, babası Türk olan binlerce çocuk var. Bu çocukların okullarda öğrenim görürken, bir şekilde Rusya eğitim sisteminden de nasibini alması isteği doğal, ama karşılanması zor. Söz konusu çocukların çoğu Türkçe’nin yanı sıra, annelerinden de “ana dili”ni öğreniyor. Onlar, çifte kültürlülüğün canlı örnekleri. Herhalde ilerde iki ülkenin birbirini daha iyi anlayıp daha da yakınlaşması için aktif rol oynayacaklar. Tabii sıradan hayat onları bambaşka yerlere savurmazsa… “Çifte kültürlü olmak” kolay bir iş değil tabii. Türk ailelerinde oldukça esnek ve hoşgörülü tavırlar olabildiği gibi, bazen – özellikle de büyük ailelerde – farklı dilin ve dinin varlığına olumsuz bakanlar da çıkabiliyor. Oysa bir aile ortamında farklı kültürlerin var olması ne kadar büyük bir şans! Biz Rus kadınları açısından, babası Türk olan çocuklarımız Türkiye’de doğar doğmaz, nüfus cüzdanlarının din hanesine “İslam” diye yazılması pek demokratik bir uygulama değil. Umarım hükümetiniz din saptamasının kimliklere otomatik olarak yazılmasından vazgeçileceği yolundaki vaadini yerine getirir. Ama devlet işi başka. Asıl mesele, aile içindeki anlayış ve hoşgörü ortamının sağlanabilmesi. * * * Siz de biz de, hepimiz çocuk istiyoruz. Daha çok çocuk! Ama şu ya da bu nedenle az çocukla yetinmek zorunda kalıyoruz. Liderlerimiz durmadan çocuk yapmamız için çağrılar yapıyor. Sizin Başbakanınız Erdoğan da, bizim Başbakanımız Putin de daha çok çocuk istiyor. Bir-iki yetmiyor, en az üç çocuk doğurmak gerekiyor! Çünkü nüfus yaşlanmamalı. Yaşlanırsa ülke ekonomisi bozulur. Ama daha çok çocuk doğunca da aile ekonomisi bozuluyor. Ülke ekonomisinin geleceğini aile ekonomisinin bugününe bağlamak kolay olmuyor. Geçenlerde Ankara’da bir belediye başkanının çocuk doğuranlardan su parası almayacağını ilan ettiğini okudum. Galiba fazla etkili olmamış. Bizde hükümet su parasından çok daha fazlasını teşvik olarak veriyor. Harcanacağı yerleri önceden belirlemek (eğitim, konut vs.) ve ilerde denetlemek şartıyla, ikinci çocuktan itibaren, çocuk başına yaklaşık 10 bin dolarlık yardım yapıyor. Yine de doğumlarda beklenen artış sağlanamıyor. Aslında herkes maddi sorunların arkasına gizleniyor, ama ben çocuk yapmadaki isteksizliğin gerisinde, biraz da insanların hem kendilerine, hem partnerlerine, hem de aile kurumuna olan güvenin azalmasının yattığını tahmin ediyorum. * * * Pek çok Türk arkadaşım, son zamanlarda Türkiye’de boşanmaların aşırı derecede arttığını söylüyor. Belki artış vardır. Ama Rusya’daki boşanma hızının yanında hiç kalır. Bizde her yıl 500 bin, 600 bin, hatta 700 bin çift boşanıyor. Boşanmalar bu hızla devam ederse neredeyse birkaç yıl sonra evliliklerin sayısını yakalayacak gibi görünüyor. Bir de nikahsız yaşayan, ama kendilerini “aile” olarak tanımlayan, çoğu kez “gayrıresmî nikahlıyız” diyerek birlikteliklerine saygın bir statü kazandırmaya çalışan on binlerce, belki yüz binlerce çift var. Bir kısmı çocuklu. Kimse de bunların “metres hayatı” yaşadığını söyleyemiyor, çocuklarına yönelik olarak toplumda herhangi bir aşağılama görülmüyor. Bu Türkiye’de zor sanırım. Ama galiba, en azından “deneme evliliği” ya da “ön evlilik” olarak nikahsız birlikteliği seçenler var. Dahası resmî kulislerde bu insanların ve çocuklarının haklarının güvence altına alınması için yasa tasarılarının olduğu fısıldanıyor. Bence bu, sizin açınızdan önemli bir hukuki ve ahlaki aşama olur. Her neyse, “Türkiye Türklerindir” diyerek bu konulardaki yorumlarımı kendime saklayayım ben. * * * Boşanmalar, ya da genel olarak ayrılmalar, hem çiftler için, hem de çocuklar için derin yaralar açabiliyor. Etkileri, ayrılmanın nasıl gerçekleştiğine ve özellikle de ayrılma sonrası gelişmelere bağlı olarak şekilleniyor. Burada Türk ve Rus erkekleri kolaylıkla birbiriyle kıyaslayacağımız bir durum doğuyor bence. Türk erkeği, genellikle aileye, karısına ve çocuğuna sahip çıkmasını biliyor. Kimisi bazen bunu yanlış anlayışlarla planlasa ve uygulasa da, zaman zaman kendini eşinin ve çocuklarının sahibi gibi görse de, hatta farklı biçimlerde duygusal ve fiziksel şiddete başvursa da, sonuçta ailesine asla ilgisiz kalmıyor. Boşanma sonrasında çocuklarına ilgisini ve yardımını esirgeyenlerin oranının çok düşük olduğu kanısındayım. Ama Rusya’daki tablo, maalesef çok farklı. Erkekler, yani kocalar ve babalar, aile içinde genellikle daha pasif rol alıyor. Sorumluluğun büyük kısmını başta eşi olmak üzere, başkalarına yükleme eğiliminde görülüyor. Söz gelimi, işi olan annenin küçük çocuğunu eşine bırakması, hatta zorunlu bir seyahat durumunda birkaç gün veya daha fazla süre için çocuğu babaya emanet etmesi çok sık gözlenen bir durum değil. En azından Rus babalar, bu görevi pek sevmiyorlar. Türk kocalar ve babalar bu konuda çok daha sorumlu ve başarılı. Çocuklarıyla ilgili kısa bir sınava dayanamayan babalar, boşanma sonrasında ise genellikle hepten sınıfta kalıyorlar. Bir başka deyişle, Rusya’da erkekler, eşlerinden ayrılırken çocuklarını da hayatlarından çıkarıyor ya da hayatlarında çocuklarına ait olan yeri epeyce daraltıyorlar. Türk erkeklerin aynı durumda bizimkilere göre daha güvenilir oldukları izlenimimi vurgulamak istiyorum. Elbette, bunlar benim düşüncelerim ve “genellikle” diyerek dile getirdiğim, asla herkesi aynı kefeye koymadığımı ve bu dediklerimin tersine de pek çok örneğin bulunduğunu reddetmediğimi ekleyerek ifade ettiğim kişisel görüşlerim. Ama bazen her türlü genellemenin somut örneklerle kolayca çürütüldüğü durumlar çıkar. Onun için her seferinde insanlara, eşlere, ailelere ve onların yaşadıkları öykülere tek tek bakmak gerektiğini söyleyerek bu haftaki mektubumu sonlandırmak istiyorum. Yeni mektuplarda, yeni konularla buluşmak üzere. Nataşa