12 yaşında bir çocuk için 1.5 milyon dolarlık bir tablonun, kendi yaptığı abidik karalamalardan ne farkı vardı?..
Dünyanın bin bir yerinden insanların bir arada olduğu bir konferanstaydım. Kendimi ‘Türkiye’ gibi hissettim ama hiçbir şeye ‘Hayır’ demedim. Ne ikram ettilerse yedim.Latin Amerikalılar açık saçık espriler yaptılar, İtalyanlar bağırdılar, Fransızlar bir kişiyi gözlerine kestirip sadece onunla konuştular, Yunanlılar ancak bizim anlayacağımız espriler yaptılar, İngilizler “İmkanlar da bende, yaratıcılık da,” diye hava attılar, Hollandalılar “Ben niye o kadar havalı olmayı seçmiyorum,” diye yakındılar, Bulgarlar “Yeterli adamım yok,” diye, Macarlar “Yeterli iletişimim yok,” diye şikayet ettiler, Estonyalılar biz ‘güneylileri’ ne kadar aşağıladıklarından ama aslında bizlerin ne kadar akıllı olduğumuzdan dem vurdular, Amerikalılar sürekli arayı bulmaya çalıştılar, yanlış anlaşılabilecek her şeyden sonra mikrofonu alıp evrensel bir açıklama yaptılar...Hiç gönderme yok bu söylediklerimde. Direkt böyle oldu.Konusu “uluslararası bir şirketin kendi markasının yaratıcılığı ve pazarlaması” olan toplantıda değişik milletlerden insanlar, olaya kendi ülkelerinin yorumlarını katan sunumlarını yaparken zaman iyi kullanılamadı, ülkeler birbirlerinin ne yapıp ettiğini o kadar merak etmediklerini farkettikçe salonu ter bastı, ben de en son sırada sahneye çıkacak assolist olarak önceden hazırladığım sunumu sıkıntıdan patlamış bir topluluğa aynen aktarmak yerine, o meşhur “Tabloya sakız yapıştıran çocuk” hikayesinden girsem ne olur diye düşündüm. 2006 yılında, Detroit Sanat Müzesi’ne düzenlenen okul gezisi sırasında 12 yaşındaki bir erkek öğrenci, 1.5 milyon dolar değerindeki tabloya sakızını yapıştırmıştı. Basında çıkan haberlere göre, Helen Frankenthaler’in 1963 tarihli soyut çalışması “The Bay” adlı tablosu, çocuğun sakızını yapıştırması sonucu “hasar görmüştü.”Tabloyu hangi doğrulara göre yapmıştık ki üzerine sakız yapıştırılması tabloya zarar vermiş oluyordu? 12 yaşında bir çocuk için 1.5 milyon dolarlık bir tablonun, kendi yaptığı abidik karalamalardan ne farkı vardı? Yaratıcılık, sanat, ne zamandan beri doğruluğu, yanlışlığı olan, limitleri belirli şeylerdi?Homur homur homur...Zamanında Dali’nin, bir eserinin üzerine boyacılar tarafından yanlışlıkla dökülen boyayı görünce tepkisi, “Aman tanrım, işte tablomda eksik olan buydu, ben bunu niye düşünemedim!” olmuştu. Bizim olayda ise okul yönetimi çocuğa bu davranışından dolayı uzaklaştırma vermiş, müze yetkilileri de sakızın içindeki kimyasalları belirledikten sonra bir çözücüyle izi giderebileceklerini umduklarını söylemişlerdi. 78 yaşındaki ressam Helen Frankenthaler konuyu umursasaydı, sanatı hasar gördü diye gocunmazdı bence. Olaya Cillit Bang falan karıştırmazdı. “Ne diye tablomun önüne cam koymadınız gerizekalılar,” derdi en fazla, çocuğu da ‘muccuk’ diye alnından öperdi.Bence tablolara sakız yapıştırılmalı, güzel bestelerin seslendirildiği konserlerde şarkıları seyirci söylemeliydi.Yaratıcılık, kimsenin kimseye müze müdürü gibi “Şöyledir, böyledir,” diyerek art arda birbirinin aynı örnekler gösterebileceği bir konu değildi. 12 yaşında bir çocuk kadar içi sıkılmış “yaratıcı” bir seyirci topluluğuna, sağa sola sakız yapıştırma imkanı vermek lazımdı.Bunu anlattım, sonra kendi yaptığım işe bir sakız yapıştırdım. Sanat hem sanat içindir, hem de toplum içindir, dedim. Benim anladığım şey sanattır. Yaptığım şey de sanattır. Ne içinse ne içindir. Bıyıklı olup içine tükürmediğin sürece sonsuza kadar geliştirebilirsin. Sanat tek başına, insanın içinden çıkan, insandan bağımsız bir şeydir, dedim. İşin Pazarlama kısmında süreklilik için bazı kurallara uyarsın, gerisi bağımsızdır, dedim.Latin Amerikalılar “İçinden çıkan mııı,” diye güldüler, İtalyanlar kendi aralarında “Toorre nooorre!” diye bağrıştılar, Fransızlar yanlarındakinin kulağına “ğğğhhğ” diye bir şeyler fısıldadılar, Yunanlılar “Nil hadi in sahneden de gidelim ya,” dediler, İngilizler “İmkanlarınız geniş olsa bizim gibi yaratıcı olurdunuz,” diye hava attılar, Hollandalılar “Ben niye çıkıp sahnede pislik yapmadım,” diye yakındılar, Bulgarlar “Sakız çiğneyecek vaktimiz yok,” diye, Macarlar “Yeterli sergimiz yok,” diye şikayet ettiler, Estonyalılar güneylilerin ne kadar ilginç insanlar olduklarından dem vurdular, Amerikalı üst düzey yöneticiler “Let me tell you something,” diye mikrofonu aldılar, “Yaratıcılık yoruma bağlıdır bir yerde, herkes kendi dilini konuşmalıdır tabii, bu konuyu biraz düşünelim, teşekkürler Niyıl” dediler.Ben de sıram geldiğinde bunları hayal ede ede sahneye çıktım. Kurumsal kurallar içinde eğlenceli olmak için elimden geleni yaparak kapanış sunumunu yaptım. Çok başarılı oldum, plaketler, ödüller, tebrikler, açılışlar, davetler birbirini izledi...Ressamların, bestecilerin asla böyle kendi içlerinde toplaşıp birbirlerine gösteri yapmadıklarını hatırlayarak, reklam yaratıcılarının hepsinin delirmiş gibi davranmalarına bir açıklama bulmuş oldum.