Hafta sonu hükümet ve HDP arasındaki “tarihi” açıklamadan sonra kendimi Diyarbakır sokaklarına atıyorum. Sabahki sağanak yağmurdan sonra güneş Amed’i ısıtıyor.
Suriçi’ne doğru yürürken bu “tarihi” günün yarattığı herhangi bir coşkulu yüze rastlayamıyorum. Arkadaşlarla buluşup Suriçi’nde, Amedlilerin deyimiyle “kemikli”* yemeye gidiyoruz. Bir yandan kemikliyi yerken diğer yandan da kebapçıdaki insanlarla sohbete başlıyoruz. Silah bırakma çağrısını nasıl karşılıyorlar, Öcalan’ın belirlediği 10 maddelik ilkeden ne anlıyorlar…
Bir kadın gülerek, “Başkanımız(Öcalan) çok zekidir, Türkiye’yi parmağında oynatıyor” diyerek söze giriyor.
Başka biri: “Türkiye’yi çok iyi tanıyoruz. 1 adım ileri, 2 adım geri…”
Kebapçıda sohbet koyulaşıyor:
“Bu maddeler her zamanki maddeler ama Türk Devleti bir şey kabul etmiyor.”
“Burada bir irade beyanı var. PKK biz artık Türkiye ile savaşmak istemiyoruz diyor. Akıllılarsa bunu değerlendirirler.”
“Türkiye’ye asla güvenmiyoruz. Türkiye hep günü kurtarmaya çalışıyor.”
“Başkanımızın muhakkak Kürtler için vardır iyi bir hesabı.”
“30 vekilimiz meclise girdi, ne değiştirdi, 70 de girse değiştiremez bu ülkeyi. Önemli olan Kürt parlamentosu kurmaktır.”
“Barajı aşarsak evrim, aşmazsak devrim olur!”
“Sorun savaşanlarla çözülmeli, vekillerle değil, asıllarla…”
Kebapçıdan sonra kahvemizi içmeye Diyarbakır’ın taş hanlarından biri olan ünlü Sülüklü Han’a gidiyoruz. Okumuş bir kitlenin takıldığı Sülüklü Han’da gençlerle avluda sohbete devam ediyoruz. 28 Şubattaki ortak açıklamayı tarihi olmasa da önemli bir adım olarak görenler de var:
“Önemli bir adım tabi. Devlet ilk kez Kürt hareketinin meşruluğunu kabul ediyor. Aynı masada ortak bir görüntü veriyor, resmi muhatap alıyor. Şimdi ne yapacak devlet, verdiği bu görüntünün içini boşaltmaya çalışıyor, Erdoğan’ın ve başkalarının söylemleriyle…”
“Bu adım seçimi kurtarmaya dönük gibi görünüyor.”
“Hükümetin Kürt hareketini terörize etmeye çalıştığı bir süreçte bu adım birçok şeyi boşa çıkardı. Hükümetin çözüm planı olduğuna inanmıyorum. Hükümet devleti de, bu ülkeyi de kendine kurban ediyor”.
“Aslında bu adımla Kürt hareketi Türkiye’deki halkların kafasındaki algıları da yıkıyor. İnsanlara kafalarındaki önyargıları sorgulamaları için zaman veriyor.”
Uzun yıllar PKK’nin içinde yer almış ve cezaevinde yatmış biri:
“Hareket bazı şeyleri görmeden kongre yapmaz. Gerçekten samimiyse devlet adımlar atar, o zaman Kürt hareketi de adım atar. Silahları bırakmak gibi bir şey yok bu açıklamada, zaten bugünkü koşullarda bu mümkün değil…”
“Barajı aşacağız, bu yeni bir süreci beraberinde getirecek, tam meşrulaşacağız.”
“Kürt hareketi kırılmaz denen içeriği bile kırıyor. Tabi bir heyecan yok. 2 yıl önce büyük bir heyecan vardı”.
“Bu halk hareketi de, önderini de tanıyor. Kafasında bunlara ilişkin muğlaklık yoktur. Halkın kafasındaki muğlaklık devletin atacağı adımlara yöneliktir.”
Sülüklü Han’ın muhteşem kahvesinden sonra Lalebey Mahallesine doğru yol alıyorum.
Lalebey Suriçi’nin en yoksul mahallelerinden biri. Benim içinse bazalt taşlarından yapılı eski Diyarbakır evleri, dar küçeleri*** ile en güzel mahallelerden. Burası YDGH’ın da etkin olduğu bir mahalle. Nitekim mahalleye girdiğimizde duvarda yazan “Hoşgeldiniz Kantona Surê” yazısı bir anlamda mahallenin özerkliğini de açıklıyor. Mahallenin duvar yazılarından Diyarbakır gençlerinin ruh halini anlamak mümkün.
Mahallede kurulan Lalebey Mahallesi Eşit Özgür Yurttaş Derneği’ne giriyoruz. PKK ve Öcalan bayraklarının asılı olduğu mahalle evi eski bir taş binada. Oldukça büyük bu mahallede binlerce gencin, çocuğun nefes alabileceği ender mekanlardan biri.
Tertemiz sokaklarda yürürken, 6-7 Kobane eylemlerinden sonra yaratılmaya çalışılan bu mahallelere “girilemez” algısının ne kadar yanlış olduğunu bir kez daha gözlemliyorum. Nitekim gençler YDGH’ın da etkisi ile mahallede uyuşturucu kullanımının %90 azaldığını, artık hırsızlık yaşanmadığını anlatıyorlar.
Çaylar eşliğinde mahalle sakinleri ile sohbete başlıyoruz…
“Önderimizin dediği 10 madde doğrudur. Ama Türkiye aldatıyor. Türkiye buna gelmez, zor, bak zaten Cumhurbaşkanı hemen partimize saldırmaya başladı.”
“Barış olmadan silahsızlanma olmaz. Bizi bu devletten kim koruyacak?”
İnsanların yüzündeki umutsuzluk içimi acıtıyor:
“Biz kendi tarafımızdan umutluyuz. Bunları Türkiye yapsın diye zorlayacağız. Ama bu Cumhurbaşkanı milleti aldatıyor.”
“Bizim bu devletten 40 yıldır beklentimiz yok. Bu devletten tek gördüğümüz hakaret, hakaret, hakaret… Şimdi de bir beklentim yok.”
“Cumhurbaşkanı niye siyasete karışıyor? Bir diktatör olarak Türkiye’yi yönetiyor.”
“Ben hep ona oy verirdim ama artık vermeyeceğim, her işe karışıyor. Hem çavuş, hem binbaşı, hem cumhurbaşkanı, hem başbakan olmuş…”
“Vallahi örgüt silahı bırakmasın. Bırakırsa TC. gelir bizi öldürür.”
“Silah bırakmak celladına teslim olmak gibi bir şeydir.”
Gözüm duvara asılı Vedat Aydın’ın büyük resmine takılıyor. Öldürüldüğü gün tekrar aklıma düşüyor. Buğulanan gözlerimdeki damlanın akmaması için çabalıyorum. Vedat Aydın’ın öldürüldüğü yıllarda henüz doğmadıklarını düşündüğüm gençlere dönerek, “Vedat Aydın’ı ne kadar tanıyorsunuz?” diye soruyorum. “Tanımaz mıyız abla” diyor henüz 16-17 yaşlarında genç bir çocuk. Başını öne eğiyor. “Çok şehidimiz var Abla. Kürt halkını varlık içinde yok etti bu devlet…” Yutkunuyorum.
Diyarbakır’da medyanın yansıttığı gibi ne “tarihi” bir gün yaşanıyor, ne de bir coşku var!
* Kemikli etten oluşan ızgara kebap.
** Sur Kantonuna Hoşgeldiniz!
*** Diyarbakır’ın bazalt taşlı dar sokaklarına “küçe” denir.