Geçen yıl gittiğim Kuzey İrlanda’dan sonra, bu sefer adanın güneyinde Dublin’deyim. DPI’ın (Demokratik Gelişim Enstitüsü) düzenlediği gezi ile İrlanda barış sürecinde bizzat yer almış siyasetçi, bürokrat, sivil toplum çalışanı, din adamları gibi toplumun çeşitli katmanlarındaki insanlardan sürece ilişkin deneyimlerini dinleme şansı buluyoruz.
Öncelikle Kuzey İrlanda sorununu kısaca hatırlayalım:
1600’lü yıllarda İngiltere adaya geliyor. Tüm ada İngiltere’nin bir parçası oluyor. 1916’da İngiltere’ye karşı adada ilk isyan çıkıyor. İsyanın lideri İngiltere tarafından öldürülünce, bağımsızlık hareketi güç kazanıyor. 1921’de ada ikiye bölünüyor, ve güneyde İrlanda Cumhuriyeti kuruluyor. Kuzey İrlanda ise İngiltere’nin bir parçası olarak kalıyor. Bunun nedeni Kuzeyde yaşayan Protestanlar kendilerini İngiltere’nin bir parçası olarak görüyorlar ve kendilerini İngiliz olarak tanımlıyorlar. Adada, 2 ülke yaratılmış oluyor. Güneyde Protestanlar, kuzeyde Katolikler azınlık olarak kalıyor.
Kuzey’de oldukça adaletsiz bir toplum kuruluyor. Protestanlara işyerlerinde öncelik veriliyor, Protestanlar daha iyi eğitim hizmeti alıyor, Protestanlardan oluşturulan polis teşkilatı (RUC) ve yine adalet teşkilatı Katoliklere karşı ayrımcı davranışlarda bulunuyor. Toprak, ekonomi, eğitim, inanç, adalet tüm politikalarda adaletsizlik ve ayrımcılık yapılıyor. Tam bir “çoğunluk diktası” kuruluyor. Bunun üzerine 1967’de Kuzey İrlanda’da Sivil Haklar Hareketi ve “Bir Adam Bir Oy” (One man one vote) hareketi başlıyor. Kuzeyde seçimleri sürekli Protestanlar kazanıyordu, çünkü işadamlarının 2 oy hakkı vardı ve işadamları genelde Protestan’dı. Sivil Haklar Hareketinde temel talepler konut koşulları, eğitim, istihdam… gibi alanlarda eşitlikti. Barışçıl bir eylem olan Sivil Haklar Hareketi Kuzeydeki Birlikçiler tarafından oldukça kanlı bastırılıyor. Bunun üzerine Kuzey İrlanda 1969’da yıllarca sürecek çatışmalı bir döneme giriyor. Küçücük Kuzey İrlanda’ya 50 bin kolluk kuvveti getiriliyor ve İngiliz askerleri Kuzey’in sokaklarında yürümeye başlıyorlar.
İnsanlar artık kendilerini güvende hissetmedikleri için hızla silahlanmaya başlıyorlar. Oldukça kirli bir savaş Kuzey’in sokaklarında yürütülüyor. Birbirlerini öldüren insanların çoğu birbirlerini tanıyan insanlardı. Ya komşulardı, ya aynı işyerinde çalışmışlardı, aynı mahallelerde oturuyorlardı.
Çatışmalı yıllar boyunca 3700 kişi ölüyor, 30.000 insan yaralanıyor. Bu 1,5 milyon nüfuslu küçük bir toplum için çok yüksek bir rakam. ABD nüfusuna oranlandığında bu 4 milyon insanın ölmesine denk geliyor.
'Süreç oldukça yavaş ilerliyordu, o nedenle sürece TİK TAK adını vermiştik'
IRA ve İngiltere hükümeti arasında ara ara görüşmeler yapılsa da, barış sürecine giden yol daha çok 1994 yılında başlamış sayılıyor. 1994 yılında IRA ateşkes ilan ediyor. İngiltere de güvenlik tedbirleri ile bu sorunu çözemeyeceğini anlıyor. Herkes asıl olanın “kazanmak” değil, “barış” olduğunu ve çatışmanın kimseye fayda getirmeyeceğini görüyor.
1994 te başlayan süreç 1997 de yavaş yavaş şekil almaya başlıyor. Görüştüğümüz İrlanda eski Başbakanı Bertie Ahern o dönemi şöyle anlatıyor:
“Süreç oldukça yavaş ilerliyordu, o nedenle sürece TİK TAK adını vermiştik. 1994 yılında bir girişim yapılarak, kafadaki düşünceleri tek bir belgede birleştirelim ve her tarafa adil gelen bir belge çıkarmaya çalışalım dedik. Bazı kilit görevliler, akademisyen, sendikacılar..vs. de belgeyi destekledi. Önemli bir eşik atlatan bir belgeydi. IRA o sıra bir ateşkes ilan etti, Ekim de de kralcılar ateşkes ilan etti. Ve 1 yıl sonra daha ileri bir belge yazıldı.”
Bu arada 1996’da ateşkes kırılıyor. IRA Londra’nın finans merkezinde bomba patlatıyor. 2 kişi ölüyor ve muazzam bir zarar veriliyor. Bombalama eylemi süreci biraz duraklatsa da, süreç devam ediyor. Bu arada hem İrlanda hem İngiltere’de seçimler oluyor. Her iki ülkede de hükümetler değişiyor. İngiltere’de Blair hükümete geliyor.
Ateşkes yaparsa müzakerelere hemen başlanacağı garantisi verilerek, 1997 yazında IRA tekrar ateşkese ikna ediliyor. 1997 Ağustos ayında IRA ateşkes ilan ediyor, Eylül ayında da müzakereler başlıyor.
II
“Her şeyin üzerinde anlaşana kadar hiçbir şeyin üzerinde anlaşmamış varsayıyoruz”
Tek başına İngiltere ve/veya İrlanda’nın bu süreci yürütmesinin mümkün olmayacağı, üçüncü bir tarafın katılımının süreci kolaylaştıracağı düşünülüyor. Nitekim öyle de oluyor. Dublin’de görüştüğümüz müzakere sürecinde yer alan eski İrlanda Dışişleri Balanı Liz O’Donnell 3. taraf olarak ABD’nin müzakere sürecinde oynadığı rolün önemine değiniyor:
“ABD bizim için çok önemliydi. IRA ABD’deki İrlandalılarla yakın bağlara sahipti. ABD’nin barış sürecimize dahil olması idealist bir müdahaleydi. Clinton bir konuşma yaparak ‘İrlandalıların tekrar mutlu olmasını istiyoruz’ dedi ve sürece başkanlık etmesi için ABD Senatör Mitchell’i atadı. Mitchell, bir yargıçtı, çok saygın bir insandı, siyasi bir zeka kattı müzakerelere. Tarafsızdı, çok sıkı bir oturum başkanıydı. Hem İngilizler hem İrlandalılar için zor bir adamdı. Müzakereler başladı, müzakerelere karşılıklı bir saygı unsuru katmaya çalıştı. İnsanların önce birbirlerine bağırmayı kesmeleri gerekiyordu. Çok saygıdeğer politikacı ve hakim olması nedeniyle, taraflar odada o olduğu için daha saygılı olma gereği duydu, Mitchell’in varlığı kabalığı engelledi.”
Sürecin hemen başında İrlanda hükümeti güven inşasının bir parçası olarak tutukluları serbest bırakıyor. O’Donnell: “Bu riski almaya değer gördük. Eğer yanlış davranırlarsa tekrar tutuklarız ama şimdilik iyi niyetimizi gösterelim istedik. Tutuklular toplumda çok güçlü bir role sahipti. Diğer taraf için karşılanması zor bir durumdu çünkü insan öldürmüşlerdi. Ama biz yine de barış adına bu riski aldık” diye anlatıyor.
Müzakereler için hem İngiliz hem İrlanda hükümeti en iyi siyasetçileri ve en iyi bürokratlarını seçiyor. O’Donnell buna paralel her 2 ülkenin başbakanların da sürece odaklandığını vurguluyor:
“Barış sürecine en iyi politikacılar, en iyi uzmanlar, en iyi memurlar atandı. İngiltere’de de en iyi memurlar tamamen bu işe atandı. Bu sürece önemli bir katkıydı, bu insanlar sadece bu işle ilgileniyorlardı. Başbakanlıkta müzakereleri destekleyen yeteri kadar irade bulamazsanız bu iş tutmuyor. 2 tarafın başbakanları da sürece tamamen odaklandılar.”
Müzakere masasına toplumdaki tüm sesleri getirmek için, müzakere öncesi özel bir seçim yapılıyor. Bir defalığına, müzakere sürecine özel olarak seçim barajı kaldırılıyor ve böylece toplumdaki tüm seslerin müzakere masasına gelmesi sağlanıyor. O’Donnell:
“Bir anlamda müzakere yapacak kişilerin seçilmesi için seçim yaptık. Eğer sadece ana partiler gelecek deseydik epey kutuplaşmış olacaktı ama biz tüm sesler barış sürecine girsin istedik, işçilerden kadınlara kadar. Kadın koalisyonuna pozitif ayrımcılık yapıldı. Seçimlerden çıkmamasına rağmen müzakere masasında 4 sandalye verildi. Tüm toplumu kesen bir masa oluşturuldu. Büyük partiler o kadar çok ses çıkarıyordu ki, daha çok ve farklı ses olsun istiyorduk. Kadın örgütleri de böyle dahil oldu. Hemşireler, doktor… vs. dahil oldu. Bir tür düşünce açıklığıydı aradığımız. Erkek egemen partiler ve sabit ideolojik pozisyondan gelen insanlardan ziyade bu tarz farklı sesler olsun istedik. Bu süreci çok kolaylaştırdı”.
Toplumun her kesim ve katmanından seslerin bir araya geldiği müzakere masasında hızlı ilerlemek çok kolay değildi. Tüm taraflar müzakereye davet edilmişti, masaya gelmeyi tek bir parti reddetmişti, DUP, Kuzeydeki en büyük Protestan Birlikçi parti. O masaya gelmese de müzakereler devam etti. Görüştüğümüz Glencree Barış ve Uzlaşma Merkezi’nin eski Başkanı Ian White bu durumu şöyle açıklıyor:
“Müzakere masası kapsayıcı olmalı. Bu çok önemli. Herkes odada olmak istemiyor olabilir ama hazır hissettiklerinde odada onlara yer olduğunu bilmeliler.”
Nitekim, hazır hissettiğinde masaya oturması için DUP’un yeri, masaya geleceği 2006 yılına kadar tutuldu.
'Birbirinden nefret eden insanlar masada oturuyorlardı'
8 ay süren müzakere sürecinde masada yaşanan tartışmalar gizli yürütüldü. İlk aylar masadaki tarafların birbirleri ile diyalog kurmaları ile geçti. Ian White bu süreçteki zorlukları şöyle anlatıyor:
“En önemli şey diyalog idi. Birbirinden nefret eden insanlar masada oturuyorlardı ve diğer sivil toplum örgütleri de bu süreci kolaylaştırmaya çalışıyorlardı. Herkes hem acı çekiyor, hem de diğer tarafı dinlemek zorunda kalıyordu. Örneğin İngiltere güvenlik birimlerinden insanlar, sevdiklerini öldüren insanlarla aynı masadaydılar . Bazen masada kilise grupları da oturuyordu.
Canı yananlar ‘insan değil canavar onlar’ diyordu. Önce karşınızdakinin insan olduğunu kabul etmeniz gerekiyor. İnsanlara bunu anlamaları için alan yarattık. İlişkileri insanileştirdik. Bunda sivil toplumu sürece katmamızın faydası çok oldu. Sivil toplumun çok önemli bir faydası da politik müzakereleri hayata geçirmede oynadıkları roldü. Toplumla tabanla kontaktaydılar. Tabi ki sivil toplumdan insanların da bir geçmişleri vardı, ama geçmişlerini müzakere masasına taşımıyorlardı”
Müzakereler devam ederken hala silahlar dolaşıyordu. 1998 Paskalyasında patlayan bomba da müzakereleri kesmedi. Bombalamayı IRA’nın müzakere sürecine katılmasından rahatsız olan IRA içindeki küçük bir muhalif grubun yaptığı anlaşıldı.
Görüştüğümüz sürece katılan insanlar bazı günlerin masada hiçbir ilerleme sağlanmadan geçtiğini, ama ertesi gün herkesin tekrar masaya geldiğini anlatıyorlar. Müzakerelerin 2 önemli özelliği; bağımsız bir oturum başkanı olması ve yapılandırılmış bir müzakere süreci olmasıydı. Bağımsız oturum başkanı herkesin herkesi dinlemesini sağlıyor ve herkesin konuşması için fırsat yaratıyordu. “Senatör Mitchell, bırakın konuşsunlar, bu dışarıda bağırmalarından iyidir, diyordu” diye anlatıyor O’Donnell o günleri.
Müzakere süreci oldukça esnek bırakılıyor. O dönemki İrlanda Başbakanı Ahern görüşmemizde süreci şöyle tanımlıyor:
“Ana ilkemiz şuydu: Her şeyin üzerinde anlaşana kadar hiçbir şeyin üzerinde anlaşmamış varsayıyorduk.
Zordu, tüm müzakereler gibi inişleri çıkışları vardı. Blair ve ben şuna karar vermiştik, çatışma çok uzun ve şiddetli olduğu için mümkün olduğunca kapsamlı bir anlaşma yaptık, anlaşmada değinebileceğimiz tüm konulara değindik, tüm alanlara ilişkin bir yol haritası çıkardık, temel reform alanlarını belirledik, ceza yasası, tutuklular, kolluk kuvvetleri, kuzeydeki meclisin nasıl düzenleneceği, insanların bu meclise nasıl seçileceği, iktidarın bu insanlar arasında nasıl paylaşılacağı…gibi.”
Müzakerelerde tüm sorunlar ele alınarak her biri için birer yol haritası belirlendi.
Ve 1998 yılı Nisan ayının bir Cuma günü Barış Anlaşması nam-ı diğer Hayırlı Cuma Anlaşması muhalefete yer vermeyecek şekilde tüm tarafların katılımı ile imzalanıyor.
Anlaşmayı imzalamayan tek taraf olan dönemin en büyük Protestan partisi DUP, anlaşmayı imzalamadığı için oldukça güç kaybedecek ve anlaşmayı uzun yıllar sonra 2006 yılında imzalayacaktır.
Hayırlı Cuma Anlaşması aslında Kuzey İrlanda’nın yeniden tasarımıydı. Anlaşma ile Kuzey İrlanda/ İngiltere, Kuzey/ Güney ve Doğu /Batı (İngiltere ve İrlanda Adası) arasındaki ilişkiler baştan düzenlendi.
Anlaşma görüştüğümüz her kesim tarafından bir “GÜÇ PAYLAŞIMI” anlaşması olarak tanımlanıyor. Hiçbir tarafın muhalefette olmayacağı, herkesin hükümette olacağı şekilde bir güç paylaşımı yapıldı. Kuzey İrlanda hükümetindeki bakanlıklar aldıkları oy oranlarına göre tüm partiler arasında paylaştırıldı. Böylece Barış Anlaşmasının uygulaması tüm tarafların içinde yer aldığı bir hükümet tarafından yapılacaktı.
O’Donnell bunun zorunlu bir güç paylaşımı olduğunu belirtiyor:
“Geçmişe kıyasla Kuzey İrlanda’nın kendi içişlerini kendilerinin yönetebileceği bir sistem hazırlandı. Eskiden hem İngiltere hem İrlanda Kuzey İrlanda’nın içişlerine çok müdahale ediyorlardı, artık Kuzey İrlanda parlamentosu kendisi ilgilenebilecek kendi sorunlarıyla, kolluk kuvvetlerinden diğer işlere kadar… Bunun için yeni bir iktidar anlaşması, iktidar paylaşımı yapılması gerekiyordu, zoraki bir iktidar paylaşımı oldu, çünkü eğer çoğunluk deseydik, çoğunluk Protestan’dı ve her şey tekrar aynı devam edecekti. Bu nedenle zorunlu olarak iktidar paylaşımı şart koşuldu. Kuzeydeki her şey oybirliği ile olmalı dendi. Tüm sistem çatışma çözümü sonrası toplumlar için özel olarak hazırlanmıştı. Zoraki olarak paylaştırılmış bir iktidar var Kuzey İrlanda’da ve farklı gruplar bu şekilde iktidara dahil edildi.”
En önemli sorunlar silahsızlanma, tutsaklar ve polis kuvvetleri idi. Ahern oldukça kapsayıcı bir belge hazırlanmasının sonraki süreci kolaylaştırdığını söylüyor:
“Müzakereden mümkün olduğunca kapsayıcı bir belge ile çıkmak gerekiyor, aksi takdirde müzakereler bozuluyor, insanlar çekiliyor, ama irili ufaklı meselelere parmak basabilirseniz size yol gösterir, nitekim bundan sonra hep Hayırlı Cuma’da neler vaat edildiğine odaklanıldı. Daha sonra elinizde bir belge oluyor.”
Hayırlı Cuma Anlaşmasında birçok konu için ayrı komiteler kurulmasına karar verildi. Bunlardan en önemlisi de en zor konu olan silahsızlanma idi. Barış Anlaşmasından önce IRA silahları bırakmayı reddetti, anlaşmanın uygulanıp uygulanmayacağını görmek istiyordu. Bunun üzerine barış anlaşmasında silahsızlanma ile ilgili bağımsız bir uluslararası komisyon kurulmasına karar verildi. Hükümetler metot hakkında karara varamadılar. Silahsızlanma uluslararası bir organ tarafından gizlice gerçekleştirildi. Uluslararası silahsızlanma komisyonu hükümetlere net mesaj veriyordu, “bugün şu kadar silahın gömülmesine şahitlik ettik” diyorlardı. “Biz uluslararası komisyona karışmadık, onlar bize ara ara rapor veriyordu, tek bir yöntem kullanmıyorlardı, biz onlara güvendik” diye anlatıyor dönemin Dışişleri Bakanı O’Donnell. Barış Anlaşmasından sonra silahların tam olarak gömülmesi 10 yılı aldı.
Bir diğer zor konu tutsaklar meselesi idi. 2 yıl içerisinde tüm tutsakların serbest bırakılmasına karar verildi. Buna paralel cinayetlerle ilgili soruşturmalar devam etti. Geçmişle yüzleşme üzerinde anlaşılamayan bir konu idi. Bu nedenle bu konu geleceğe bırakıldı. 2014 yılı Aralık ayında imzalanan Stormont House Anlaşması ile bu konuda bir ilerleme sağlandı.
IRA’nın tüm liderleri ve üyeleri serbest bırakıldı ve kendi ülkelerinde yaşamaya devam ettiler. Dönemin Başbakanı Ahern görüşmemizde bunun nedenini şöyle açıklıyor:
“IRA liderlerinin başka bir ülkeye gitmesini istemedik. Kendi ülkelerinde bir yaşam kurmalarının, başka bir ülkede yine muhalefet etmelerinden daha iyi olacağını düşündük. IRA liderleri nerde iseler orada kaldılar, adada yaşamaya devam ediyorlar, çoğu çalışıyor, bir hayatları var, çok azı tekrar suç işledi. Eğer biz şunu söyleseydik, bazı IRA liderleri ABD’de kalsın deseydik, çünkü bir kısmı oradaydı, bir müddet sonra zorlanırdık. Şimdi İspanya hükümeti ile konuşuyoruz ve hükümete şunu soruyorum: insanların burada normal yaşama dönmesi mi daha iyi, yoksa dışarıya sürüp orada size muhalefet etmeleri mi?”
Kuzey İrlanda’da birçok suça karışmış polis gücünün yeniden yapılandırılması başka bir zor konu idi. Birçok insanı emekli etmek ya da işten ayırmak gerekiyordu. Yeni polis gücünün en az %30’unun azınlık topluluğundan yani Katoliklerden olmasına karar verildi. Bir kombinasyon, karma sistem kuruldu.
İrili ufaklı tüm sorunların ele alındığı Hayırlı Cuma Anlaşması tüm taraflarca imzalandıktan 2 ay sonra belirlenen bir günde, hem Kuzey İrlanda hem de İrlanda Cumhuriyeti’nde halk oyuna sunuldu. Güney halkının %90’ı, Kuzey halkının %73’ü anlaşmayı onayladı. O’Donnell bu referandumun politikacıları rahatlattığını ifade ediyor:
“Anlaşma referandumla onaylandı, hem Kuzeyde hem Güneyde. Aynı gün onaylandı referandumla, dolayısıyla demokratik de bir otoritesi vardı. İrlanda halkına anayasanın değiştirilmesini ister misiniz, İngilizlerin İrlanda üzerindeki hakimiyetinin vazgeçmesini ister misiniz...vs. tüm bunlar soruldu ve halk buna onay verdi. İnsanlar bağımsız olmayı istediler ve bunu barışçıl bir şekilde barışçıl bir araçla gösterdi. İrlanda şunu kabul etti, İrlanda’ya yakınlık duyan 1 milyon Protestan halk benimsemiyorsa bir siyasi çerçeveye zorlayamazsınız. Referandum ile elde ettiğimiz demokratik otorite bize çok büyük güç verdi, süreç politikacıların elinden alınmış, halka verilmiş oldu.”
'İnsanlar ayrımcılığa uğramayacaklarına dair garanti istiyorlardı'
Hayırlı Cuma Anlaşmasında belirtilen konuların hayata geçirilmesi 10 yılı bulacaktı. Dönemin Başbakanı Bertie Ahern görüşmemizde uygulama zorluklarını anlatıyor:
“Belge 8 ay sürdü ama en zoru bunların uygulanmasıydı. Mesela kolluk kuvvetlerinin reformu diyordunuz, öyle bir kolluk kuvvetleri olacak ki herkes memnun olacak, dışarıda tekrar ortalığın karışmaması gerekiyor, öte yandan bir sürü reform seçim…vs. gerekiyor. Anlaşmayı tam olarak uygulamak 2007 yılına kadar sürdü, bazı yıllar daha hızlı ilerledik, bazı yıllar yavaş. İnsanları şartlı tahliye edince sunu anlıyorlar, tekrar bir suç işlememeliyiz, zaten çok azı tekrar suç işledi. Silahsızlanma için uluslararası bir komisyon kurduk uzun bir süre aldı, bunca yıl içerisinde çok sayıda karmaşık silahlar biriktirmişlerdi ellerinde, ayrı bir komisyon kurduk. Hem ABD hem Kaddafi’den silahlar geliyordu, Kaddafi 3 gemi silah yollamıştı IRA ya. Bazı insanlar bir yandan politikacılık yapıyor bir yanda şiddeti kullanıyordu. Kolay değildi.”
Anlaşmanın uygulanması özellikle Protestan toplumunda çeşitli huzursuzluklar çıkardı. Barış anlaşmasının kendilerine yaramadığını düşünenler vardı. Çünkü artık sadece Protestan oldukları için garantili işleri yoktu, eşitlenmişlerdi, ama aşağıya doğru eşitlenmişlerdi. Ahern’e göre en önemli nokta ayrımcılığın olmadığı bir toplum kurabilmekti:
“Ayrımcılığı durdurabilseniz toplumda, o zaman ancak bir yere varabiliyorsunuz. İnsanlar ayrımcılığa uğramayacaklarına dair garanti istiyorlardı.”
IRA üyeleri ve destekçilerinin yeni topluma uyumunun daha kolay olduğunu belirtiyor eski Bakan O’Donnell. Bunun nedenini de siyasi kültürlerinin daha ileri olmasına bağlıyor. Yüksek siyasi kültür silahı bırakıp yeni yaşama adaptasyonlarını hızlandırmıştı.
Hayırlı Cuma irili ufaklı birçok sorunu ele almasına rağmen, üzerinde anlaşılamayan bir konu geçmişle yüzleşme idi. Ian White bu sorunun geleceğe bırakılmasının yeni nesillerde de travma yarattığını belirtiyor:
“Hala insanlar geçmişle ilgili acı çekiyor. Travma hala orada ve biz geçmişle kapsamlı bir şekilde ilgilenemedik. Bu en önemli başarısızlığımız. Biz şimdi bazı sinyaller görüyoruz, gelecek nesillere de bu çatışma geçiyor. Yeni jenerasyon geçmişi romantize etmeye başlıyor. Geleceğin bir barış jenerasyonu olacağı konusunda emin olmalıyız, şuan değiliz. Bu nedenle buna eğilmeye çalışıyoruz. Travma bir miras olarak bırakılıyor, ideolojiler, acılar hepsi miras olarak bırakılıyor. (1)
'Özellikle 4 konuda çalışıyoruz. Çatışma önleme, arabuluculuk, kadın, barış ve güvenlik, barış deneyimini paylaşmak'
İrlanda geleceğin bir barış jenerasyonu olması için uğraşıyor.
İrlanda Dışişleri Bakanlığı içerisinde kurulan Çatışma Çözümü Birimi bu amaç yolunda kurulmuş bir birim. Bir yandan İrlanda’nın barışı odağına alan ulusal planlarını hazırlarken, öte yandan da çatışmalı ülkelere deneyimlerini aktararak dünya barışına da katkıda bulunmaya çalışıyor.
Çatışma Çözümü Biriminin Başkanı Kevin Kelly görüşmemizde kuruluş amaçlarını şöyle anlatıyor:
“Çatışmalı tarihimiz, çatışmanın kökenleri konusunda daha fazla düşünmemize neden oldu. Ve bunun üzerine düşünerek bu adadaki deneyimi paylaşmak ve barışa hizmet etmek istedik. Özellikle 4 konuda çalışıyoruz. Çatışma önleme; arabuluculuk; kadın, barış ve güvenlik; barış deneyimini paylaşmak.”
Çatışma Çözümü Biriminin bu yıl ikincisini hazırladığı Kadın Barış ve Güvenlik Ulusal Eylem Planı ise dünyada çatışmalı bölgelerde oldukça az değinilen kadın meselesine değiniyor. Planın temel amacı sürdürülebilir barışa kadınları katmak.
Bugün Kuzey İrlanda’nın başkenti Belfast’ta aktif bir parlamento var. Geçmişten kalan 3 temel sorun var: Geçmişle yüzleşme, her yaz yapılan Protestan yürüyüşleri (bu yürüyüşler sırasında Katolik bölgelerde çeşitli rahatsızlıklar çıkarılıyor) ve bayrak meselesi (İngiltere bayrağının yılda kaç gün Kuzey İrlanda parlamentosunda dalgalanacağı sorunu). Bu sorunlar ara ara ufak çatışmalar yaratsa da İrlanda bir “barış jenerasyonu” yaratmak ve bir “barış adası” olmak için gereken önlemleri zamanında almaya çalışıyor.
Barış meselesine kendisini adayan, ve sadece İrlanda değil Ukrayna’dan İran’a, Kore’ye kadar dünyada barışa katkı sunmak için çalışan İrlanda’nın eski Başbakanı Bertie Ahern ile bitirelim:
“Sabır önemli, her şey bir gecede bitmeyecek. Diyaloğun ucunu açık bırakmak, gemiyi yüzdürmek gerekiyor, insanlar bazen kısa vadede iyi şeyler görmek istiyorlar, sabırsızlık sizi hiçbir yere götürmüyor, sürekli olarak katkıda bulunmaya devam etmelisiniz. Çözümü olmayan bir sorun yok diye düşünüyorum, eğer halkın, insanların kararlığı varsa.”
(1) Geçmişle Yüzleşme meselesi 2014 Aralık ayında imzalanan Stormont House Anlaşmasında ele alındı ve bu konuda çeşitli komisyonlar kuruldu.