Diyarbakır
Uluslararası Sol Forum’un Kürt Forumu ile birlikte organize ettiği bir panel için Stockholm’deyim. Stockholm’de soğuk bir hava var. Panele ilgi büyük.
Türkiye’nin içerideki korkunçluğu dışarıya olduğu gibi yansıyor. “Eskiden yazları Datça’ya giderdim, artık gitmiyorum, hem korkuyorum hem de açıkçası bu zalim devlete para kazandırmak istemiyorum” diyenler, “Türkiye’de işkence ne boyutta?” diye soranlar, “Kürt illerinin yıkık halini gördüğüm günden beri uyuyamıyorum” , “Bu devlete hakkım helal değil” diyerek iç dökenler…
Referandum konusunda da İsveç’te yaşayan Türkler, Kürtler ve İsveçli politikacılar oldukça endişeliler. “Şırnak, Nusaybin, Yüksekova gibi yerlerde insanlar nasıl oy kullanacaklar?”, “Sandık güvenliği konusunda ne düşünüyorsunuz?” sorularıyla sık karşılaşıyorum. Görüştüğüm politikacılar referandumda sandık güvenliğine ilişkin Avrupa’dan gözlemci heyetlerin gitmesinin önemini vurguluyorlar. Stochkolm’de yaşayan Kürtler de “hayır” için çeşitli kampanyalar yürütüyorlar.
Panele farklı Kürt çevrelerinden birçok insan, Kürt kurumları, barış için çalışan Türk ve Kürt kadınlar, İsveçli politikacılar, gazeteciler ilgi gösteriyorlar. İsveç’teki Barış İçin Kadın İnisiyatifi Cizre’den sonra şimdi de Şırnak için kampanyalar yürütüyor. OHAL sonrası Kürt illerinin durumunu konuşuyoruz. Yüz binlerce Kürde yuva olmuş İsveç’teki Kürtler oldukça endişeli. İsveç’teki bazı Kürt örgütlenmeleri Kürt illerinde yaşanan savaş ve insanlığa karşı suçlara ilişkin hukuki girişimlere başlamışlar. Kayyumların atanması ve sivil toplumun kapatıldığı bir ortamda İsveç’teki kurumlarla yeni farklı çalışma yollarını nasıl oluşturacağımızı konuşuyoruz.
Konuşmamda OHAL’in Kürtler için 15 Temmuz 2016’da değil, Temmuz 2015’te başladığını söylüyorum. 2015 Temmuz’undan itibaren bölge illerinde başlayan yıkımın sonuçlarını ve OHAL ile bölgede yerel yönetimlere, sivil toplum örgütlerine, siyasi temsile vurulan darbeyi anlatıyorum. Bugün bölgenin sessizliğe büründüğünü ancak bu sessizliğin bir baş eğme, biat etme olarak algılanmaması gerektiğini, bu sessizliğin kendi içinde büyük bir kırgınlık ve öfke barındırdığını anlatıyorum. Sessizliğin içinde farklı şekillerde direnen, ayakta kalmaya çalışan milyonlarca insan olduğunu anlatıyorum. Güzel insanlarla birbirimize umut veriyoruz. Stockholm’de demokrasi, eşitlik, özgürlük için mücadele eden bu insanları görmek doğrusu bana da iyi geliyor.
Son gün Hollanda krizi herkesin dilinde. Türk yetkililerin Avrupa ülkelerini sık sık Nazilikle suçlaması burada da rahatsızlık yaratmış durumda. Bakan Fatma Betül Sayan Kaya’nın zorla Hollanda’ya girmeye çalışması ve bakanın attığı tweetle kendi ülkesinde olmayan özgürlükleri talep etmesi, Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ı, Hollanda Başbakanı sananlar, “Atam, Atam kalk, cumhuriyetin haline bak” diye ağlayanlar, Hollanda Konsolosluğu'na çıkarak tekbir getirerek bayrak yakanlar, Rotterdam şehrinin polis merkezinin telefonunu bulup arayarak dombra müzik dinletenler, misliyle karşılık vereceğiz salvoları, bir ülkenin başbakanına “sen ne lalesin” diye hakaret eden bakanlar...
Sadece İsveçliler değil, İsveç’te yaşayan Türkler ve Kürtler de tüm bu yaşananları acı bir gülümseme ile takip etmekteler. Burada Türkiye ile ilgili artık hiçbir şeye şaşırmıyor insanlar. Bir İsveçlinin deyimiyle, "Türkiye sağa sola saldıran azgın bir boğaya benziyor."
Kara bir mizahın içinde yaşıyor gibiyiz. Tüm bu çılgınlığın arasında, acaba evrenin bir noktasında donup kaldım mı, artık hissetmiyor muyum diye düşünmeye başlıyorum. Türkiye cinnet geçiriyor, acaba bende mi geçiriyorum?
Uçakta Türkiye’ye dönerken, ağzımda bir şarkı mırıldanıp duruyorum: “Lale devri çocuklarıyız biz…”