Bizi yönetenlerin Doğu Akdeniz diplomasini bir çok forumda eleştirdik. Eleştirmeyi de sürdüreceğiz. Örneğin; bu konuda tehdit üslûbuyla demeçler vermek, iç politika açısından ne kadar işe yarar bilmiyorum, ama dış kamuoyu açısından aleyhimize sonuçlar veriyor. Özellikle Batı kamuoyu bizim konuyla ilgili tezlerimizden çok halimiz tavrımız üzerinde duruyor, "agresif" sıfatını haksızca yakıştırıyor, daha münazara başlamadan münazarayı kaybeden ekip durumuna düşüyoruz. Oysa haklıyız. Tehdit eden ülke imajı oluşturulmasının önüne geçmemiz gerekiyor. Bunu yaparsak haklılığımızı anlatmak kolaylaşır.
İğneyi kendimize çekinmeden birçok kez batırdığıma göre Yunan dostlarımıza da bir çift lâf etmem gerekiyor. İki on yıl önceki barışma sürecinde yer almış olmam da bunu gerektiriyor.
Sorunun özüne gidelim. Sorunun özü, Yunanistan’ın 10 kilometre karelik Meis Adası'nın yüzölçümünden 4 bin kez daha geniş bir münhasır ekonomik bölgesi olduğunu iddia etmesidir. Yunanistan bu iddiasını BM Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin 121'inci maddesine dayandırıyor. Okuyun o maddeyi kabaca, çok genel ifadelerle yazılmıştır. Okuyunca Grönland Adası da, Meis Adası da bir sanırsınız. Adalar arasında büyüklüklerine, coğrafi konumlarına, karaya, komşu ülkelere yakınlıklarına göre hiç ayırım yapılmamış. İç hukukta nasıl kötü yazılmış yasa maddeleri varsa, uluslararası hukukta da öyle maddeler olabiliyor. Ancak bu kadar önemli bir uluslararası sözleşmede bu kadar kötü madde yazarsan savaş çıkartabilirsin. Türkiye’nin böyle bir maddeyi ve sözleşmeyi kabul etmemesi de uluslararası hukuka uygundur.
Uluslararası Adalet Divanı'nın içtihatının bu maddenin kaba genellemesini düzeltmek yönünde gelişmesi de Türkiye’yi haklı konumda tutuyor. Zaten oydaşma aranarak değil oylamayla kabul edilmiş bir sözleşme. Bu da yanlış ve teamüle aykırı olmuş. Türkiye mecburen 'hayır' oyu vermiş. İlle de 'sözleşmeye 'taraf ol' ya da 'sözleşmeyi uygula' şeklinde Türkiye’ye baskı yapmak uluslararası hukuka uygun değildir. Sözleşmenin bence güncellenmesi gerekir. Çin de hoşnut değil sözleşmeden. ABD taraf değil sözleşmeye. Çin çekilse, sözleşme çöker. Ben olsam, sözleşmeyi günün koşullarına göre yeniden gözden geçirme konferansı isterim. Önerim kabul edilmezse günah benden gider.
Zaten Yunan tarafının Batı televizyonlarının ekranlarında sık sık gösterilen haritasına bakınca sağduyulu bir insan Türkiye’nin haklı olduğunu anlar. Haritada genellikle yer verilmeyen ölçüde küçücük bir noktadan kalkarak aşağıya doğru koca bir üçgen çizmişler, "Burası Yunanistan’ın" diyorlar. Koskoca Türkiye de Mersin Körfezi'ne tıkılı kalıyor. Böyle bir şeyi hiçbir Türkiye yönetimi kabul edemez. Türkiye’nin yerinde olan hiçbir ülke de kabul etmez. Fransa eder mi? Etmez. Batı TV’lerinde bu haritayı savunmaktan çok ülkemizin malûm güncel imaji üzerinden konuşulduğunu da görüyorum. O konudan kalkarak Yunanistan’ı güya bize karşı savunuyorlar.
Geçenlerde Yunan Dışişleri Bakanı'nı izledim. Bizi uluslararası hukuka saygı göstermeyen, nerdeyse barbar saldırgan bir ülke, Yunanistan’ın da hâlâ uygarlığın beşiğiymiş gibi sunmaya çalışıyor. Yunan dostlarımızın aramızda ne zaman sorun çıksa Avrupa’ya dönüp Lord Byron ruhu uyandırmaya çalışmaktan artık vazgeçmeleri gerekir. Bıktık bu gülünç tavırdan. Geçmişin şeytanlarını uyandırmayalım. Uyandırırsak bundan Yunanistan hiç kazançlı çıkmaz. İki komşu olarak sorunlarımız, şikâyetlerimiz neyse oturup konuşalım.
Gel gör ki, Yunanistan’a göre Ege Denizi'nin kıta sahanlığından başka sorun yok. Doğu Akdeniz’deki sorun da Türkiye’nin Yunanistan’ın (ve Kıbrıs Rum kesiminin) tezlerini kabul etmemesi. Bu kafayla nasıl sorun çözülebilir ki! Ön koşulsuz görüşebilmek gerekir. Türkiye buna hazır görünüyor, ama Yunanistan? Bu tür konuları teknik açıdan ele almak üzere çok uygun olan NATO çatısı altında görüşmeye bile yanaşmadıkları anlaşılıyor. Oysa geçmişte benzeri konularda NATO çatısı altında görüşürdük.
Ege’de Yunanistan ile benzer krizler geçmişte yaşadık. 1976’da konu BM Güvenlik Konseyi’ne gitti. Konsey bizim tezlerimize yakın bir kararla ikili görüşmelere öncelik verilmesini istedi. İki ülke Bern anlaşmasını imzaladı. Ne ki, şimdi Yunanlılara sorarsınız ne BM Güvenlik Konseyi’nin o kararını anımsıyor, ne de Bern Anlaşması'nı tanıyorlar.
1987’de ikinci bir kriz yaşadık. Türkiye sağlam durdu. Bence, Baba Papandreu’nun tersine, rahmetli Özal’ın Batı başkentlerindeki olumlu imajının da yardımıyla kriz aşıldı, ünlü Davos süreci başladı.
1997 yılında Kardaz krizini yaşadık. ABD’nin araya girmesiyle görüşüldü ve Madrid Anlaşması imzalanarak bu kriz de aşıldı.
Kısa süre sonra Türk karşıtı azılı milliyetçi Pangalos yüzünden ucu Kenyalara uzanan krizi yaşadık. Ardından rahmetli İsmail Cem ile oğul Papandreu’nun öncülük ettikleri barışma süreci geldi.
Bütün bu krizlerden sonra sorunlara köklü çözüm bulunmadı belki, ama iki ülke arasında hava yumuşadı. İş birliği, git gel arttı. Eskiden Türk - Yunan futbol, basketbol karşılaşmaları ‘bir âlem’ olurdu. Şimdi kim farkında? Türk ve Yunan halklarının silahlı çatışma isteyebileceklerini sanmıyorum.
Bu kriz de makul bir modus vivendi bulunarak elbette aşılabilir, ama üçüncü tarafların katkısı da gerekli görünüyor. Önceki krizlerden çıkışlarda ABD’nin olumlu katkısı olmuştu. Bu kez ABD ara bulucu olarak devreye henüz girmedi. Almanya biraz arayı bulmaya çalışıyor, ama Fransa’ya ne oluyor? Almanya ile birlikte ara bulucuk yapmaya çalışması gerekirken nerdeyse bize savaş ilân edecekler. 1930 yılında Fransız Dışişleri Bakanı Aristide Briand Avrupa Birliği kurma çalışmalarını başlatmıştı. Türkiye de müstakbel bir üye olarak bu çalışmalara tam olarak katıldı. Briand anılarında, Ege sorunlarının çözümü için hem Türkiye’nin hem de Yunanistan’ın Avrupa Birliği'ne üye olmaları gerektiğini yazar. Briand’a bak, Macron’a bak! AB’nin Yunanistan ile dayanışma ifadeleri de belki kâğıt üzerinde birliğin bir gereği, ama yanlış ve zorlama dayanışmalar birliği ileri götürmez. Haksız davaları savunan üyeye baskı yapmak, onu doğru pozisyona itmek güçlendirir birliği. Bunu ve tezlerimizi AB ülkelerine birer birer heyet göndererek, televizyonlara çıkarak anlatabilmemiz gerekir.
Konunun bir de Kıbrıs yönü var ki, Kıbrıs sorunu çözümlenmedikçe çözümlenmez. Bunu bile bile Yunanistan’ın bu açıdan da üstümüze gelmeye çalışması Akdeniz sularını daha da ısıtıyor.
Yunan Cumhurbaşkanı galiba 13 Eylül günü Meis’e gidecekmiş, yanında AB büyükelçilerini de götürmek istiyormuş. Böyle bir davranış sorunu çok tırmandırır. Umarız ölçülü bir ziyaret olur. Yıllar önce Papandreu Dış İşleri Bakanı'yken AB’li orundaşlarıyla Meis’e gitmiş, oradan da Türkiye’ye geçmişti. Barış/barışma mesajıydı o gezi. Bilmiyorum Yunan Cumhurbaşkanı'na kimse anımsatır mı o geziyi, ama biz 13 Eylül'ü beklemeden karşı bir kamu diplomasisi hamlesi yapabiliriz. Örneğin, Yunan halkına hitaben Cumhurbaşkanı düzeyinde yapılacak bir barış ve görüşmeye çağrı konuşması etkili olabilir. Sonsuza kadar komşu kalmaya yargılı olan Türkiye ile Yunanistan ikili sorunlarını konuşarak barış içinde halledebilir.
Meis yüzünden Türk - Yunan ilişkilerinin bu kadar gerildiğini görünce insan, geçmişteki barışma sürecini anımsayarak yeise kapılıyor.