Her şey Kahire Radyosu'nun yayınlarıyla başladı… Kuruluşunun üzerinden 15-20 yıl kadar geçmiş yeni bir ülkede devlet, opera ve klasik Batı müziği formlarını sübvanse ederken kulaklarında hâlâ top tüfek sesleri yankılanan yorgun bir ulus, duygularına tercüman olacak başka bir ses arıyordu. Batı formlarına öykünerek yazılmaya çalışılan eserler, muasır medeniyet ülkelerinin sazlarından eklemelerle yapılan müzikler kulağa hoş geliyordu belki ama eksik bir şey vardı; yeterince acı değildi bu şarkılar…
1940'ların Türkiyesi olarak yorgunduk, bağımsızlık savaşından kalan yaralarımıza biraz olsun basacağımız merhemler, sargı bezleri lazımdı bize. Toz pembe hayatların şen şakrak tınıları bizi anlatmıyordu. Batı'ya doğru yol alan bir gemide herkesin gözü de kulağı da hala Doğu'daydı. Temposu kalkınmaya ayarlı bir ülkede kederli, karamsar, umutsuz melodiler, devletin çağdaşlaşma politikasına aykırıydı, bu yüzden arabesk müzik yasaklandı, sesi kesilmeye çalışıldı. Fakat millet her yasakta olduğu gibi yine kendi çözümünü bulacak, karasal yayın frekansı hayli geniş olan Kahire Radyosu'nu keşfetmekte gecikmeyecekti.
Radyo'nun genç Türkiye'nin içlerine kadar uzanabilen Arabi melodileri, halkın aradığı alaturka ezgileri bolca sunarken 1960'larda baş gösterecek arabesk müzik patlamasının da fitilini alttan alta ateşleyecekti. Erol Büyükburç'un Little Lucy'si başarılı bir besteydi elbette ama biz bu değildik ki be annem. Yerli Elvis Presley'ler üretilmeye çalışılırken Mısırlı Hafız Abdülhalimlerden, Muhammed Abdülvahaplardan beslenen Orhan Babalar, Müslüm Babalar çağı elbette başlayacaktı.
Devletin efkârlanmayı yasakladığı, hep neşe ve umut dolu olunması gerektiği telkinleri karşısında direnen arabesk, aslında ceberut bir baskı altında, Doğulu bir toplumun acılarını Batı sazlarının arasına saklanarak, kamufle ederek, kendini gizli gizli var etmeye, yaşatmaya çalışmasıydı. Türkiye toplumsal yapısı üzerinde bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm iktidarlar kadar belirleyici olan bir başka güç varsa o da arabesk müzik kültürü oldu. Geçen 60-70 yıl boyunca hep varlığını koruyan, üstelik dikey ve yatay yayılımlarla toplumun farklı katmanlarına ulaşıp serpilen arabesk, Türkiye tarihinin en sürdürülebilir kurumlarından biri haline geldi. Direndi ve kazandı. Zorla, talimatla düşürülmeye çalışılan enflasyon gibi patladı. Geçtiğimiz günlerde müzik paylaşım platformu Spotify'ın yayınladığı güncel verilere göre Türkiye'de arabesk müzik dinleyicisi son 3 yılda 4 kat arttı.
Yerli ve milli müzik dinleyicisinin en taze eğilimlerini ortaya koyan bu veriler, bir ulusun röntgeni de bir bakıma. İçimizde neler olup bittiğini ses dalgalarıyla yakalayan ultrason, ruhumuzun MR'ı. Veriler de gösteriyor ki, 'Batsın Bu Dünya'dan yarım asır sonra, bayrak yere düşürülmeden taşınmış, taşınıyor demek ki.
Üstelik bu yüksek rakamlara bakarsak arabesk artık sadece torna tezgahlarında da dinleniyor olamaz. Ekmeğimizi ister plazalarda isterse sanayi sitelerinde kazanıyor olalım bir yanımızda hep 'Batsın Bu Dünya' çalıyor demek ki. Ajda Pekkan'dan 'Kaderimin Oyunu'nu, Teoman'dan 'Paramparça'yı, Nilüfer-Hayko Cepkin düetli 'Aşk Kitabında'yı duyan kulaklarımızı Spotify'ın bu verileri de doğruluyor.
Hayatın öylesine güçlü ve gerçekçi bir açıklamasını yapmış ki arabesk, 2022 listelerinde de hâlâ 'top' hâlâ 'hit', TÜİK açıklasa inanmazdık. Bitmedi, Spotify verileri arasında en çarpıcı sonuçlardan biri de arabeski en çok dinleyen yaş grubunun yüzde 46 ile 18-24 yaş aralığı olması. Z Kuşağı da tuhaf canım, siz bir darbe bile görmediniz ki, ne bu karamsarlık! Aynı rapordan hayli ilginç bir başka veri daha; 'sportif koşu' başlıklı, yürüyüşlerde, koşularda kulaklıkla dinlenen çalma listelerinde de en az bir arabesk şarkı var. Enerjimizi yıllardır arabeskten alışımızın bir başka ispatı sanki… 50 yıl önce ülkenin enerjisini alıyor diye yasaklanan şarkılar, 50 yıl sonra yürüyüşümüzün, daha sağlıklı bir yaşama koşumuzun eşlikçileri oluyorlar.
Devletin zorla neşelendirmeye çalıştığı bir halkın haklı itirazıdır arabesk. Bir talimatla enflasyonu düşürmeye çalışma çabasına piyasaların verdiği tepkidir. Kemanla gitarın aynı saz heyetinde yer alabildiği, Türk Sanat, Halk ve Pop Müziklerinin adını da Fransızca'dan (Arabesque) almış terkibidir. Bu toprağın müziğidir, içimizdeki çığlıkları susturuşumuzdur, sokaklara dökülmeden yapılmış ayaklanmalarımızdır, gülen gözlerimizin arkasında mıhlanmış oturan umutsuzluklarımız, kaygılarımız ve tüm olan bitene rağmen ayakta kalışımızdır. Devletin milletten, milletin devletten korktuğu şanlı tarihimiz boyunca gelişen hastalıklı bir aşkın inleyen nağmeleridir. Yıpratarak seven, hırpalayarak hizmet eden, horlayarak ödüllendiren örseleyici bir yaşamın içinde kulaklıklarımızdan beynimize çivi gibi çakılan 'Çekilmez çiledir benim hayatım'dır…
Ömer Sercan kimdir? Ömer Sercan 1974'te Bursa'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Eskişehir ve Bursa'da tamamlayarak İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nden mezun oldu. Öğrencilik yıllarında İstanbul Üniversitesi Fotoğrafçılık Kulübü'nde başlayan uğraşını zamanla bir mesleğe dönüştürerek ulusal gazete, dergi ve TV kanallarında muhabir/editör olarak çalıştı. Türkiye'nin önemli medya kuruluşlarında muhabirlik/editörlük, farklı içerikteki TV yayın ve yapımların program danışmanlığı, metin yazarlığı ve yayın editörlüğünü üstlendi. Çok sayıda tanıtım/ belgesel/reklam filmlerinin senaryo/metinlerini yazdı. Türkiye'yi şarkılardan dinlemeye ve yazmaya devam ediyor. |