WASHINGTON
Washington’da tam anlamıyla bir Trump şoku yaşanıyor. Siyasi elit, bürokrasi, basın, anket endüstrisi, düşünce kuruluşları, akademik dünya şaşkın. Demokratlar panik içinde. Cumhuriyetçiler ise kazandıklarına inanamıyorlar. Durumdan en memnun gözüken finans sektörü ve yatırımcılar. New York’ta para piyasaları coşmuş durumda. Dow Jones seçimlerden bu yana rekor kırdı. Vergiler düşecek, altyapı harcamaları artacak, ekonomi şahlanacak beklentisi var. Peki ya bütçe açığı ? Kaçınılmaz olarak artacak olan bütçe açığını pek takan yok. “Enflasyon biraz artarsa çok sorun olmaz” diyenler coğunlukta.
Büyük şehirlerde tek tük Trump karşıtı gösteriler devam ediyor. Trump’ı zafere taşıyan taşralı kitlelerdeyse zafer sarhoşluğu var. Kıyılardan uzak “derin” Amerika’daki bu sessiz çoğunluk bütün anketleri yanılttı. Öfkeli, milliyetçi, fakirleşmiş, küreselleşmeye yenik düşmüş“Beyaz Amerika” 8 yıl süren Obama döneminin öcünü almış durumda. “Ülkemizi geri aldık” sloganı boşuna değil. Türkiye’deki siyasi havayı aratmayacak bir rövanşizm ve kutuplaşma var artık Amerika’da. Burada yaşayan Türkler olarak biraz da Amerika çeksin bakalım bizim çektiklerimizi diyerek “schaudenfreude” duygusuna kapılanlarımız bile var. Mesela ben.
Peki şimdi ne olacak? Seçimi kazandığına kendisi bile inanmakta zorlanan Trump şu anda kabinesini oluşturmakla meşgul. Kesinlikle kazanamaz diye Trump’a cephe alan Cumhuriyetçi ağır toplar şimdi potaya girmek için Trump’un aslında müthiş bir stratejist olduğunu söylüyorlar. Fakat geç kaldılar. Trump kendisiyle yola çıkanları harcamayacak. New York eski belediye başkanı Rudy Guiliani gibi dış politika alanında kör cahil birinin en kuvvetli Dışışleri Bakanı adayı olması Trump’un liyakat yerine sadakatı mükafatlandırma eğiliminde olduğunu gösteriyor. Bu meritokrasi eksikliği açısından da Türkiye’ye benzeyecek gibi gözüküyor Trump kabinesi.
Fakat Trump’ı bizimki gibi ülkeler açısından asıl tanıdık kılan unsur popülizm ve küreselleşmeye karşı “yerli ve milli” bir başkaldırıyı temsil ediyor olması. Gerek Trump, gerekse Brexit fenomenleri Batı’daki popülist-yerel tsunaminin sonuçları. Yarın Fransa’da Marine Le Pen liderliğinde Ulusal Cephe’nin iktidara gelişi de herhalde gene birçok çevrede sürpriz etkisi yaratacaktır. Oysa artık şaşırmamak gerekiyor. Popülist öfkenin seçkinleri tepelemesi küresel bir gerçek artık.
Popülizm sadece İngiltere, ABD, Fransa, Hollanda, Macaristan gibi Batı’lı ülkelerde değil bütün dünyada şahlanışta. Hindistan’da Hindu milliyetçi Başbakan Narendra Modi, Çin’de Komünist partinin milliyetçi lideri Başkan Xi Jinping, Güney Afrika’da Jacob Zuma, Latin Amerika’da, Lula, Roussef, Morales, Chavez çizgisi, Rusya’da Putin ve tabii ki Türkiye’de Erdoğan hep popülizm üzerinden siyaset yapan milliyetçi liderler.
Hindistan’dan Filipinler’e, Çin’den Güney Afrika’ya, Rusya’dan Brezilya’ya uzanan küresel plaformdaki bu populist liderler farklı siyasi ve ekonomik sistemlerde, farklı dozlarda otoriter eğilimler sergiliyorlar. Ama ortak noktalar belli: mağduriyet söylemi ve dış mihraklara karşı yerli ve milli direniş. Din, millet, ulus, bayrak, vatan gibi kavramlar halktan kopuk kozmopolit dejenere elitlere karşı kutsal barınaklar. Yerli ve milli daima yüceltilirken, dış dünya sistematik olarak şeytanlaştırılır popülizm tarafından. Başka bir altın kural propaganda boyutuna ulaşacak şekilde bütün haber alma kaynakları kontrol altına alınır. Türkiye’de olup bitene bakınca Erdoğan rejiminin bu tür bir popülizmi büyük hüner ve ustalıkla uyguladığını görüyoruz. Mağduriyet, anti-emperyalizm, propaganda, milliyetçilik ve otoriterlik arasındaki ilişki açısından Erdoğan Türkiye’si adeta bir popülizm laboratuvarı.
Amerika ve popülizm
Peki otoriter olmayan ABD gibi bir siyasi sistemde Trump ve popülizm nasıl kazandı? Temel neden ekonomik. 2008 finansal krizi Amerikan tipi kapitalizm açısından derin bir “sistemik meşruiyet” sorunu yarattı. Bu finansal depremin artçı şokları halen devam ediyor. Halk sisteme karşı halen öfkeli.
Sınırsız kâr arayışı, gevşetilmiş kurallar, kamu denetimi eksikliği nedeniyle yaşanan krize sebep olan Amerikan finans şirketlerinin normal şartlarda cezalarını çekmeleri gerekiyordu. Riskli yatırımlar yapmışlardı ve iflas etmeleri ödenmesi gereken en asgari bedeldi. Ama kapitalizm kuralları bu şirketlere uygulanmadı. Finans ve bankacılık sektörü devlet fonlarıyla, yani Amerikan vatandaşlarının vergileriyle batmaktan kurtarıldı.
“Zenginler için sosyalizm” yani devlet fonlarıyla kurtarılma “işsiz kalan kitleler için kapitalizm” yani kendi başlarının çaresine bakmak söz konusuydu. Bu durum krizin gerçek mağduru olan birikimlerini, evlerini kaybeden, işsiz kalan ve fakirleşen kitlelerin gözünde affedilmez bir haksızlıktı. Üstelik aşırı derecede spekülatif yatırımların önüne geçmek için denetleme getirecek reformcu adımlar da bir türlü atılmadı. Finans lobisi bunun baş sorumlusu. Politikacılar satın almış durumda ve yapısal reformlar bir türlü Temsilciler Meclisinden geçmiyor.
Sonuçta, 1930'larda olduğu gibi bir Büyük Buhran yaşanmadı ama onun yerine yavaş çekim giden ve bir türlü bitmeyen “büyük durgunluk” devam ediyor. Halk kitleleri fakirleştı, gelirler yerinde sayıyor, zengin ve fakir arasındaki makas daha da açılıyor. Krizin bedelini ödeyen Amerikan halkı bu nedenle bütün siyasetten, lobilerden ve geleneksel politikacı profilinden nefret ediyor. Bu durum anti-sistemik bir toplumsal öfke doğuruyor. Popülist dalga, bu açıdan bakınca, 2008 finansal depreminin artçı şoku.
Siyasete ve elitlere duyulan öfkeyi sol populizm açısından Bernie Sanders, sağcı popülizm düzeyindeyse Donald Trump temsil etti. Her iki siyasi hareketin ortak paydası sisteme karşı duyulan popülist öfkeyi kanalize etmeleri. Bu anti-sistemik ortak payda Trump ve Sanders gibi iki farklı ideolojik hareket arasında ciddi bir sınıfsal akışkanlık yarattı. Wisconsin, Michigan ve Pensilvanya gibi eyaletlerde geleneksel Demokrat beyaz alt-orta sınıfların Sanders’i destekledikten sonra Trump’a oy vermesi başka türlü açıklanamaz.
Bu arada Trump’dan şikayet eden elitlerin kendi dünyaları dışına çıkmıyor oluşları da ciddi bir siyasi körlüğü de beraberinde getirdi. Kompartmanlaşmış şekilde birbirinden kopuk yaşayan sınıflar kendi alternatif gerçeklerini yaratırlar. Medyanın bu açıdan oynadığı rol çok önemli. Medya, ve de özellikle sosyal medya, toplumsal kutuplaşmanın büyümesini sağlıyor. Sosyal medyanın sağladığı anomi herşeyi daha hoyrat hale getirirken kutuplaşmayı geniş kitlelere yayıyor ve kişisel hale getiriyor. Bütün bu sosyal, siyasi, ekonomik ve teknolojik dinamikler birleşince Trump’ın popülizmi yepyeni mobilizasyon platformları buldu..
Amerika’da özellikle Demokratlar ve azınlıklar arasında Trump’un ülkeyi faşizme götüreceği konusunda ciddi bir korku var. Kanımca bu yersiz bir korku. Zira ABD ve Batı Avrupa popülizmden faşizme kayışı engelleyecek kurumlara sahip. Batı Avrupa faşizmi kendi yakın tarihinde yaşadığı için bu konuda belirli bir kurumsal hassasiyete sahip. ABD ise kurucu babaların olusturduğu anayasal fren ve denetleme mekanizmaları sayesinde coğunluğun diktasına karşı kurumsal garantilere sahip.
Rusya, Türkiye, Doğu Avrupa, Hindistan, Çin, Afrika ve Latin Amerika’daysa bu kurumsal mekanizmalar ya namevcut ya da henüz olgunluk kazanmamış durumda. Sonuç olarak Batı’da ki liberal demokrasilerde popülizmden faşizme geçiş kurumsal ve tarihi nedenlerle o kadar kolay değil. Ama Türkiye gibi toplumlarda milliyetçi popülizm coğu zaman faşizmin besleyici faktörü.