Geçtiğimiz Haziran’ın son günlerinde Almanya Frankfurt’ta düzenlenen Frankfurt Türk Film Festivali’nde Deniz Yüksel Abalıoğlu tarafından yapılan Maffy’nin Cazı (“Maffy’s Jazz”) isimli müzik belgeselinin 97 yapıt arasında ikinci olmasından (Birinci, Ümran Safter’in “Kapıyı Açık Bırak”) hemen hiç söz edilmedi. Yönetmeni pek tanınmayan işlerin ne yazık ki böyle bir kaderi var. Bu arada belgesel, başta İstanbul Caz Festivali olmak üzere diğer isminde “caz” olan müzik festivallerinde de gösterildi, yine de bir “haber” olarak çok öne çıkamadı. Çünkü örneğin İstanbul Caz Festivali’nin ana program kitapçığında yer almadı (Maffy’e yaşam boyu hizmet ödülü vermiş olan bir festivalden söz ediyoruz), sonradan festival bağlamında bir “özel gösteri” olarak gösterildi ama onun da pek tanıtımı yapılmadı, velhasıl biraz “üvey evlat” muamelesi gördü, fark edilemeden geçip gitti. Sanırım bundan sonraki gösterimi, sonbaharda düzenlenecek olan Ankara Caz Festivali’nde olacak, dijital platformlara girmezse erişimi pek de mümkün olmayacak. Müzik ile bu denli haşır neşir bir kültürde müzisyenlere dair bu kadar az nitelikli (“niteliklinin” altını çiziyorum) belgeselin yapılması beni her zaman şaşırtmıştır. Evet, ortada birçok “müzik belgeseli” ama bunların hiçbirinde derinlikli bir dramatik kurgu, müzisyenlerin hayatına, yaşadıklarına işaret eden bir boyut olmuyor ve sonunda, “bilgilendirici” denebilecek bir işlevden ötesine geçemeyen ve de belki de bu nedenle izlenmeyen işlerle baş başa kalıyoruz.
“Maffy’nin Cazı” ise neredeyse bir “doküdrama” gibi çekilmiş, müzisyenle iyice yakınlaşmış, onun son yıllardaki mahremini aralayan, belki de bu nedenle, insanın içini acıtan bir yaşam belgeseli, bir hayat dersi. Ve sadece bu nedenle bile üstüne düşünmeyi, konuşmayı hak ediyor. Belgeselde Maffy (tabii ki tam ismi Muvaffak Falay, ama kendisinin de benimsediği ismi “Maffy” olduğundan, ben de öyle kullanıyorum), yaşlılığının son merhalesinde en yalansız ve korumasız hâliyle, küçücük bir apartman dairesinde, İsveç usulü “steril” bir şekilde, hatıralar ve fotoğraflardan ibaret yalnızlığında karşımıza çıkıyor. Abalıoğlu, ilki 2016’da olmak üzere üç kez ziyaret ettiği Maffy’nin evinden bize sadece bir zamanların “star” bir cazcısının dünyasını değil, aynı zamanda ülkesinden, kültüründen uzak bir çevrede hayatta kalmayan çalışan (ilaveten, adım adım bir demansa doğru evrilen) bir insanın nafile konuşmalarını (tekrarlarla dolu “konuşma parçacıkları”) aktarıyor. Tuhaf ve biraz da şaşırtıcı bir yalnızlık bu. Neden bu insanın etrafında kimseler kalmamış? Maffy, kendi çapında bir “star” olarak İsveç’teki caz hayatında uzun yıllar yer almıştı. Ayrıca, İsveç’e taşınmadan Almanya’da çalıştığı o müthiş orkestradan (yarısı Amerikalı yarısı Avrupalılardan oluşan harika bir Bigband olan Kenny Clarke & Francy Boland Orkestrası) ünü çoktan İsveç’e ulaşmıştı. Türkiye’nin dünya cazına armağan ettiği,1950’lerin sonuyla 1960’ların başında yurtdışında çalışmaya başlayan o ilk kuşağın (Arif Mardin, Hayati Kafe, İlhan Mimaroğlu gibi mensupları olan) en önemli temsilcilerindendi.
Tabii ki yaşım İsveç’teki ilk yıllarına yetişmiyor ama şanslıyım ki Stockholm’de onu birçok kez dinleme şansım olmuştu. Sanırım ilk kez 1987 Yılında, Stockholm’deki “Lilla Maria” isimli bir mekânda dinlemiştim. Tuhaf, birçok işi aynı anda kotaran (mahalleli için bir kafe, bir pub, ara sıra uğranan bir restoran, hafta sonlarıysa bir caz kulübü), birkaç kat basamak inerek girilen, biraz basık, pek iyi havalandırılmayan, müziğin sokağa taştığı, ter içindeki müzisyenlerin coşkulu ama aynı zamanda İskandinav işi bir ciddiyetle çaldığı hoş bir mekândı. Osman (İkiz) ile gitmiştik, onlar Maffy ile önceden tanışıyordu, böylece hem arada hem de konserden sonra biraz konuşabilmiştik. Henüz yirmili yaşlarımın sonlarındaydım ve o yıllarda İskandinav cazını çok da bilmiyordum. 1984 yılında Oslo’ya adım attıktan sonra, okul hariç zamanımın çoğunu iki mekânda geçiriyordum. Bunlardan ilki Sinematek (koca salonunda bazen beş on kişi müthiş filmler izlerdik), diğeriyse şehrin tam merkezinde bulunan devasa binasıyla, Halk Kütüphanesi (Deichmanske Bibliotek) idi. Bu kütüphanede sadece kitap ya da dergiler değil, aynı zamanda müthiş bir müzik bölümü vardı. Gider, bankodaki görevlinin yönlendirmesiyle raflara yönelir, oradan bir iki plak seçer, görevliye verir, rahat bir koltuğa gömülür, kocaman bir kulaklıktan gelen müziğe kendinizi teslim ederdiniz.
Tahmin ederseniz, zamanla bankonun arkasındaki görevlilerle arkadaş olmuştum. Beş altı kişi farklı vardiyalarda çalışıyordu ve hepsinin farklı müzik beğenileri vardı, ama onlardan özellikle biri tam bir “caz hastası” olarak tanımlanabilirdi. İskandinav cazını bana öğretmeyi kendine “görev” edinmişti, bense o sıralar hem o cazı pek bilmiyor hem de dinlediğim örneklerini biraz “cansız” (gençlik işte, insan sadece koşulacağını sanıyor, yürümenin de zevkli olabileceğini bilmiyor) buluyor, bu fikrimi pervasızca ona da söylüyordum. Bir gün bana, benim bile “canlı” bulacağımı düşündüğü bir plak çalacağını söyledi. İşte bu bir “Sevda” plağıydı, yine benzer bir başka gençlik hezeyanıyla, o yıllarda cazın bir Amerikan müziği olduğunu sanıyor, olsa olsa Avrupalıların bu işin altından kalkabileceğine inanıyor, “Etnik Caz” gibi laflara pek kulak kabartmıyordum. TRT’den Okay Temiz’in çaldığı şeyleri hatırlıyor ama ne yalan söyleyeyim, çok da ciddiye almıyordum.
Anlayacağınız, olabilecek tüm önyargılarla bu plağı Sevda Grubu'nu dinlemeye başladım. Kütüphanede “Diskotek” olarak bilinen o salonda müzik dinlerken, plağın arka kapağındakileri okumak, parça isimlerini bakmak, varsa resimleri ile müzisyenlerin karakterlerine dair bağlantılar aramak dinleme ritüelinin olmazsa olmazıydı. Gruptaki İsveçli müzisyenlerin ne denli ünlü olduğunun (Tenor Saksofoncu Bernt Rosengren gibi) farkında olmadığım gibi Okay Temiz dışında kimseyi tanımıyordum (Elvan Aracı gibi), ancak yıllar sonra kemancı Salih Baysal’ı, hayat hikayesini öğrenecek, utancım daha da katlanacaktı. O ana tekrar dönersek, plağı dinlerken trompetçiyi fark etmemek mümkün değildi, işte o an ilk kez Muvaffak “Maffy” Falay’ın o kusursuz “tonu” ile tanıştım. Acayip çalıyordu, hani derler ya, çaldığında gruptaki herkesten “rol çalıyordu!” Bana plağı öneren görevlinin nasıl buldun sorusuna yüzüm kızararak ve kısık bir sesle “mükemmel” diye cevap verdiğimi dün gibi hatırlıyorum. Neyse ki, bir iki yıl sonra onu ilk kez canlı olarak dinleyecek, bir “icra yıldızı” olduğunu, sahnede devleştiğini de görebilecektim. Ama o kendi icrasından, çalınan müzikten, birlikte çaldığı müzisyenlerden memnun kalıyor muydu? Hayır. Bu cevabın onun “personası”nda, bilinçdışının derinliklerinde saklı olduğunu belgeseli izledikten sonra çok daha iyi anladım.
Öncelikle, yukarda sözünü ettiğim ve Maffy’i sahnede dinlediğim konser sonrasındaki konuşmalarından hatırladıklarım aklıma geliyor. İlginçtir, en son karşılaştığımızda (bu kez, çok uzun yıllar sonra, 2019 Eylül’ünde, İstanbul’da) benzer şekilde konuştuğunu şaşırarak fark ettim. Ve yine, Abalıoğlu’nun belgeselinde de benzer ifadeler var. Bazı şeyleri hep aynı şekilde ifade ediyor, bazı konularda “değişmez” düşüncelere sahip. Genel olarak müziğe, kendi müziğine ve hayata dair düşünceleri sanki “donmuş”, tuhaf bir “zamansızlık” içinde. Böyle insanlar vardır tabii ki, kendi “doxa”ları, değişmeyen kanaatleriyle var olan, yaşayanlar. Bilimsel terminolojide “doxa” nosyonunun pek parlak bir göndermesi yoktur ama sanat ve sanatçılar için durum farklı olabilir. Belki de “stil” ya da “tarz” dediğimiz bir doxa silsilesinden öte değildir. Herkes Pablo Picasso ya da Miles Davis gibi değil, hayatının farklı dönemlerinde farklı stiller arasında gezinemez, dolaşamaz. Çoğu sanatçının sadece bir stili olur ve onu ustasından, hocasından alır, becerebiliyorsa zamanla geliştirir, kendine temellük eder. Geleneksel toplumlarda zaten norm olan bu pedagojik yöntemin (müzikteki karşılığı “meşk”) günümüz dünyasında pek de mümkün olmuyor. Gelelim başka bir mümkün duruma; ya gerçekten de “el aldığınız” bir üstadınız yoksa, sadece izleyerek, işiterek, üzerine okuyarak, yani “dolaylı” yöntemlerle hayran olduğunuz bir sanatçıyı kendinize rehber edindiyseniz? İşte bu noktada işler sarpa sarabiliyor. Modern dünyada bir sanatçı olmak için kişisel bir imza, küçük de olsa bir fark gerekiyor. Yoksa, “taklitçi” olarak nitelendirilebilirsiniz ki bu da asla kabul edilemez.
Aynı minvalde başka bir gözlem. O ilk konserden sonra, her Stockholm’e gittiğimde (Oslo’da yaşıyordum ama yazları öğrencilere tanınan hak çerçevesinde Stockholm’de bir yaz işi ayarlayabiliyordum) Lilla Maria’ya uğrar, Maffy’i dinler, kısaca da olsa konuşabilir ya da konuştuklarına kulak misafiri olurdum. İlginç bir konser ertesi “tavrı” vardı. Hemen her konserden sonra bir tür “arıza” icat ediyordu; bazen kendi icrasını beğenmiyor, bazen grupta çalan bir müzisyene kafayı takıyor ya da sahnedeki monitörlerin iyi çalışmadığını söylüyor; velhasıl o günkü konser asla “mükemmel” olamıyordu! “Olur mu öyle şey, müthiş çaldınız” dediğinizde, önce biraz sevinen ama akabinde tekrar karalar bağlayan, asla memnun olamayan biriydi. Hâlbuki sahnede çalarken ne kadar da mutlu görünüyordu! Acaba o mutluluğu dinleyiciye yeterince aktaramadığını mı düşünüyordu? Yoksa, belki de “üstadına” yeterince sadık kalamadığını mı düşünüyordu? Galiba esas soru(n) bu cenahta şekilleniyordu.
Acaba sorun, kendine rehber edindiği “efsanesin” etrafında mı şekilleniyordu? Rehber edindiği “üstad” tabii ki Dizzy idi, sahne ismini o yaratmış, bu da “Dizzy” çağrışımlı “Maffy” olmuştu. Dizzy, müzik hayatında bir “başlangıç” olduğu gibi bir “son” da olmuş olabilir. Nitekim, caza aşina kiminle konuştuysam ondan söz ederken mutlaka Dizzy’den dem vururlardı. Hakkında yazılanları okuduğunuzda (İsveççe literatürden söz ediyorum) hep bir Dizzy vurgusuyla karşılaşırdınız. Çalışı derseniz, asla bir taklit değilse de, her daim Dizzy’nin tarzında, onun dümen suyundaydı. Bu, biraz da eski usul, bir usta-çırak ilişkisi gibiydi. Sanırım o da kendini Dizzy olmadan tanımlayamıyordu. Bir stili olduğu aşikârdı ama, kafasını her daim kurcalıyor olabilir, hakikaten “özgün” müydü?
Geleneksel kültürel kodlarla, usta-çırak ilişkisiyle yetişen müzisyenlerin, modern, “bireysel” stilleriyle var olmasını gerektiren modernlik “sancılarını” Türkiye’de daha çok “alaturka musiki” çevrelerinden biliriz. Zordur gerçekten bir üstadın etkisinden çıkabilmek. Ben Maffy’nin neredeyse “sanal” bir usta-çırak ilişkisi içinde yaşadığına inanıyorum. Tamam, yıllarca yurtdışında yaşadı ama ustası her daim Dizzy idi. Abalıoğlu’nun belgeselinde bu minvalde (Dizzy’den söz etmiyorum, ayrıca ilginçtir belgeselde Maffy, Dizzy’den çok da söz etmiyor) ilginç pasajlar var. En tipik sahneler, Maffy, elinde TV’nin uzaktan kumandası sürekli olarak kanal değiştiriyor. Hep TV mi izliyordu (bakıyordu desek yeridir çünkü, odaklanamıyor belli ki, sürekli kanal değiştiriyor) acaba? Abalıoğlu’ndan öğrendiğime göre, TV kapalı olduğunda sürekli olarak müzik çalıyormuş. Ve ilginçtir, düşünülebilecek olanın aksine, caz çalmıyormuş müzik setinde! Aksine, Türk müzikleri, hem de alaturka diyebileceğimiz türden hiç susmuyor, o küçücük apartman dairesinin her tarafına ulaşıyormuş. Kimleri mi dinliyormuş? Takıntılı bir şekilde dinlenen üç müzisyen: Şükrü Tunar (en çok hayran olduğu), Salih Baysal (Bodrum’daki köyünden Okay Temiz’le beraber İsveç’e getirdikleri müthiş bir mahallî kemancı) ve Neyzen Tevfik. Unutmayalım: Dizzyvâri sololarıyla İsveç’teki caz dinleyicisinin gönlünde taht kurmuş da olsa, aynı zamanda İsveç caz tarihine belki de bir ilk “etnocaz” grubu olarak geçen Okay Temiz’le beraber Sevda projesini tasarlayanlardan birisiydi Maffy.
Maffy’i tanıyanların her daim dinledikleri bir “hikâye” vardır, birkaç farklı versiyonu da olsa anlatının esası asla değişmez. Maffy, ballandırarak anlatır, biraz samimi olduktan sonra, birlikte çaldığı “ecnebi” müzisyenlere mutlaka bir Türk müziği dinletir. İşte bu bir “radyo tiyatrosu” (bazen İngilizce, bazen aksanlı konuşarak, kahramanlarını birebir “canlandırır”) rejisiyle anlattığı hikayesinin temeli, o ecnebi müzisyenlerin Türk müziği ile karşılaştıklarında nasıl bir şaşkınlığa uğradıkları esasına dayanır. Onlara mutlaka bir Şükrü Tunar taksimi çalar ve tabii ki hepsi kendilerinden geçer, çığlıklar atar ve şaşkınlıktan lâl olurlar! Çünkü onlar, Maffy teatral bir dille özellikle belirtir, dünyanın “en iyi” klarnetçisini dinlemişlerdir. Tabii ki, bu “mitik” anlatının Tunar’ın şahane klarnetçiliğiyle bir alâkası yoktur, mesele Maffy’nin kendini, kendi kültürünü birlikte çaldığı “ecnebi” müzisyenlere göstermesi gerektiğinde şekillenir. Neden buna ihtiyaç duyar? Çünkü, onun tek bir üstadı yani sadece bir Dizzy yoktur heybesinde, kendi kültüründen de “üstad” müzisyenleri vardır. Yine örneğin Maffy’e göre, Salih Baysal da dünyanın “en” iyi kemancısıdır. Belki de böylece, kültüründeki üstat müzisyenleri göstererek Dizzy’nin gölgesinden çıkmaya çabalıyordu.
Demem o ki Maffy kendini hep bir “çırak” olarak görüyordu. Bu bağlamda belgeselde müthiş bir yemek masası ve orada anlatılan bir “rüya” sahnesi var. Maffy bir noktada, yemekler yendikten sonra ayağa kalkıyor ve önceki gece gördüğü bir rüyayı anlatıyor. Çok karışık cümleler arasında örneğin Bach’ı duyuyoruz. Ondan Tanrısal bir karakter olarak bahsediyor. Aslında Şükrü Tunar da onun gözünde benzer bir seviyede. Tapınmaya dönüşen bir hayranlık hâli. Böyle bir bakış açısından düşününce, bir üstadı, örneğin Dizzy’i geçebilmesine hem “imkân” hem de “gerek” kalmıyor. Çünkü, o seviyedeki müzisyenlerden ancak “el alınabilir”. “Ecnebi” müzisyenlere de gösterdiği de yine kendi kültüründeki hangi ustalardan “el aldığı” olabilir. Bir türlü “mükemmel” olamıyordu konser performansları, çünkü belki de sadece ustalarından biri olan Dizzy duyulabiliyordu, örneğin Şükrü Tunar fark edilemiyordu. Sevda projesine dört elle sarılmasının nedenlerinden biri de bu olabilir Maffy gibi Dizzy izleğindeki bir trompetçinin. Okay Temiz için böyle bir “temize çekmeye” asla gerek yoktu. Temiz, her daim “yerli” kalabilen, global müziğini Türkiye’deki müzikler ve müzisyenlerden başlatan biriydi. Sevda’nın neden devam edemediğinin üstüne de düşünmek lâzım.
Umarım çok daha geniş bir izleyici grubuna ulaşır bu önemli belgesel. Yazıyı sonlandırırken, biraz da “spoiler” olsun niyetine, belgeselden aklımda kalan bir iki sahneyi aktarmak isterim. Bunlardan ilki, belgeselin afişinde de göreceğiniz üzere, gecenin ilerleyen saatlerinde, komşuları rahatsız etmemek için kulaklık takıp klavyede sürekli bir şeyler çalan Maffy’nin arka plandan yapılan çekimleri. Tabii ki o esnada, çalınan müzik duyulmasa da klavyenin tuşlarının çıkardığı takırtılar duyuluyor. Çok “güzel” bir müziğin işitilemeyen, gizlenen “çirkin” mekanik sesleri. İkinci sahne, Maffy’nin, bu ince ruhlu insanın, ekmek kırıntılarını evin penceresinden güvercinler için dışarıya koyması ve hemen, güvercinler yerken ürkmesin diye, jaluziyi kapaması. Tam da kapatmıyor, görmek istiyor belli ki güvercinlerin ziyafetini. Güzel bir insandı Maffy, hayatın onu bir vesileyle erken yaşta yurtdışına yolladığı (müthiş bir “şans” olarak düşünmüş olmalı) ama orada da kendi başına (bundan hoşlandığını hiç sanmıyorum) bıraktığı bir insan. 2019 yazında İstanbul’da son kez karşılaştığımda, yaşlanmış da olsa “yaşlılık hâlini” kabul etmeyen bir Maffy ile karşı karşıya olduğunu düşünmüştüm. Sürekli olarak geleceğe dair planlar yapıyor, Kuşadası’na yerleşmekten söz ediyor, deyim yerindeyse, aklı sürekli koşmakta, bedeniyse onunla ne yapacağını bilemez bir hâldeydi. Hiçbir zaman İsveçli olmamış, Türkiye hasreti asla sönmemiş bir “haymatlos”, bir “yersiz yurtsuz”, sadece müzikle nefes alabilen bir “göçebe” olarak bu dünyadan geçti Maffy. Neyse ki sonunda hasret bitti, ana toprağına kavuştu, huzura erdi.