Sonunda bu da oldu; yıllardır söylediklerimiz yine teyit edildi; bir zamanlar Avrupa’da var olan Orta Çağ zihniyeti 21. Yüzyıl’da Türkiye’de AKP’nin öncülüğünde yeniden hortladı!
Dünyaca ünlü piyanist Fazıl Say, “Twitter” hesabından paylaştığı bir mesaj yüzünden 10 ay hapis cezasına mahkum oldu. Ceza ertelendi; ancak Fazıl Say aynı eylemi beş yıl içinde bir daha gerçekleştirip mahkum olursa hapishaneyi boylayacak!
Fazıl Say, 11. ve 12. Yüzyıl İslam dünyasının en önemli şairlerinden ve bilim adamlarından birisi olan Ömer Hayyam’dan esinlenilerek yazılmış olan bir dörtlüğü “Twitter” hesabından başkalarına iletti diye mahkum oldu.
Dörtlük şöyle:
Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun,
Cennet-i ala meyhane midir?
Her mümine iki huri vereceğim diyorsun
Cennet-i ala kerhane midir?
Bu dörtlük Ömer Hayyam’a ait midir, değil midir, bu tamamıyla lüzumsuz bir tartışmadır. Bu dörtlük kime ait olursa olsun, burada verilmeye çalışılan mesaj özünde şudur: Cennet denilen şey dünyevi hazlarla ilişkilendirilecek ve/veya özdeşleştirilecek bir yer olamaz; eğer cennet bu şekilde tanımlanırsa, cennetten kuşku duyulabilir.
Kaldı ki, bu dörtlük Ömer Hayyam’a ait olmasa da, Ömer Hayyam’ın Tanrı’ya inanmakla beraber, şarap içmeyi çok sevdiğini, şarabı öven dörtlükler yazdığını, cennet ve cehennem gibi kavramları sorguladığını biliyoruz. Ömer Hayyam, içki içmekle ilgili ayetler de dahil olmak üzere, Kuran’ı Kerim’deki birçok ayeti sorgulamış İran’lı bir şair, astronom ve matematikçidir.
İslam dünyasında, benzer bir biçimde, İbn al-Rawandi (9. Yüzyıl), Abu Bakr al-Razi (9. Yüzyıl), Al-Ma’arri (10. Yüzyıl), Hacı Bektaş-ı Veli (13. yüzyıl), Yunus Emre (13. yüzyıl), Mevlana (13. yüzyıl), Şeyh Bedrettin (14. yüzyıl) ve Pir Sultan Abdal (16. yüzyıl) gibi birçok şair, yazar ve bilim adamı da, Kuran’ı Kerim’deki belli başlı ayetleri ve onun yorumlarını sorgulamışlar, farklı bir İslam anlayışı ortaya koymuşlardır.
Bu durumda, 21. Yüzyılın Türkiye Cumhuriyeti mahkemesi, sadece Fazıl Say’ı değil, yüzlerce yıl önce var olan İslam kültürünün önemli bir boyutunu da mahkum etmiş oldu! Bir yoruma göre, Al-Ghazali ve onun gibileri akladı, diğerlerini mahkum etti!
Türkiye gerçekten saçma ve çekilmez bir yer olmaya başladı. Bu yaşananlar gerçek mi, değil mi, onu bile kestirmek güç. Sanki bir kâbusun içindeyiz, uyandığımızda bunlar bitecek. İnsan buna inanmak istiyor. Tüm bunlar aslında kötü bir rüya. Ama ne yazık ki öyle değil. Tüm bunlar bir gerçek ve Türkiye toplumu her zaman ki gibi korkak, her zaman ki gibi başını kuma gömmüş durumda!
Türklerin cesur olduğu söylenip durulur! Bu tamamıyla palavra bir iddiadır! Bu büyük bir yalandır! Şu karanlık AKP yıllarında yaşadıklarımız bile şunu kanıtlamaktadır ki, Türkiye korkakların en fazla yaşadığı ülkelerden birisidir.
Korkak iktidar korktuğu fikirleri hapishaneye tıkmaktadır; korkak toplum da bu korkak iktidara tepki vermekten korkmaktadır!
Cesaret denen erdem yerle bir olmuş durumda!
Korkaklar her tarafı kuşatmış durumda!
Bu durumda, 21. Yüzyıl Türkiye mahkemeleri, insanlık tarihi boyunca, Tanrı’ya ve dine kuşkuyla bakmış olan ateist ve agnostik filozofları, bilim adamlarını, düşünürleri ve sanatçıları da mı mahkum edecek?! Bu insanların kitapları, eserleri Türkiye’de onlarca yıldır yayınlanıyor. Türkiye’nin dinci faşist yargıçları buyursunlar, varsa “cesaretleri”, onları da yargılasınlar! Daha doğrusu yoksa cesaretleri, varsa korkuları, onları da yargılasınlar!
AKP ve onun yargıçları bu kadar korkaksa, onları ve onların yaşayan yandaşlarını da yargılasınlar!
Bu durumda Sextus Empiricus, David Hume, Denis Diderot, Baron D’Holbach, Auguste Comte, Pierre Joseph Proudhon, Karl Marx, Arthur Schopenhauer, Friedrich Nietzsche, Rudolf Carnap, John Dewey, Moritz Schlick, Karl Popper, George Santayana, Antonio Gramsci, Jean-Paul Sartre, Bertrand Russell, Gilles Deleuze, Noam Chomsky, Michel Foucault, Ludwig Feuerbach, Sigmund Freud, Jacques Lacan, Claude-Levi Strauss, B. F. Skinner, Thomas Edison, Erich Fromm, Pierre-Simon Laplace, Ernst Mach, Ivan Pavlov, Henri Poincare, Carl Sagan, Andrei Sakharov, Stephen Hawking, Richard Dawkins, Isaac Asimov, Charles Bukowski, Albert Camus, Anton Chekhov, Henrik Ibsen, Marcel Proust, George Bernard Shaw, Terry Eagleton, George Eliot, Virginia Woolf, Franz Kafka, Arthur Miller, Pablo Neruda, Nazım Hikmet, Harold Pinter gibi birçok filozofun, bilim adamının, edebiyatçının, yazarın düşünceleri de mahkum olsun; onları savunanlar da, yayınlayanlar da, yayanlar da, hepsi mahkum olsun!
“Özel Yetkili Dini Değerleri İncitme ve Aşağılama Mahkemeleri” kurulsun, dinsiz ve imansız kişilerin düşüncelerini kitaplarda, yazılarda, medyada, “facebook”ta, “twitter”da yayanlar ve/veya savunanlar hakkında dava açılsın, hepsi ceza alsın ve mahkum olsun, hatta bu tür düşünürlerin eserlerini de, 1789 Fransız devriminden önce Avrupa’da olduğu gibi, Taksim Meydanı’nda toplayıp yaksınlar!
Nazım Hikmet hem komünist hem ateist olduğu için yıllarca hapis yattı; sürgün edildi; Aziz Nesin ateist olduğu için Sivas’ta saldırıya uğradı, canını zor kurtardı; Turan Dursun ateist olduğu için öldürüldü; Fazıl Say ateist olduğu için mahkum edildi! İşin aslı budur! “Dini kavramları ve hisleri incitmek, aşağılamak” vs bunların hepsi palavradır!
Kim kimi incitiyor?! Dinsizlerin veya laik dindarların birçoğu ya mezara ya da hapishaneye yollandı, dinciler ise bugün iktidarda ve ellerinde kırbaçla iş başında!
Buna rağmen Türkiye’de demokrasi olduğunu söylemek sadece korkaklık değil, aynı zamanda yalancılıktır!
Türkiye’de şu anda hakim anlayış korkaklık ve yalancılıktır! Eğer Türkiye’de çoğunluk ülkede demokrasinin olduğunu savunuyorsa, bu çoğunluk hem korkaktır hem de yalancıdır! Şu yaşadıklarımızdan sonra bunun aksini kimse kanıtlayamaz!
Fazıl Say’ı mahkum eden mahkeme heyetinin gerekçeli kararı ise tam bir rezalettir! Bu gerekçeli karar, bir hak ve hukuk metni olmaktan çok, temel insan hak ve özgürlükleriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir padişah fermanına benzemektedir.
Gerekçeli karardaki ifadeleri tek tek çözümleyelim. Metnin bir yerinde mahkemenin bu kararı şu amaçla aldığı söyleniyor:
"…kişilerin kendilerini mensubu olarak kabul ettikleri ve gönül bağıyla bağlandıkları dinlerinin kutsal saydığı Allah, melekler, peygamberler, kutsal kitaplar, hesap günü, cennet, cehennem gibi kavramlar ve bu dinlere ait ibadete çağrı, ibadet yerleri ve ibadet şekillerine yönelik hislerini koruma altına almak suretiyle, toplumsal barışın bozulmasına engel olmayı amaçladığı…”
Bir kere buradaki “Allah, melekler, peygamberler, kutsal kitaplar, hesap günü, cennet, cehennem” gibi şeyler bir olgu mu, yoksa bir kurgu mu? Gerekçeli kararda bunların bir “kavram” olduğu söyleniyor; ancak bu kavramlar bir olguya mı yoksa bir kurguya mı tekabül ediyor, bu doğal olarak belirtilmiyor. Belirtilmemesi de doğal, çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin yargıçlarının yüzlerce yıldır devam eden epistemolojik ve ontolojik bir sorunu mahkemede çözecek hali yok. Bu nedenle kavram denmesi yerinde.
Ancak olgu mu, kurgu mu olduğu belli olmayan “kavramları” ve bu “kavramlarla” bağlantılı “hisleri” kim koruma altına alıyor? Buradaki “koruma altına almak suretiyle” ifadesi ne demek oluyor? Devlet bu “kavramları” ve “hisleri” koruma altına mı alıyor? Örneğin bir malı ve mülkü koruma altına almak, bir yasal hakkı koruma altına almak, bir insan hakkını ve düşünceyi ifade özgürlüğünü koruma altına almak, bir örgütlenme özgürlüğünü koruma altına almak, bir seyahat özgürlüğünü koruma altına almak, bir çalışma hakkını koruma altına almak gibi bir şey mi bu?
Eğer öyleyse, bu durumda devlet yargıyla da yetinmesin, Ankara’da bir “Kavramları ve Hisleri Koruma Bakanlığı” kursun, bu bakanlık hangi kavramların ve hangi hislerin nasıl korunacağı üzerine çalışmalar yapsın!
Kaldı ki bu “kavramları” ve “hisleri” koruma altına almak gerekliliği nereden doğuyor? Birisi kalkıp, bu “kavramlara” ve “hislere” sahip insana zorla “Sen bu kavramlara ve hislere sahip olamazsın; derhal bu kavramlardan ve hislerden vazgeç, yoksa seni öldürürüm, seni yaralarım, seni kaçırırım, seni hapise atarım” mı diyor?! Fazıl Say bir “Tweeter” mesajı ileterek bu “kavramları” ve “hisleri” zor kullanarak yok mu etmeye çalıştı ?!
Mahkeme bir de “toplumsal barışı bozmayı engellemekten” söz ediyor! Fazıl Say bir “Tweeter” mesajı ileterek toplumsal barışı mı bozdu?! Toplumsal barışı bozmamanın önkoşulu, herkesin aynı biçimde düşünmesi midir?!
Gerçek şudur ki, toplumsal barışı bu kararla bozan mahkemenin kendisidir, Fazıl Say değildir!
Yani din konusunda herkes aynı biçimde düşünürse, herkes dindar olursa ve/veya herkes dini aynı biçimde yorumlarsa, yani tek tip bir düşünce olursa, yani faşizm olursa toplumsal barış olacak, öte yanda, çoğulcu ve diyalektik bir düşünce yapısı olursa, toplumsal savaş olacak! Öyle mi?!
Traji-komik gerekçeli kararı çözümlemeye devam edelim. Kararın başka bir yerinde de şöyle deniyor:
“…bu sebeple sadece İslam dininin değil, Hıristiyanlık ve Musevilik inanışlarının da ortak değerleri olan bu kavramlarla ilgili kişilerin düşüncelerini ve eleştirilerini özgürce yaparken, bu dinlerin mensubu olan kişilerin dini inançlarının gereği olan ve önem atfettikleri bir kısım değerleri de aşağılamaktan ve bu şekilde kişileri incitmekten kaçınmaları gerektiği…”
Türkiye’nin yargıçları, bu ifadelerle de, Hıristiyanlık ve Musevilik dinlerini de arkalarına alarak, bir yandan Avrupa Birliği’nden ve ABD’den gelebilecek olası tepkileri asgari düzeye çekmeye çalışıyorlar, bir yandan da, internet ortamında iletilmiş bir mesajı, “cennet denilen şey dünyevi hazlarla ilişkilendirilecek ve/veya özdeşleştirilecek bir yer olamaz; eğer cennet bu şekilde tanımlanırsa, cennetten kuşku duyulabilir” anlamına gelen bir ifadeyi, “aşağılamak” ve “incitmek” olarak yorumluyorlar! Bir düşünceyi ifade etmek ve din kitaplarının iddialarından kuşku duyan ifadeleri savunmak ve/veya yayınlamak ve/veya yaymak, dinciler ve onlara uyan yargıçlar öyle algıladı diye, bir anda “aşağılamak” ve “incitmek” mi oluyor?!
Her eleştiriyi ve sorgulayıcı düşünceyi “aşağılamak” ve “incitmek” olarak algılayan, “aşağılamak” ve “incitmek” kavramlarının arkasına saklanarak despotik bir düzen kurmaya çalışan dincilerin yaklaşımı da böylece, “yüce Türk adaleti” tarafından onaylanmış oldu!
Kararın bir yerinde de şöyle deniyor:
“…somut olayda, şüphelinin, bir sanatçı ve birey olarak düşüncelerini kendisini takip eden kişilerle paylaşmak için yazdığını ve başkalarından alıntı yaptığını kabul ettiği, inanç ve dini değerler hakkındaki şikayet konusu yazıları, yukarıdaki açıklamalarla incelendiğinde, ulusal ve uluslararası yasalarla korunan düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde açıklanmış bir eleştiriden ziyade AİHM kararına da konu olduğu şekilde insan ilişkilerinin gelişmesine yarayan kamusal tartışmaya hiç bir katkıda bulunmayan ve yeryüzünde yaşayanların büyük çoğunluğunun mensubu oldukları üç büyük dinin mensuplarının ortak değerleri olan Allah, cennet ve cehennem gibi kavramlara yönelik hisselerini nedensiz yere incitecek ve bu kavramların anlamsız, gereksiz ve değersiz olduğu kanaatini uyandıracak şekilde dini değerleri aşağılamak kastıyla yazdığı kanaatine varılmıştır."
Burada da mahkeme, Fazıl Say’ın “Tweeter”da ilettiği mesajı, bir yandan düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında, eleştiri kapsamında görmediğini teyit ediyor, bir yandan da, Fazıl Say’ın açıklamalarının, “insan ilişkilerinin gelişmesine yarayan kamusal tartışmaya hiç bir katkıda bulunmadığı” yargısında bulunuyor! Bu durumda yargıç bir anda, hem filozof, hem sosyolog, hem psikolog kimliğine bürünüyor ve Fazıl Say’ın insan ilişkilerinin gelişmesine aykırı davrandığına kanaat getiriyor! Örneğin herkes dindar olursa ve/veya dini aynı biçimde yorumlarsa, insan ilişkileri çok güzel gelişir ve güzel kamusal tartışmalar olur, ancak aksi bir durum söz konusu olursa, insan ilişkileri hiç gelişmez ve kamusal tartışmaya bir katkı sağlanmaz! Böylece Türkiye’nin yargıçları Hitler’in faşizm tezinin dini versiyonunu da mahkeme kararıyla teyit etmiş oldular, İran İslam Cumhuriyeti’nin ve Suudi Arabistan’ın anayasasının ve ceza yasalarının temel ilkelerini, Türkiye’nin ceza yasasına fiilen sokmuş oldular.
Yargıçlar bununla da yetinmediler, “yeryüzünde yaşayanların büyük çoğunluğunun mensubu oldukları üç büyük dinin mensuplarının ortak değerleri” diye bir ifade kullanarak, “çoğunluk olan haklıdır” biçimindeki hukuka aykırı olan bir ilkeyi de hukuka sokmuş oldular.
Üstelik bunu yaparken de, aynen AKP gibi, “halkın yüzde 50’si arkamda olduğuna göre her yaptığım doğrudur” biçiminde bir anlayışa sığındılar. Araştırmalara göre dünya nüfusunun yaklaşık %53’ü söz konusu üç dine, yani Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam dinine inanıyor ve kendisini bu üç dinden birisine ait görüyor. Dünyada Hıristiyanlar yüzde 29 ile en büyük grup, Müslümanlar yüzde 24 ile ikinci büyük grup, dinsizler ise yüzde 16 ile üçüncü büyük grup. Geriye kalan yüzde 30 ise büyük ölçüde Hinduistler, Budistler, Taocular ve Şintoistler arasında bölünmüş durumda. Museviler ise yok denecek kadar az: yüzde 0.2. (Yüzdeler konusunda farklı araştırma kurumları farklı sayılar ortaya koysalar da, sıralama genelde değişmiyor).
Bu durumda Türkiye Cumhuriyeti’nin yargıçlarına göre yüzde 16 ile dünyadaki üçüncü büyük grup olan dinsizlere karşı da bir “dini kavramları ve hisleri aşağılamak ve incitmek” davası açmak ve “dini kavramları”, “dini hisleri” korumak hakkı doğmuş oluyor mu? Bir milyarı aşan bu dinsiz insanlara “yüce Türk adaleti” yetişebilir mi yoksa gücü sadece Türkiye’deki birkaç kişiye mi yetmektedir? Hatta söz konusu üç dine üye olmayanları da dikkate alacak olursak, “yüce Türk adaleti” yüzde 47 ile yani yaklaşık dört milyar insan ile başa çıkabilir mi? Ankara’da bir “Kavramları ve Hisleri Koruma Bakanlığı” kurulursa belki bu bakanlık, İran’ın ve Suudi Arabistan’ın da desteğiyle, yurt dışına göndereceği casuslar aracılığıyla uluslararası boyutta da çalışabilir ve “kavramları” ve “hisleri” dünyanın her yerinde “inciten” ve “aşağılayan” tüm insanların bir dökümünü çıkartabilir. Böylece AKP “insan ilişkilerinin gelişmesine yarayan kamusal tartışmaya” da dünya ölçeğinde çok büyük bir katkı sağlamış olur.
İşin komik yanı “yüce Türk adaletini”nin yargıçları gerekçeli kararlarında, bir yandan dünya nüfusunun yüzde 53’ünün arkasına, bir yandan da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde istisna olan ve Fazıl Say olayıyla özdeşlik göstermeyen bir karara sığınırken, Avrupa Birliği ülkelerindeki insanların yaklaşık yarısının dine ve tektanrıcı dinlerdeki Tanrı kavramına inanmadıklarını hiç vurgulamıyorlar.
Oysa Avrupa Birliği’nin en önemli kamuoyu araştırma kurumlarından birisi olan “Eurobarometer”in 2005 yılında gerçekleştirdiği bir araştırmaya göre, İsveç’in %77’si, Danimarka’nın %69’u, Norveç’in %68’i, Fransa ve Hollanda’nın %66’sı, Britanya’nın %62’si, Finlandiya’nın % 59’u, Belçika’nın %57’si, Almanya’nın %53’ü, İsviçre’nin %52’si, Avusturya’nın %46’sı, İspanya’nın %41’i, İtalya’nın %26’sı Tanrı’nın varlığına inanmıyor.
Aynı araştırmaya göre Türkiye’de Tanrı’nın varlığına inanmayanların oranı %5.
“Yüce Türk adaleti”nin yargıçları anlaşılan, “global” düşüneyim derken, Türkiye ile Avrupa’yı, Türkiye ile dünyayı birbirine karıştırmışlar!
Üstelik bu durumda, yargıçlarımız artık olaya “global” baktıklarına göre, üyesi olmaya çalıştığımız Avrupa Birliği’ndeki söz konusu yüzlerce milyon vatandaş da, Türkçesi Tanrı’yı, Arapçası Allah’ı reddederek, Türkiye’deki halkın “dini kavramlarını” ve “dini hislerini” hem “incitmiş” hem de “aşağılamış” olmuyorlar mı? “Kavramları ve Hisleri Koruma Bakanlığı”nın bu konuda da harekete geçmesi, hatta bunu Avrupa Birliği ile uyuma yönelik bir müzakere başlığı haline getirmesi gerekmez mi?
Sonuçta AKP’nin Türkiye’si Avrupa Birliği’ne neden uysun ki? Türkiye hem Avrupa Birliği’ne üye olsun, hem de Avrupa Birliği Türkiye’ye uysun. En ideali bu! “Dini kavramları ve hisleri incittiği ve aşağıladığı” gerekçesiyle Fazıl Say’a hapis cezası veren, hayalindeki padişah imajını dizide bulamadı diye “milletin manevi değerlerine aykırı olduğu” gerekçesiyle “Muhteşem Yüzyıl” dizisine yüz binlerce TL ceza yağdıran Post-Modern Padişah Recep Tayyip Erdoğan, bu gidişle Viyana’nın kapılarına kadar dayanabilir!
Gerekçedeki “Allah, cennet ve cehennem gibi kavramlara yönelik hisselerini nedensiz yere incitecek ve bu kavramların anlamsız, gereksiz ve değersiz olduğu kanaatini uyandıracak şekilde dini değerleri aşağılamak kastıyla yazdığı kanaatine varılmıştır" ifadesine ne demeli?
Allah, cennet, cehennem, vahiy, peygamberlik, mucize, ölümsüz ruh gibi dinlerde yer alan kavramların anlamsız, gereksiz ve değersiz olduğunu söyleyen, savunan yüzlerce filozof, bilim adamı ve sanatçı var! Bu kavramların anlamsız, gereksiz ve değersiz olduğunu söyleyen milyarlarca insan var!
Kimine göre anlamlı, gerekli ve değerli olan kavramlar, kimine göre anlamsız, gereksiz ve değersiz olabilir. Bu tamamıyla göreli bir durumdur. Tarihte de hep böyle olmuştur. Neyin anlamlı, gerekli ve değerli olacağına “yüce Türk adaletinin” yargıçları mı karar verecek?! Neyin anlamlı, gerekli ve değerli olduğuna dair evrensel ve nesnel bir ölçüt mü var?! İslam dininin veya herhangi bir dinin anlamlılık, gereklilik ve değerlilik ölçütünü herkes kabul etmek zorunda mı? Din yargı yoluyla herkese tek tip bir anlamlılık, gereklilik ve değerlilik ölçütü mü empoze edecek?!
Bunun adı dinci faşizmdir!
En iyisi, Ömer Hayyam’ın şarap ve yaşam üzerine yazdığı dörtlüklerle bu dibe vurmuş havayı dağıtmak. Son sözümüz, onun sözleri olsun:
Şarap sonsuz hayat kaynağıdir, iç; Gençlik sevincinin pınarıdır, iç; Gamı yakar eritir ateş gibi, Sağlık sularından şifalıdır, iç.
Can bir şaraptır, insan onun destisi; Beden bir ney gibidir, kan o neyin sesi. Hayyam, bilir misin nedir bu ölümlü varlık: Hayal fenerinde bir ışık pırıltısı.
Dünyada akla değer veren yok madem, Aklı az olanın parası çok madem, Getir şu şarabı, alın aklımızı: Belki böyle beğenir bizi el alem!
Bahar geldi; başka bir şey istemem kafamda; Hele akla hiç yer vermem bahar soframda; Şarap, seninleyim bu mevsim, koru beni: Söğüt ağacı, sen de ser gölgeni altıma.
Düşünce göklerinin baş konağı sevgidir sevgi; Gençlik destanının baş yaprağı sevgidir sevgi; Ey sevginin sırlarından habersiz yaşayanlar, Bilin ki tüm varlığın baş kaynağı sevgidir sevgi.
Bu varlık denizi nerden gelmiş bilen yok; Öyle büyük bir inci ki bu büyük sır, delen yok; Herkes aklına eseni söylemiş durmuş, İşin kaynağına giden yolu bulan yok.
Dert içinde sevinci bul da yaşa; Haksız düzende haklı ol da yaşa; Sonu nasıl olsa yokluk dünyanın, Varından yoğundan kurtul da yaşa.
Dün gece usul boylu sevgilim ve ben, Bir kıyıda gül rengi şarap içerken; Sedefli bir kabuk açıldı karşımızda; Sabah müjdecisi çıkıverdi içinden.
Gören göze güzel, çirkin hepsi bir; Aşıklara cennet, cehennem, hepsi bir; Ermiş ha çul giymiş, ha atlas; Yün yastık, taş yastık, seven başa hepsi bir.
Bu dünyaya kendi isteğimle gelmedim ben; Şaşkınlıktan başka şeyim artmadı yaşarken. Kendi isteğimle de gidiyor değilim şimdi, Niye geldik kaldık, niye gidiyoruz bilmeden.
Felek doğruyu eğriyi tartaydı, Her işine güzel demek kolaydı. Böyle mi yaşardı iyiler dünyada, Evrenin özü doğruluk olaydı?
Açılmaz kapıları açmanız mı gerek? Dünyada insanca yaşamanız mı gerek? Bırakın öyleyse iki dünyayı birden: Ey ölü canlılar, canlar uyanık gerek!