Yıllar yıllar önceydi; öğretim üyesi sorumluluğunu üstlendiğim zamanlardı. Bir yanda ciddi sağlık sorunu yaşayan hastalara nitelikli bir hizmet sunmanın, diğer yanda öğrenci ve araştırma görevlilerinin eğitimine destek olmanın atbaşı gittiği zamanlardı.
Uzun zamandır takip ettiğimiz bir akciğer kanseri hastası oldukça kötü bir durumda yeniden hastaneye yatmıştı. Geçen sürede tüm tedavilerimize rağmen kanser vücuduna yayılmış ve hiç kimsenin istemediği son artık görünür olmuştu.
Hasta ve yakınları, insana acı ve keder getiren bu sonu hastanede yaşamayı istemişlerdi. Bu istek hekimi, hastaneye yatan hastasına gerektiği kadar tıbbi hizmet sunmakla, onun ve yakınlarının son günlerindeki yası hakkıyla yaşamalarına gölge etmemek arasındaki bir ikilemle baş başa bırakmıştı.
Hasta ve yakınları, son günlerini bilimi rehber eden bir üniversite hastanesinde geçirmek isterken, inançlarının gereğini de olabildiğince yerine getirmeyi arzu ediyorlardı.
Hekim, bir yandan üniversite hastanesinin gerektirdiği kadar bilimsel olmakla, hastasının inancına uygun biçimde ölüme yol almasına refakat etmek arasında bir denge tutturmayı başarmalıydı.
Ama hekimin bu amaçla sergilemeye çalıştığı tutum kimi çevrelerden hayretle karşılanmıştı. Çünkü ateistti hekim. Bir ateistin, dini inancı olan kimi hekimlerden daha fazla oranda inanç ritüellerine hoşgörü göstermesi oldukça yadırganmıştı. Ne de olsa günler, Resmi Gazete’de "Allah korkusu"nun gerekli olduğunun yazılmadığı zamanlardı.
O günün çerçevesinde hastane "steril" bilimsel bir mekândı. Dualar, inanç ritüelleri ve hatta din görevlilerinin hastaya eşlik etmesi nasıl mümkün olabilirdi? Dahası ateist bir hekim bunlara nasıl izin verebilirdi?
Akciğer kanseri tanılı hastasını gerektiği kadar bilimsel takip, gerektiği kadar inanç ritüelleri ile uğurladıktan yıllar yıllar sonra bir kronik akciğer hastası o hekime çok şey öğretti:
Uzun yıllardır sigara kullanımının neden olduğu kronik obstrüktif akciğer hastalığını çekmekteydi hasta. İlaç ve tüm destek tedavilerine rağmen nefes almak pek mümkün olamıyordu. Zaten iki ayı aşan bir süredir hastanede yatmaktaydı ve yakın zamanda çıkabilmek de ihtimal dahilinde değildi.
Oğlu, hasta olan babasının tüm sağlık sorunlarıyla ilgileniyor ve elinden gelenin fazlasını yapıyordu -tıp ve bilim gibi... Ama işler istendiği gibi gitmiyordu. Hastanın yaşamı ilaçlar, maskeler, hava basma benzeri makinelerle oldukça sıkıntılı ve zor bir haldeydi.
Bu zorlu günlerden birisinde hasta hekimine döndü ve "Oğlumla konuş artık istediğimi yapsın ve beni Bodrum’a götürsün" dedi.
"Denizi görmeden ölmek istemiyorum" diye ekledi.
Söz sözü açtı, cümle cümleyi kovaladı ve hekim, Bodrum’da denizi görmenin hastasının yaşamına ilaç ve cihazlardan daha fazla anlam katacağını anladı.
Hastasının isteği üzerine oğluyla görüştü.
Oğlu da babasının acı çekmesini istemiyordu. Dahası belki de vasiyeti sayılabilecek olan Bodrum’a götürmeyi de çok istiyordu. Ama hekimden babasının mevcut haliyle uzun süre hastane dışı ortamda dayanamayacağını da öğrenmişti. Ona göre babasının bu isteği adeta bir intihardı ve intihar inancı gereği yasaktı. Ona göre babasının canını Allah vermişti, alacak olan da sadece O olmalıydı. O nedenle babasının ölümcül bu isteğini yerine getirmesi mümkün değildi.
Hekim uzun uzun bu isteğin intihar olmadığını, aksine insanların yaşamlarını istedikleri gibi yönlendirmeye hakkı olduğunu anlattı. Dahası hiçbir hekimin ve hiçbir sağlık çalışanının, hastanın rızası olmadan ona sağlık hizmeti sunamayacağını, tıp etiğinde zorla tedavinin mümkün olmadığını belirtti. Örneğin yarın sabah babası eğer sağlık hizmetini reddederse, kendisinin değil hastasının sözünün gereğini yerine getirmesinin hekimliğin temel görevi olduğunu vurguladı.
Sonra bilimin de inancın da hayatın tümü olamayacağını, insanların yaşamlarına anlam veren değerlerin çok farklı olabileceğini, diğer insanlara düşeninse o anlama (ve anlamın gerektirdiği isteklere) saygı göstermek olduğunu ifade etti.
Bu görüşmeden yaklaşık beş ay sonra oğul elinde bir video kamera ile çıkıp geldi o hastaneye. Buldu o görüşmeyi yapan hekimi. Anlattı ona babasını Bodrum’a yetiştirebildiğini, babasının tek söz etmeden saatlerce denize baktığını, çok mutlu olduğunu ve Bodrum’da denizi seyrederken onu kaybettiğini ve memleketine getirmeyip Bodrum’da toprağa verdiğini...
Sonra babası anısına video kaydı yaptığını ve o yolculuğun tüm detaylarını kaydettiğini anlattı hekime.
O yolculuğun ilk adımı olarak da hekimden birkaç cümle söylemesini istedi.
Nereden çıktı bu iki hastanın hikâyesi diyeceksiniz...
Kaygılıyım çünkü.
Kaygım her geçen gün tıbbın anlamını yitirmesinden. Sağlık hizmetinin ciro, performans, kazanç ekseninde şekillenmesinden. Hastaların para kazanılan bir mala dönüşmesinden.
Görelim ki; 2020 tıp ortamında hastayı Bodrum’a göndermez hiçbir hekim, hiçbir hastane. Çünkü o hasta, hem hekimin hem hastanenin müşterisidir, para kazandıran malıdır artık.
Kaygılıyım.
Kaygım siyasal İslam'ı yol olarak belleyen bir iktidarın kendi inancı dışındaki varoluşları görmemesinden. Sünni bir hastanın dini inançlarını karşılamaya verdiği değeri diğer varoluş kimliklerine sergilememesinden. Hristiyanların, Alevilerin, Yahudilerin, spiritüel modern inanç sahibi hastaların yok sayılmasından. Bu topraklarda milyonlarca insanın dili Kürtçeyken ve sağlık ortamında onlarca dilde hizmet verilirken Kürtçenin "bilinmeyen dil" muamelesi görmesinden. Kürt hastaların yok sayılmasından.
Tıp ve sağlık ortamına hasta gözüyle değil siyasal İslam gözüyle bakılmasından.
Kaygılıyım.
Kaygım siyasetin yüksek tepelerine hâkim olan rüzgârların bilmeye, bilgiye, kanıta,... velhasıl modern değerlere acımasızca saldırmasından. Attıkları her adımın rövanşit bir hıncın eseri olmasından... Bilimsel tıbbın insafsızca ve kötü niyetle eleştirilmesinden... Bilginin değersizleştirilmesinden... Hekimlik mesleğinin özgünlüğünü yitirmesinden... Hekimler ve sağlık çalışanlarının her sorunun nedeni olarak tariflenmesinden...
Modernitenin ne kusursuz ne de günahsız olduğunu iddia etmiyorum. Aksine yüzleşmesi gereken, kendisini değiştirmesi gereken çok yönü var.
Ama görelim ki, kendisinden başka hiçbir görüşe, kimliğe, varoluşa izin vermeyen bir siyaset modernitenin kusurlarını düzeltemez. Bilimle inancı, hastayla sağlık çalışanını, toplumun yarısı ile öteki yarısını birbirine kırdırtmayı kendisinin bekası olan gören hiçbir kötülük hiç kimseye refah, mutluluk ve huzur getiremez.
Zor ve kötü zamanlardayız.
Zor ve kötü zamanlarda birbirimize sarılıp, dermanımızı birbirimizin yaralarında aramaktan başka yol yok. İnsan hikâyeleri bu nedenle şimdi her zamankinden çok daha değerli...