Foucault’nun biyopolitikası, tıp kurumu ve sağlık algısının ulaştığı güçten de yararlanarak Milano’da “modapolitika”ya evrildi. Beden, bu “politik” iklimde, bir yandan sağlıklı yaşama kültürü aracılığıyla tıp kurumuna, diğer yandan da beğenilmek ve statü kazanmak isteğiyle modaya hizmet eden bir “teferruat”tı artık
Sıra dışı bir moda defilesinin, sıra dışı davetiyesi olan dijital bir saatin geri sayım yapan kırmızı rakamları sıfırlandığında başlamıştı Gucci’nin 2018–2019 Sonbahar/Kış defilesi Milano’da yaklaşık bir yıl önce…
Hem de sıra dışı bir mekânda: Soluk yeşil ve kan kırmızı renkli bir ameliyathanede. Hem de PVC kaplama duvarlar, ameliyat lambaları ve hastane odasındaki plastik sandalyeler eşliğinde.
Ancak bu kez hastaların “opere edildiği” ameliyat masalarının etrafını hekimler değil, dünyanın dört bir yanından özenle seçilmiş mankenler çevreliyordu. Ellerinde neşter yerine bebek ejderha ve insan kafaları, yüzlerinde maskeler yerine üçüncü bir ek göz taşıyarak…
Kuşku yok ki defile, Fransız filozof Michel Foucault’dan ilhamla, bir “mikroiktidar alanı” olarak tıbbın kişilerin bedenini belirleme gücü ile, başka bir “mikroiktidar alanı” olan moda tasarımcılarının kumaşları kesip birleştirerek insana yeni bir kimlik yaratması arasında paralellikler kurmaktaydı.
Foucault’nun biyopolitikası, tıp kurumu ve sağlık algısının ulaştığı güçten de yararlanarak Milano’da “modapolitika”ya evrilmişti. Beden, bu politik iklimde, bir yandan sağlıklı yaşama kültürü aracılığıyla tıp kurumuna, diğer yandan da beğenilmek ve statü kazanmak isteğiyle modaya hizmet eden bir “teferruat”a indirgeniyordu.
Defilenin tabu kıran, eleştirel görünen ve sosyal medyayı sallayan rahatsız ediciliğinin aksine, gösterinin kendisi, modanın da -tıp gibi-, Foucault’nun maksadının aksine neoliberalizmin en güçlü ıslah edicisi haline dönüştüğüne işaret ediyordu.
Orhan Veli’nin dizeleri gibi “her şey birdenbire oldu”.
Bir sabah kalktık ve Shenzen’li bilim insanı He Jiankui’nun ağzından, AIDS hastalığına yol açan virüsün insana bulaşmasını önlemek için, yedi kadından elde ettiği embriyoların DNA’larını değiştirdiğini duyduk.
Oysa daha bir ay önce söz konusu gen düzenleme teknolojisi hakkında yayınlanan bir haber sonrasında yaşanabilecek etik sorunlar nedeniyle söz konusu bilim insanı açığa alınmış ve konu hakkında soruşturma açıldığı iddia edilmişti.
Ancak Jiankui, bu iddialardan sadece bir ay sonra, Lulu ve Nana isimleri verilen genetiği değiştirilmiş ikizlerin doğduğunu söylüyordu hepimize.
Ne ilginçtir ki insanlığın geleceğini belirleyecek bu müdahalenin yöntemi ve sonuçları bilimsel bir dergide yayımlanmadı. Aksine ABD’li bir PR uzmanı ile iş birliği içerisinde medya aracılığıyla tüm dünyaya duyuruldu.
Ne de olsa zaman, “Meşhuriyet Çağı”ydı ve her şey ona tabiydi. Hem sağlıklı yaşamaya kim karşı çıkabilirdi ki(!)
Oysa, konu sağlık değil ki. Zaten tarihin hiçbir döneminde de olmamıştı.
İnsanın derdi her zaman daha derinde, “benden ötedeki ben”deydi...
İşte bu dert nedeniyle insanlar günümüzde bedenlerine biyoçip taktırarak biyolojik eksikliklerini gidermek istiyorlar.
Bedensel eksikliğin, kültürel varoluşu ve moral değerlerini oluşturduğunu görmezden gelerek biyolojik yetersizliklerini aşmaya çalışıyorlar.
Paylaşmanın ve dayanışmanın her geçen gün yok edildiği bir uygarlıkta, tek başına sürdürülen yaşam savaşından güçlü bir beden sayesinde galip çıkmayı arzuluyorlar. Biyolojiyi modifiye ederek, bedensel kısıtlılıkları gidererek daha üretken olup ayakta kalmayı hedefliyorlar.
O nedenle önümüzdeki birkaç yılda biyoçip pazarının 2.3 milyar dolara ulaşması bekleniyor.
Bugün itibariyle dünyada 100 bin kişinin biyoçipli olarak yaşadığı tahmin ediliyor. Bu kişiler, anahtar kullanmadan arabalarının kapılarını açıyor, kuzeyi (kuşlar gibi) göğüsleriyle buluyor, vücut sıcaklıklarını sürekli takip ediyor, hastalık nedeniyle göremedikleri renkleri işitiyor, temassız kredi kartı ödemesi yapıyor, lambaları radyo sinyalleriyle yakıyor, bedenleriyle yerkürenin sismik hareketlerini izliyor ve biyolojik akışkanlığa ulaşmak için genetiklerini değiştirmeye çalışıyorlar.
Hasılı kelam, insan(lık), pirinç tanesi büyüklüğünde bir çipi derisinin altına yerleştirerek insan ve makine birleşimi bir cyborg’a dönüşüyor.
Piyasaya çip üreten bir şirketin CEO’sunun da söylediği gibi “İnsanlık, beyinlerin gelişmesi için milyonlarca yıl bekleyemez”.
Bekleyemez; çünkü şirket hissedarlarının daha çok kâr etmesi için daha çok çip satılması gerekli.
Bekleyemez; çünkü yeni oluşan ve hızla gelişen piyasanın daha çok insansı makinelere ihtiyacı var. İnsanın da daha güçlünün ayakta kaldığı bu düzende daha çok makineleşmeye.
O nedenle Gucci ya da Jiankui gibi mikroiktidarlar aracılığıyla bireylerin bedenlerini ve toplumların nüfuslarını kontrol etmek ve yeniden düzenlemek artık bir “zorunluluk”.
Daha çok çalış(tır)mak, daha çok çalış(tır)mak, daha çok çalış(tır)mak için...
Daha çok, daha çok, daha çok için...
Düşmemek, ayakta kalmak için!..
Sahi atları ne zaman vuruyorlardı?