Ürkütücü birkaç veri:
Bilimsel araştırmalar, "alternatif" tıp uygulamalarının yaygınlaşmasının, inanç temelli yaklaşımların güçlenmesinin, aşıların muhtevasında vücuda zararlı maddeler ve/veya domuz içerdiğinin düşünülmesinin, aşının otizme yol açtığına inanılmasının, aşıya bağlı genetik ve üreme temelli kaygıların olmasının, aşının şirketler ya da Batı'nın bir komplosu olarak yorumlanmasının, internet kaynaklı temelsiz ve abartılı haberlerin toplumda panik yaratmasının, kanaat önderlerinin olumsuz açıklamalarına güvenilmesinin ve konu hakkında yeterli yasal düzenlemenin olmamasının aşı karşıtlığını doğuran en önemli faktörler olduğuna işaret ediyor.
Yaklaşık üç asır önce dönemin en iyi tıp okulunda yetişmiş William Brownrigg, erizipel (yılancık hastalığı) olan hastasının ateşini onun narin yapısına, vücudunda biriken kusurlu sıvılara ve havaların aşırı derecede nemli ve soğuk olmasına bağlamıştı (J Waller, Mikrobun Keşfi, Tübitak Popüler Bilim Yayınları, 2014).
Brownrigg, bu görüşünde haksız değildi. Çünkü mikroorganizmalardan habersiz olan dönemin hekimleri, vücut sıvılarının altüst olmasıyla hastalıkların geliştiğini zannediyorlardı. Zaten hasta da bedenindeki "kusurlu" sıvıların dışarı atılması için yedi kez hacamat edilmişti.
Pekiyi sizce Brownrigg'in hastasının hacamat ile tedavi edilmesi etik bir kusur muydu?
Kuşkusuz hayır!
Çünkü 18. yüzyılın bilgi dünyası, hacamatı bir tedavi biçimi olarak kabul ediyordu. Ancak zamanla hastalığın "kusurlu" sıvılardan değil mikroorganizmalardan oluştuğu anlaşıldı. Hal böyle olunca da mikroorganizmaları öldüren antibiyotikler, "kusurlu" sıvıları dışarı atan hacamatın yerini aldı.
Ne de olsa bilimin en büyük gücü onun sürekli değişebilmesidir.
Hayat, hepimize hemen her konuda birşeyler öğretir. Nar gibi kızarmış sobaya dokununca elimizin yanacağını öğretmesi gibi... Çok açık ki gündelik bilgi ya da sağduyu olarak isimlendirdiğimiz bu bilgiler sayesinde insan olarak hayatta kalabildik.
Ancak bu bilme biçimi bilimsel bilgi değildir. Çünkü bilimsel bilgi, gerekçelendirilmiş ve güvenilir bilgidir. Episteme olarak tanımlanan bilimsel bilginin, doksa (sanı, kanaat) olarak tanımlanan inanmaya dayalı bilgiden temel farkı olabildiğince doğru, kesin, gerekçeli ve güvenilir olmasıdır.
Örneğin ben hekim olarak hastama "x" tedavisini öneriyorsam; o günün bilimsel ortamının tüm imkânları dahilinde o tedavinin o hastalıktaki etkisini, etki mekanizmasını ve yan etkilerini biliyorum (dikkat edin inanıyorum değil) demektir.
Kuşkusuz her kesin ifade, doğru ve güvenilir bilgiye işaret etmez. Sözgelimi bir kişi "Aşı bizleri kısırlaştırmak için uygulanıyor" derse, ifade ne kadar kesin hükümlü olursa olsun epistemeyi ifade etmez. Aksine bu ifade, o kişinin kanaati yani doksasıdır. Çünkü bu ifadenin bilimsel bir geçerliği yoktur.
Öte yandan gündelik bilgi ve kanaatlerimiz de çok değerlidir. Önemli olan kanaatimizi ve gündelik bilgiyi nerede ve hangi sınırlar içerisinde kullandığımızdır. Bilimin kılavuzlara indirgendiği bu dünyada, bilimsel bilgiye sahip olan bir kişinin, yaşam deneyimlerinden edindiği gündelik bilgi ve kanaatlerini bilimsel bilgiyle hercümerç etmesi ustalık belirtisidir. Yeter ki kendi tecrübelerinin kibirinde boğulup bilimsel bilgi zemini olan epistemeyi bütünüyle göz ardı etmesin.
Hekimliğin temelini ise önce zarar vermeme prensibi belirler. Bu nedenle doksa ve epistemelerimizi ifade ederken kimlere zarar verebileceğimizi düşünmek insan olmanın ve kalmanın birinci koşuludur.
Bu bağlamda kötücül bir amacınız olmasa dahi "Aşıların içinde otizme yol açan civa var" ya da "Aşılarda Alzheimer'e yol açan alüminyum var" ifadelerini kullandığınız zaman milyonlarca çocuğun ölmesine ya da zarar görmesine yol açmış olabilirsiniz. Ve hiç şüphesiz ki ifadelerinize inanacak insanlar nedeniyle çocukların aşılanmayıp ölmesi ya da sakat kalması bu tür açıklamaları yapan kişi olarak sizin hem sorumluluğunuz hem de suçunuzdur.
Bu nedenle aşı konusunda yaşanan temel sorununun, günümüz uygarlığının ideolojisi gereği teolojik, sipiritüel ya da seküler kökenli doksaların epistemeden daha güçlü hale gelmesinde saklı olduğunu görmek gerekli.
Belirsizliğin arttığı, "Baba, Tanrı, Devlet" otoritesinin güçsüzleştiği, bilimsel bilginin değersizleştirildiği, herkesin her konu hakkında fikir sahibi olması teşvik edilirken fikir ile bilmek arasında ve kanaatle bilgi arasındaki hayati ayrımın ortadan kaldırıldığı, herkesin her şeyi kendisine hak olarak gördüğü ve felsefenin, bilme ihtiyacı ve sevgisinin gözden düşürüldüğü bir dünyanın bedelini çocuklar canlarıyla ödüyor.
Bununla birlikte hiç kuşku yok ki Platon'dan bu yana hayat çok değişti. Aklın her şeye yetmediği, gözlemin önemi, evrensel ve değişmez bir bilginin olmadığı, hatta gözlemin dahi tek başına sonucu değiştirdiği ve mutlak objektivite denilen durumun mümkün olmadığı öğrenildi. Ama tüm bunlar kanılarımızı mutlak hakikatlermiş gibi sunmamıza gerekçe olabilir mi?
Unutmayalım ki; bilim, değiştiği için bilimdir.
Daha önemlisi bilim ve tıp, bu dünyanın mutlak tek hakikati değildir. Aksine pek çok hakikatten sadece birisidir. O nedenle haddini, hududunu, sınırını ve çerçevesini bilmelidir. Ancak bu bilme, onun başka hakikatleri bünyesine dahil etmesi anlamına gelmemelidir. Nasıl ki bir hakimden mecelleyi değil medeni hukuku uygulamasına rehber etmesini bekliyorsak, ondan medeni hukukun "yetmediği" konularda şer-i ya da örf-i hukuk hükümlerini dikkate almasını istemiyorsak, hekimden de sadece bilimsel bilgiyi hastalarına uygulamasını beklemeliyiz. Ondan "Alternatif", "Geleneksel" ya da "Tamamlayıcı" tıp denilen uygulamalardan hekim olarak uzak durmasını istemeliyiz.
Nasıl ki hekimler; tarihsel süreç içerisinde geleneksel olarak soludukları datura bitkisinin yarattığı halüsinasyonlar sayesinde tanrılarla ilişkiye geçtikleri şamanlık rolünden, büyü ve falcılık yetilerinden vazgeçmişlerse, yine geleneksel olarak kullandıkları hacamat ve sülükten de vazgeçmek zorundadırlar. Çünkü üçüncü bin yılda hekimliğin kendisini ve sınırını bilim ve kanıt belirlemektedir.
Ancak bilim ve kanıt da eleştiriden muaf olmamalıdır. Aksine Adorno'nun ifadesiyle "Bilim itaatsiz olana ihtiyaç duyar". O nedenle Anayasa Mahkemesi'nin kararına şerh düşenlerin yazdığı gibi akademi(sye)nin görevi (devlete) itaat değildir. O nedenle Yükseköğretim Kurulu'nun isteğiyle barış akademisyenleri hakkında mahkeme kararının aksine açıklama yapan rektörler ve o metinlere imzalarını atanlar bilim insanı değillerdir. Çünkü bilim insanı önce kendisini ve çalıştığı alanı sorgular. Kendisine, bilime, onun işaret ettiği kanıtlara ve tahakkümün her türlüsüne eleştirel mesafe koyar. Hele ki neoliberal dünyada, özellikle medikal şirketlerin bilimi çarpıtmasına, etkilemesine, belirlemesine izin vermez. Onların payandası olmaz.
Hasılı kelam; epistemeye de doksalarımız gibi eleştirel yaklaşalım. Gözlem ve deneye dayalı bilgi üretim sürecinin olabildiğince güvenilir olmasının koşullarını sağlamaya çalışalım. Gözü paradan başka hiçbir şeyi görmeyen ilaç ve medikal endüstrinin özellikle tıp alanındaki bilimsel bilgi üretimine dahil olmasını önleyelim. Bilimsel yasaların da sınırlılıkları olduğunu ve yeri geldiğinde yanlışlanabilir olduğunu kabul edelim. Büyük filozof Karl Popper'ın altını çizdiği gibi bilimin aslında doğruyu bir "arayış" faaliyeti olduğunu idrak edelim.
Ancak tüm bunları yaparken de o günün bilimsel bilgisine sırtımızı dönmeyip, ün ve para uğruna bilimsel bilgiyi çarpıtmayıp; çocuklarımızı aşı olmamanın ölümcül sonuçlarına, hastalarımızı da hacamatçıların, sülükçülerin, homeopatların şarlatanlığa terk etmeyelim.
NOT: Meme kanseri nedeniyle önerilen kemoterapiyi reddeden ve bir aile hekimi tarafından "alternatif" tedavi uygulanan bir hasta yakın zaman önce kanserin vücuduna yayılması nedeniyle öldü. Makul bir memlekette böylesi bir ölüm sonrası Sağlık Bakanı istifa eder ve bilimsel olmayan yöntemi hastasına uygulayan hekim meslekten men edilirdi.