Tıp fakültelerinin birbiri ardına mezuniyet törenleri düzenlediği, barış istediği için (c)ezaevine atılan Füsun Üstel’in henüz çıkabildiği, kimi akademisyenlerin de mutfak reklâmlarıyla müşterileri olan müstakbel öğrencilerine üniversitelerini pazarlamaya çalıştığı şu günlerde...
Sordu: Türkiye’de okuyan arkadaşlarıma bakıyorum da akşama kadar derse giriyorlar. Oysa bizde 3-4 saattir üniversitede dersler. Sonrası bize aittir. Anatomi laboratuvarında diseksiyon yaparız kadavralarla bu boş saatlerde. Üniversitedeki diğer etkinliklere katılırız. Arkadaşlarımızla zaman geçiririz. Çarşamba günü ise tümüyle boştur. Perşembe de bir aile hekiminin yanında hastalarla görüşürüz. Velhasıl her gün akşama kadar ders görmeyiz. Hele hocanın anlattığı “lecture” sayısı çok azdır. Zaten bu dersler çok sıkıcıdır. Oysa problem çözerek öğrenmek daha zevkli ve daha akılda kalıcı. Türkiye’deki arkadaşlarımı düşününce anlayamıyorum akşam eve gidince gün boyu aldıkları dersleri nasıl çalıştıklarını? Nasıl olup da bu dersleri pekiştirdiklerini?
Yanıtladım: Çalışmıyorlar. Pekiştirmiyorlar. Daha doğrusu çalışamıyor ve pekiştiremiyorlar. Akşama kadar tek düze ders dinlemekten yoruldukları için eve gidince defteri kitabı bir kenara atıyorlar. Lecture tipi anlatı dersleri de onları meraklandırmıyor. Zaten üniversite öncesi aldıkları talim ve terbiye eğitimi de merak duygusunu hiç uyandırmamış. O nedenle anlattıklarımızın dışındaki bilgi kaynaklarını araştırma ihtiyacı duymuyorlar. Çoğunlukla bir sonraki hoca dersine kadar yüzüne bile bakmıyorlar o gün tartışılan konulara. Sonra benzeri bir gün yaşanıyor. Sonra benzeri bir gün daha. Bir gün daha... ta ki sınav günü gelene kadar.
Dedi: Ama o zaman öğrenemezler ki.
Yanıtladım: Öğrenmiyorlar. Sadece sınavda işlerine yarayacak bilgileri ezberliyorlar. Ve bu durum onların suçu değil...
***
Halen Londra’da tıp eğitimine devam eden bir öğrencinin, yaz vesilesiyle farklı sağlık ortamları görmek amacıyla yaptığı bir Türkiye gezisinden bana miras bu satırlar.
Muhtemelen sizin de hak vereceğiniz üzere tepeden tırnağa haklı tüm soru ve yorumlarında. Yine hak vereceğiniz üzere yaşanan bu sorun “bizdeki öğrenciler tembel” diyerek geçiştirilecek bir durum değil. Aksine memleketin sıralama sınavlarında en yüksek puanı alan, en çalışkan ve en zeki öğrenciler geliyor tıp fakültelerine.
O nedenle yaşanan sorunun, öğrencileri fail ve suçlu gösteren açıklamalarının dışında bir yanıtı olması gerek. Çünkü onlar mağdur. Bu ülkenin bütün öğrencileri gibi...
Ders Yarışı
Devlet ve vakıf üniversitelerinin tıp eğitiminde gözlediğim en önemli farklılık ders yarışı konusundadır.
Devlet üniversitesinde çalışan akademisyenler, genellikle içlerindeki her şeyi öğretme isteğinin bir yansıması olarak alanının tüm bilgilerini tıp eğitiminin müfredatına yerleştirmek isterler. Aslında bu istek iyi niyetlidir. Çünkü özünde öğretme isteği ve eksik bırakmama düşüncesi yatmaktadır. Ama kuşkusuz her iyi niyetli istek, iyi bir sonuç demek değildir –konu özelinde yaşandığı gibi.
Çok acı ama devlet üniversitelerinde çalışan akademisyenlerin geneli, kendi alanının değerini müfredattaki derslerinin yoğunluğu ile ölçmeye çalışır. Öteki alanın derslerinden daha fazla sayıda dersi olmak kendi alanının daha değerli olduğunu hissettirir akademisyene. Bu nedenle herkes kendi alanının ders sayısını arttırmak için bir yarış yapar devlet üniversitelerinde. Söz konusu derslerin mezuniyet öncesi tıp eğitimi için uygun olup olmadığına ya da çekirdek eğitim müfredatında bulunup bulunmadığına çokça bakılmaz. Akademik hiyerarşi ve dekanlık makamına yakınlık sonucu belirler genellikle.
Fotoğraf: Atila Cangır
Öte yandan vakıf üniversitelerinde aynı alanda başka bir yarış yaşanır. Eğer temel tıp değil de dahiliye ya da cerrahi gibi klinik bir branştaysanız; eğitim müfredatına konulan her ders, hasta muayenenizin önünde bir engel demektir. Öyle ya ne kadar fazla ders saati varsa, o kadar fazla süre hastaya sağlık hizmeti sunmak yerine öğrenciye ders anlatacaksınız demektir.
Ne güzel... bir akademisyenin bundan daha öncelikli ve değerli ne işi olabilir diyebilirsiniz. Ama hayat öyle değil. Çünkü vakıf üniversitelerinin tıp fakültelerinde çalışan klinik kökenli akademisyenlerin hemen tamamının kazancını belirleyen hasta muayenesidir. Yani sunduğu sağlık hizmetidir.
Zaten akademisyenler de çalıştıkları vakıf üniversitesinin afiliye olduğu hastaneye akademik liyakatlarına göre işe alınmazlar. Aksine ne kadar çok hastaları olduğu, ne kadar çok hasta baktıkları ya da para getiren özellikli bir sağlık hizmeti sunmalarına göre istihdam edilirler. Akademik titr ise adeta bir bonustur. Rakip sağlık zincirinin hastanesine gitmemesi için verilen bir bonus...
Hal böyle olunca da nitelikli tıp eğitimi vermek yerine daha çok hastaya sağlık hizmeti sunarak daha çok para kazanmak vakıf üniversitesi görünümlü hastanelerin temel amacı haline gelir. Daha çok sağlık hizmeti sunmak için hastaya ayrılması gereken daha çok zamana ihtiyaç vardır kuşkusuz. Hastaya daha çok zaman ayırmak ise öğrenciye ayrılacak daha az zaman demektir. Bu durumda ders sayısının -abartarak ifade edelim ki-, sıfır olmasa bile olabildiğince az, çok çok az olması anlamına gelmektedir.
Bu nedenle vakıf üniversitelerindeki ders yarışı, kendisini öğrenciye gösterecek ve ne kadar yetkin bir hekim ve akademisyen olduğunu kanıtlayacak miktarda az sayıda ders demektir.
Bağımsız Öğrenme
Dedi: İngiltere’de tıp fakültesine gitmek hiç kolay değil. Hele yurtdışından kabul görmek çok daha zor. Derslerin iyi olması, sınav notlarının yüksek olması falan yetmiyor. Bir de mülakatlar var. İnceliyorsun tıp fakültelerinin programlarını. Nerede bulunduklarını, hangi alanlarda yetkin olduklarını... Sonra görüşmeye gidiyorsun. Onlar da seni değerlendiriyor. Yazdığın başvuru dilekçesine bakıyorlar. Neden o fakülteyi tercih etmeyi istediğini soruyor, sorguluyorlar. Kendi üniversiteleri hakkında yeterli bilgiye sahip olup olmadığına bakıyorlar. Üniversitelerini gezdiriyorlar. Senden ne istediklerini ve sana ne verebileceklerini anlatıyorlar. Sen bakıyorsun bu mu benim istediğim diye. Sunulanlar ve istenenler uygun mu diye düşünüyorsun. Ve sonrasında karar veriliyor. Ama burada galiba sadece sınav sonucu belirliyor?
Yanıtladım: Evet üniversite sınav sonucuna göre bir sıralama oluşuyor ve buna göre karar veriyorsun okuyacağın tıp fakültesine.
Sordu: Pekiyi ya gittiğin fakülte isteklerini, beklentilerini karşılamıyorsa?
Soruyla yanıtladım: Pekiyi ama ya en az dayak yiyecek bir alanda doktor olmak dışında bir beklentin yoksa?
Güldü... ***
Aslında tam gerçeği söylemedim. Çünkü mezuniyet sonrası tıp eğitiminde öğrenim görecek olan hekimler gitmek istedikleri bölümleri araştırmaya başladılar. En azından aldıkları puan ölçeğinde girebilecekleri benzer fakülteler arasında hangisinde uzmanlık eğitimi yapmaya karar vermek için Tıpta Uzmanlık Sınavı sonrasında bir araştırma yapıyorlar.
Kuşkusuz bu iyi bir adım.
Ama bu araştırma memleketin diğer sorunlarında da olduğu gibi “Türk Tipi”. Neden Türk Tipi diyorum. Çünkü bu araştırmada iki sorunun yanıtı ağırlıkla aranıyor:
“Asistan olarak ayda kaç nöbet tutuluyor?”
“Döner sermayeden aylık ne kadar para alıyor asistanlar?”
İki sorunun da önemsiz olduğunu iddia etmiyorum. Sonu gelmez nöbetler ve üç kuruş döner sermaye ücretleri hayatı dar eder insana. Hele ki bir de sağlık alanında yaşanan şiddet sorunu var ki hepsinin üzerine tuz biber...
Buradaki eleştirim; ağırlıkla sadece bu iki sorunun yanıtının aranmasınadır. Hani eğitime dair sorular hemen hiç yöneltilmiyor. Eğitim yapılacak bölümün kendi uzmanlık derneği tarafından akredite olup olmadığı, hocaların kendi alanlarında neler yaptığı ya da seçilecek kurumun insanı geliştiren bir özgürlük ve entelektüel ufkunun olup olmadığı hemen hiç gündeme gelmiyor.
Öte yandan vakıf üniversitesi deneyimleri, tanıtım yönünün de oldukça sorunlu olduğuna işaret ediyor. Gerçekten de yeni yayınlanan Yükseköğretim Kurulu Raporu’na göre vakıf üniversitelerinde öğrenci başına düşen kitap sayısı ve öğrenci için üniversitenin yaptığı harcama miktarı yerlerde sürünürken, potansiyel müşteri olan öğrencileri ikna etmek için yapılan reklâmlar zirve yapmış durumda. Başka bir ifadeyle; üniversiteler, müşteri çekmek için kendilerinin niteliklerini yükseltmek yerine öğrencilerin gözlerini boyayacak tanıtım reklâmlarına kaynak ayırıyorlar.
Söz konusu rapora göre kimi üniversitelerin tek gelir kaynağı öğrenciler. Vakıf vurgusu sadece isimlerinde yazılı yani.
Londra ve Türkiye...
Ne Londra’da her şey mükemmel. Ne Türkiye’de her şey kötü.
Ama kendi eksikliklerimizi gidermek için ötekinin deneyimi ufuk açıcı olabilir. Dünyanın dört bir köşesinden alınabilecek, uyarlanabilecek bir uygulama illaki vardır. Yeter ki büyük bir özgüvenle eksikliklerimizi görmeye çalışalım. Yeter ki kafayı kuma gömmeyelim.
Bu yaz, henüz üçüncü sınıfa geçmiş bir tıp fakültesi öğrencisi bana öğrenci ile eğiticinin olabilecek en iyi rezonansta buluşabileceği, bağımsız öğrenmeye zaman tanındığı, tıp eğitiminin hoca derslerine mahkûm edilmediği, gerçek sağlık ortamıyla deneyimlerin kurulduğu bir eğitim ortamını aktardı.
Çok şey öğrendim ondan. Muhtemelen ben de ona birşeyler kazandırdım.
Gözlemim; ikinci sınıfı henüz geçmiş bu öğrencinin merak seviyesinin, araştırma becerisinin, hastaya olan yaklaşımının ve bilgiye ulaşma yollarının bizdeki beşinci sınıf öğrencilerinin genelinden daha iyi olduğu yönünde.
Açık sözlülükle ifade edelim ki, bu farklılığın nedeni öğrenci(ler) değil.
Öğrenciyi suçlamadan, günahı ona yıkmadan, onu eğitim sisteminin mağduru olarak görerek ama bugün itibariyle sergilediği tutum ve davranışların tümünü de onaylamayarak, onu eğitim ve bilgelik açısından motive edecek bir öğretim sistemini tartışmaya başlayabilir miyiz?
Yoksa emin olun yarın çok geç olacak...