Yazının özetini ve son cümlesini başa alacak olursam: Ama’sız barışçılık öncelikle ahlakî bir tutumdur, iktidarla bağdaşmaz.
Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve iktidar çevrelerinin; Suriye’de savaşı körükleyen, iç savaşta taraf olan, daha da ürkütücüsü Türkiye’nin sınırda sürdürmekte olduğu düşük yoğunluklu savaşı sıcak savaşa dönüştürme tehlikesi taşıyan politikalarını alkışlayan, cesaretlendiren, haklı çıkarmaya çalışan yazarları, sözcüleri, televizyon yorumcularını izlerken düşündüm bunu.
Ve on bir yıl öncesini hatırladım...
11 Eylül 2001’de New York’da İkiz Kuleler çöktüğünde, perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. 1 Aralık 2001 günü, kendilerini “ama’sız barışçılar” diye adlandıranlar, “Gücün terörünü de, terörün gücünü de reddediyoruz” diyerek (Türkiye) Barış Girişimi’ni kurdular. Tanıdığım en ama’sız, en çekincesiz barışçı olan Hrant Dink de aramızdaydı. Kendimize düstur edindiğimiz “Ama’sız barışçılık” ve “Barış eşeği olmak” kavramları ona aittir. Ama’sız barışçılığı anladık da barış eşeği de nedir, diye sorduğumuzda, “Barışı, her koşulda inatla, bıkıp usanmadan ve cefakârlıkla savunmak” diye açıklamıştı.
Sonra korkulan ve beklenen oldu. Bush’un başkanlığındaki neo-con’lar (yeni muhafazakârlar) Amerikası sadece Afganistan’ı bombalamakla kalmadı, Irak’ı işgal etti. Bush ve ardındaki kanlı silah/ petrol sanayii lobisinin Irak’ı işgal gerekçesi, (bütünüyle düzmece olduğu sonradan ayan beyan ortaya çıkan) Irak’ın nükleer silahlara sahip olması ve de Saddam’ın baskı ve yıldırmaya dayalı diktatörlüğüydü. Bush ve destekçileri Irak’a demokrasi götüreceklerini iddia ediyorlar, haklılıklarını bu gerekçeye dayandırmaya çalışıyorlardı.
Barış Girişimi, Irak’a askerî müdahalenin çılgınlık olacağını, bölgede büyük yıkıma yol açacağını, hele de ABD’nin baskıları ve “bir koyup on alma” mantığıyla Türkiye’nin bu savaşa sürüklenmesinin mutlaka engellenmesi gerektiğini yüksek sesle dile getirdi. Tek başına değildi, “Irak’ta savaşa hayır” diyen bütün güçlerin, örgütlerin, siyasetlerin birliği sağlandı. Mitinglerle, gösterilerle, imza kampanyalarıyla, yazılarla, afişlerle, vinyetlerle, TBMM’ne ziyaretlerle, tek tek milletvekillerine gidilerek, semt toplantıları düzenlenerek bu savaşın haksızlığı ve vahim sonuçları anlatılmaya çalışıldı. Kamuoyu yoklamalarına göre de halkın yüzde 97’sinin karşı olduğu bu savaşa Türkiye olarak fiilen katılmamız, 1 Mart 2003’te sınır ötesi tezkeresinin Meclis’te kabul edilmemesiyle engellendi. Bu; her kesimden barışçıların, özellikle de ama’sız barışçıların zaferiydi. Aradan geçen yıllarda, ABD’nin uğradığı hezimet ve bugün Irak’ın içinde debelendiği durum, savaşa hayır diyenlerin haklılığını tartışma kabul etmez şekilde ispatladı. Hayat ve tarih barışçıları haklı çıkardı. Bir milyondan fazla Iraklı’nın ölümüne, bir o kadarının (kimilerine göre 3 milyon kişi) ülkelerini terketmelerine, şehirlerin yanıp yıkılmasına, dünya mirası eserlerin müzelerden çalınmasına, kültürel zenginliklerin tahribine mâl olan savaşın ardcıları, hergün onlarca kişinin öldüğü terörist eylemlerle hâlâ sürüyor. Irak’a ne demokrasi geldi ne de istikrar.
O günlerde ana akım medya, anlı şanlı köşe yazarları ve Türkiye kamuoyunu oluşturmaya çalışan çeşitli odaklar, Irak’ta savaşa hayır diyenlere saldırmakta, barışçıları aşağılamakta, hatta vatana ihanetle suçlamakta birbirleriyle yarışıyorlardı. Onlara göre Türkiye’nin millî menfaatleri, Irak savaşında ABD’nin taşeronu olmaktan geçiyordu. İşte o günlerde, Barış Derneği’nin adı da verilerek savaşa karşı olanlara yöneltilen nitelemeler, gürültücü azınlık (halkın yüzde 97’sinin sözcülüğünü yaptığımız unutularak), ahmak barışçılar, bön hayalciler, tuzu kuru saftorikler, vb. gibi sıfatlar; ve tabii, Saddam’ı destekleme, Saddam’ın dostu olma gibi suçlamalardı. Bunları hatırlayınca, Suriye’de savaşa hayır diyenlere atılan Beşar Esad despotizmini destekleme çamurunu düşünüp, tarih olmasa bile, belli çevrelerin söylemleri tekerrürden (tekrarlanmadan) ibaret dememek mümkün değil.
Yazılarda, intikamcı bir tavırla ad vermekten kaçınırım. Ama, Irak savaşı sırasında ABD’li neo-con’ların, dolayısıyla da savaşın destekçiliğini üstlenmiş, medyanın “amiral gemisi”nin başyazarı Ertuğrul Özkök’ü anmadan geçersem barışçılara haksızlık etmiş olurum. Özkök, gürültücü azınlık diye nitelediği barışçılara karşı en ağır ve aşağılayıcı sıfatları kullananların başında geliyordu. O sırada aynı gazetede yazan H. Uluengin de kıvrak ve saldırgan üslubuyla yayın yönetmenini aratmıyordu. Bugün, Türkiye’nin Suriye politikasına ve muhtemel bir savaşa karşı çıkan pek çok yazarımız ve çeşitli çevreler de o günlerde neredeyse çizmelerini çekip ABD ile birlikte Irak’a yürüyecek haldeydiler.
2003’te Irak’ta savaşa hayır diyenler koalisyonu; siyasal karşıtlıkları aynı bildiriye imza atmakta, aynı eylemde buluşmakta bile zorlanacak kadar derin olan çok çeşitli kesimlerden oluşuyordu. Ortak paydaları, her biri kendine özgü nedenlerle de olsa, barışı savunmalarıydı. Kendi payıma, cuntacı, ulusalcı sol kesimin önde gelen adlarıyla aynı bildiriyi imzalamakta zorlandığımı hatırlıyorum. Ama, aslolan barışsa gerisi teferruattır diyerek bağrıma taş basıp imzalamıştım. Bir de, kadın eli sıkmayacak kadar koyu Müslüman, bir o kadar da sol ve komünizm karşıtı Abdurrahman Dilipak’la televizyon televizyon dolaşmamızı, Meclis’e birlikte gitmemizi, mitinglerde yan yana yürüyüşümüzü, aynı pankartı taşımamızı, barış söz konusuysa en derin ayrılıkların bile teferruat oluşunu... Özlemle olduğu kadar, gururla da hatırlıyorum o günleri.
Savaşa hayır sloganını eleştirenlere katıldığım bir nokta var. Şu veya bu savaşa hayır demek yetmiyor. Slogan kof kalıyor, içi boşaltılıyor, söylenmesi gereken güzel söz derekesine düşürülüyor. Bize gereken ama’sız barışçılık; hani bazı çok akıllı, çok bilmiş, çok güçlü, çok hırslı zevatın avanak barışçılık, bön hayalcilik diye adlandırdığı o biricik ahlakî duruş. Çünkü ama’lar bir başlayınca bitip tükenmez. “Savaş kötüdür ama millî menfaatlerimiz... Savaş tabii çok kötüdür ama din kardeşlerimiz ya da ırk kardeşlerimiz... veya müttefiklerimiz... veya ekonomik çıkarlarımız... veya bölge hâkimiyetimiz... veya, veya, veya...
Bölge gücü olma, Sünnî İslam dünyası liderliği, iktidarını fetihle pekiştirme hayalleriyle Suriye’de iç savaşı kışkırtıp bunca kanın dökülmesine katkıda bulunan iktidarın ve yandaşlarının söylemleri, bu kof ama’lara sığınarak savaş kışkırtıcılığı yapmanın örnekleriyle dolu. Suriye’deki iç savaşın değirmenine su taşımamak gerektiğini, hele de Suriye ile savaşın bölgeyi ve ülkeyi ateşe atacak bir hata olacağını söyleyen barışçılara, on yıl öncesinin Özkök’lerinin üslubuyla karşı çıkan, daha da ileri gidip onları Esad’cılıkla, daha da ötesi ihanetle suçlayanların ama’ları ne kadar birbirine benziyor.
Ama’lı barışçı olmak yanar döner olmayı, eyyamcılığı, kendi çıkarlarınız ve yandaşlıklarınız adına barışçılıktan vazgeçmeyi getiriyor. On yıl önce savaşa karşı birlikte çalıştığımız Dilipak şöyle yazıyor kendi sütununda: “Savaş olmadan bulunacak çözüm elbette daha iyidir. Ama eğer başka çare yoksa, savaş kaçınılmaz olur.” Konjonktürel barışçılıkla yetinip ama’sız barışçı olmadıkça geleceğiniz nokta Dilipak’ın geldiği yerdir.
Sadece siyasal iktidar değil, her çeşit iktidar çatışmacı ve savaşçıdır. Muktedirin gücü hasmı yenmek, zafer kazanmak, fethetmek üzerine kuruludur. Bu güç, savaşlara, çatışmalara haklı gerekçeler bulmak, bulunamasa da o gerekçeleri yaratmakla sağlanır. İktidarlar, savaş politikalarını sonsuz ama’lar üzerine inşa ederler. Yalnızca iktidarı ellerinde bulunduranlar değil, onların etrafında hale oluşturanlar, destekleyenler, sözcülüğünü yapanlar da iktidarın savaş dilini konuşmaya başlarlar; savaşa karşı çıkanları, onların söylemini ve eylemini, destekledikleri iktidarı yıpratmaya yönelmiş kötü niyetli çıkışlar olarak görüp saldırıya geçerler. Son günlerde gazete köşelerinde, televizyon ekranlarında, siyaset çevrelerinde bu durumun örnekleri sergileniyor. AKP’li veya AKP yandaşı kişiler, yazarlar, çevreler Suriye/savaş politikasına karşı görüşleri, eleştirileri, uyarıları AKP’ye yönelmiş yıpratma taktiği, iktidar partisine karşı bir tavır olarak görmek ve göstermek eğilimindeler.
Gerçekten de, AKP ne derse, ne yaparsa, iyiye de kötüye de karşı çıkmayı kendi kısır siyasetlerinin odak noktası haline getirmiş kişiler, siyasetler, partiler, çevreler var. Kendileri siyaset üretemeyenler, muhalefeti istemezükçülük olarak anlayanlar, kerterizlerini AKP’ye göre alanlar, iktidar ak derse kara demeyi muhalefet sananlar, böyle bir algıyı besliyorlar. Ama, bu çevrelerin dışında geniş, çok geniş bir savaş karşıtı blok da var. Türkiye halkı savaşa karşı, Surdiye’ye müdahaleye karşı. Tıpkı on yıl önce Irak’ta savaşa karşı olduğu gibi.
Bana trajik gelen, yıllar önce Irak’ta savaşa karşı olanların Suriye’de iç savaşın desteklenmesine ve Suriye ile savaşa, bin dereden su getirerek, çeşitli ama’larla yandaş olmaları. Kimse koşullar farklı falan demeye kalkışmasın. Koşullar da, söylem de, gerekçeler de, ama’lar da tıpa tıp aynı. Değişen nedir peki? Çok basit: Bizimkiler savaş istiyor, bizimkilerin çıkarları savaşı gerektiriyor. O zaman, savaş iyidir, haklıdır...
Tayyip Erdoğan’ın tek adam iktidarı, Suriye meselesinde ülkeyi, halkı, hepimizi batağa sürüklüyor. Dün, Irak batağına batmayalım, demiştik; aklıselim galip geldi, batmadık. Bugün de, Suriye batağını derinleştirmekten vazgeçin, Suriye’de savaştan başka çözümler var, diyoruz. Hızla batağa sürükleniyoruz. Bu bataklık hepimizi yutar, en başta da Ortadoğu sultanlığına soyunan, kof hayaller peşinde koşan iktidar elebaşılarını. Bencileyin ahmak, kof hayalci ama’sız barışçılar dün haklı çıktılar, yarın da öyle olacak. “Kalem ile yazılan balta ile sökülmez” derdi bir arkadaşım. Savaşı çağıran, ama’larla gerekçelendiren, ille de barış diyenlerle dalga geçen ya da onları aşağılayan satırlarınız kalacak geriye. Size de yazık olacak.
Ama’sız barışçılık ahlakî bir duruş olduğu kadar, gerçekçidir de. Ben kendi payıma savaş dilinin küstahlığı ve çakma kahramanlığı yerine barışçı ahmaklığı ve barış eşekliğini yeğliyorum. Suriye’de ve her yerde savaşa hayır diyorum savaşçı saldırganlığınıza hedef olmayı göze alarak.