Davalardan ikisi yarın görülecek: Ergenekon ve Pınar Selek davaları. Üçüncüsü ise, bitmez tükenmez tutuklamalarla neredeyse aralıksız sürüyor: KCK davaları... İlk bakışta birbirleriyle ilintili olmayan; suç isnatları, sanıkları, süreçleri farklı bu davaların ortaklaştıkları nokta adil yargıya olan güveni yok etmeleri, toplumda güvensizlik ve tedirginlik yaratmaları, her bir kesimin kendi hassasiyetleri açısından -bu hassasiyetler ve zihniyet dünyaları bütünüyle farklı, hatta çatışık olsa da- toplumun adalet duygusu ve algısını tahrip etmeleri.
15 yıldır devletin organize işkencesi halinde sürdürülen Pınar Selek davası, T.C devletinin yargı erkinin ne durumda olduğunun şaşmaz kanıtı bir hukuksuzluk abidesi olarak karşımızda duruyor. Sadece, gelecekte hukuk kitaplarına bir ibret örneği olarak geçecek bu “vaka” bile yeterli hukuk ve adaletin “a”sının yargı erkinin kapısından uğramadığını anlatmak için.
Bu ülkede barışa, huzura, demokrasiye kastetmiş derin devlet çetelerinin; onların psikolojik harekat timlerinin, bilinçli bilinçsiz işbirlikçilerinin yargılandığı, kamuoyunda Ergenekon adıyla bilinen davaya gelecek olursak; o dava da ayrı bir hukuk skandalı. Başından beri desteklediğim ve sanıkların önemli bölümünün somut delillere dayalı suçluluklarından vicdanen kuşku duymadığım bu dava, yargının elinde öyle bir karmaşaya ve kargaşaya dönüştürüldü, sapla saman öyle bir karıştırıldı ve asıl suçlar öyle bir karaltıldı ki verilecek hükümler kimsenin adalet duygusunu tatmin etmeyecek. Ülkede yaşanan çetin kamplaşma atmosferinde, benim demokrasiye kastetme suçunu işlediklerinden kuşku duymadığım kişiler, diğerlerinin gözünde kurban ve kahraman sayılacak. Adil yargıya güvenilmeyen bir ülkede, hangi kesimin haklı olduğu bilinemeyecek, kamu vicdanı tatmin olmayacak, sadece kamplaşma derinleşecek.
Ve nihayet KCK davaları... Bu satırların yazıldığı sıralarda bile sürmekte olan; terörü, silahlı hareketi falan değil BDP’li belediyeleri, BDP örgütlerini hedef alan ev baskınları, gözaltılar, tutuklamalar; KCK adı altında toplanan davaların “siyaset sahnesinde son Kürt kalana kadar” amaç ve zihniyetiyle yürütülmekte olduğunu pervasız bir açıklıkla gözler önüne seriyor. BDP milletvekillerinden dokunulmazlıklarını kaldırarak kurtulmayı hesaplayanlar, Meclis dışındaki Kürt siyasal hareketinden de KCK tutuklamalarıyla kurtulmaya çalışıyorlar. 6 binden fazla kişinin aylardır, yıllardır tutuklu bulunduğu KCK davalarının yasallıkla, adil yargıyla ilgisi bulunmadığını, davaları açtıranlar da yürütenler de biliyor.
Bu davaların tümünün, Türkiye’de demokrasi ve özgürlüklerin en güçlü prangalarından biri olan Terörle Mücadele Kanunu uyarınca açıldığını ve yürütüldüğünü hatırlayalım. O TMK ki, halen Silivri’de ve diğer hapishanelerde tutuklu bulunan anlı şanlı komutanlar, güçlerinin zirvesinde oldukları günlerde bırakın kaldırılmasına, kısmen hafifletilmesine bile karşı çıkmışlardı, şimdi o yasa uyarınca yargılanıyorlar ve müebbede mahkûm ediliyorlar. Türkiye gibi ülkelerde siyasal kader böyle bir şeydir işte, iktidardayken akla gelmeyen, devran değişince başa gelir.
İçinden geçmekte olduğumuz olağanüstü dönemin, içinden çıkılmaz hale gelmiş/getirilmiş, birbirinden çok farklı, üç benzemez davalarının ortak paydası, üçünün de aynı devlet refleksinin, aynı devlet zihniyetinin ürünü olması. Siyasal iktidarın yapısı ne olursa olsun, devlet zihniyeti değişmiyor: Önce hukuk ve adalet değil de önce kutsal devlet ve devletin güvenliği... Böyle olunca da, Pınar Selek davası bir devlet inadı ve kinine dönüşebiliyor. KCK davaları terörü değil Kürt siyasal hareketini ezerek, dize getirerek Kürtleri tedip operasyonu oluyor. Ergenekon, vb. davaları da devletin suçlarının ve azmettiriciliğinin karartıldığı, sadece mevcut siyasal iktidara karşı eylemlerin keyfi şekilde yargılandığı davalara dönüşüyor. Çünkü, bu davaların arkasına darbeciliğe, vesayete karşı güçlü bir siyasal irade koyan AKP ve destekçisi güçler, iktidarlarını sağlamlaştırınca aynı devlet urbalarını giyiyor, aynı devlet zihniyetini kuşanıyorlar. “Artık devlet benim”, diyerek, eski tas eski hamam, derinlerdeki refleksler güçlenerek sürdürülüyor.
Saf saf soruyoruz: Neden Hrant Dink cinayetinin tetikçisinin ardındaki güçler açığa çıkarılamıyor, neden 12 Eylül davasında Diyarbakır hapishanesi veya faili meçhuller araştırılmıyor, neden Uludere’nin sorumluları açıklanmıyor, neden JİTEM, Türk gladyosu, özel harp dairesi, vb.vb. herkesin bildiği sırlar olarak dokunulmaz kalıyor? Neden, neden, neden? Çünkü dünkü ve bugünkü bütün iktidarlar aynı devlete sığınıyor, aynı devlet zırhını kuşanıyor. Partiler, siyasal iktidarlar gelip geçiyor, devlet hep aynı devlet kalıyor. Bu antidemokratik, ceberrut devlet, derin devletin en haşmetli ve dokunulmaz temsilcilerinden Demirel’in sözleriyle “gerektiğinde rutin dışına çıksa da” -ki sık sık çıktığını kanlı operasyonlardan, suikastlerden ve faili meçhullerden biliyoruz- suçlara, cinayetlere şal örtmekte, sonuncusu AKP olmak üzere gelmiş geçmiş iktidarlar birbirleriyle yarışıyor.
Bu ülkede iktidarlar değişir, hatta rejim değişir. AKP gibi, Cumhuriyet rejiminde merkezde yer alamamış, çepere itilmiş, rejimin dışından gelen güçler değişim dalgalarının iteklemesiyle iktidara gelirler. Sanılır ve umulur ki birşeyler değişecek, ama bir de bakılır ki siyasal iktidar değişmiş, devlet değişmemiş, yeni gelenler devletleşmiş, ve çark yine aynı yönde dönüyor, sadece kumandası iktidarın yeni sahiplerinin elinde.
Devletin; yurttaşın ve toplumun hizmetkârı bir örgütlenmeden ibaret olduğu, varlık nedeninin birey yurttaşın huzur ve mutluluğunu sağlamak olduğu bilinçlerimize kazınmadıkça, ona kutsallık ve dokunulmazlık atfedildikçe, devlete hâkim zihniyetin değişmesi mümkün değildir. Bu zihniyet değişmedikçe de, devlet yüceltmesi ve kutsaması ikliminde palazlanmış yargı erkinden adalet beklemek - kimi marangoz hatası hukukçular, istisnalar bir yana, ki çok şükür onlar da var- boş hayalden ibarettir.
Peki, ne yapacağız? Bu devlet ve ona hakim zihniyet nasıl değişecek? Herkesin kendine demokrat, kendine adil olmadığı, özgürlük ve adaletin herkes için olduğu bir topluma nasıl varacağız? Kendi kendime sorup duruyorum bu soruyu. Bula bula da, çoğunuza budalaca gelebilecek şu cevabı buluyorum: Bir yandan kendimizi çifte standartlardan arındırmaya çalışacağız, adaleti ve özgürlüğü kendimiz kadar öteki için de talep edeceğiz, talep etmekle yetinmeyip düşmanımız bile olsa ötekinin özgürlüğü ve adalet hakkı için mücadele edeceğiz. Öte yandan, (ve asıl umudum burada), ezberimizdeki sağ-sol ayrışmasını, derinleşen cepheleşmeyi, geleneksel siyasal ayrışmayı aşarak “herkes için adalet, herkes için özgürlük, herkes için demokrasi” talebi etrafında yepyeni bir birlik oluşturacağız. Tümü de aynı devlete ve zihniyete bağımlı; sözde farklı, hatta karşıt kesimlerin bağrından, onları reddederek çıkacak vicdan muhalefeti tek umudumuz.
İlk küçük adımlar atılmaya başlandı bile. Muhafazakâr, inançlı kesimden gelen sesler, geleneksel devletçi soldan kopan özgürlükçü, yenilikçi, dünyalı seslere karışıyor. Henüz herkes kendi köşesinden pes perdeden fısıldıyor, henüz sadece bir arayış, ama neden güçlü bir koroya dönüşmesin?
Bir hayalim var: Sağı, solu, Türkü, Kürdü, Müslümanı, Hıristiyanı, inançlısı inançsızı, laiki, dindarı ve daha başkalarıyla bir vicdan hareketi, bir vicdan birliği...
Her şey hayallerle başlar, umutla tamamlanır.