Başlığı; “Cemaat hain, muhalefet darbeci, Ergenekoncular mağdur, Erdoğan kahraman” diye, ya da “Erdoğan darbeci, Cemaat mağdur, Ergenekoncular hain, muhalefet kahraman” diye de düzenleyebilirdim. Öyle bir kirlilik, manipülasyon, yalan dolan, ilkesizlik, hukuksuzluk âleminde çırpınıyoruz ki, kafaların karışmaması, ilkeli duruşların korunması çok zor.
Kimsenin kimseye güvenmediği, inanmadığı; devletin, iktidarın, yargının, siyasetin, kişilerin, inançların güvenilirliğini hızla yitirdiği bu ortamda, düne kadar aynı saflarda yer almış olanlar birbirlerini suçlayıp kandırıldıklarına, kullanıldıklarına hayıflanırken, kimileri de “düşmanımın düşmanı dostumdur” anlayışıyla, savaşan taraflardan birinin yanında mevzileniyorlar. Yargıdaki Cemaat yapısının Hükümete yönelen yolsuzluk operasyonlarıyla gündeme girmesinden sonra, taraflar arasındaki kavganın ana sahnesi yargı ve belli davalar oldu, şimdi savaş dal budak salarak sürüyor.
İster Ergenekon-Balyoz ve aynı süreçte açılan diğer davalar, ister KCK davaları olsun, bu yargılamalar ağır hukuksuzluklara sahne oldu ve çok kişiyi ağır mağduriyetlere uğrattı. Yargıda - poliste yuvalanmış Cemaatçi unsurların bu davaların açılması ve yürütülmesindeki başat rolü herkesin mâlumu. Amaç; bir yandan ordudaki, bürokrasideki darbeci vesayetçi kadroları tasfiye etmek, öte yandan KCK üzerinden binlerce kürt siyasetçisini, aktivistini tutuklayarak Kürt siyasal hareketini bitirmekti. Her iki konuda da AKP ile Cemaat’in çıkarları, amaçları o dönemde bire bir aynıydı. Her adımı birlikte attılar, kumpas varsa birlikte kurdular. Ahmet Şık, “dokunan yanar” diye feryad edip Cemaatçi yargıyı teşhir ederken Başbakan Erdoğan, bu dava konusunda yurtdışında muhatap olduğu sorulara “Bazen bir kitap bombadan daha tehlikeli olabilir” cevabını veriyordu. KCK tutuklamaları başladığında, “paralel devlet” nitelemesini de kullanarak KCK davalarının arkasında duran yine Erdoğan ve partisiydi.
Gün geldi, devran değişti. AKP’nin, özellikle de Erdoğan’ın, mutlak iktidara giden yolda Cemaat’in desteğine ihtiyacı kalmadı. Üstelik koalisyon ortağı fazla güçlenmiş, tehlikeli hale gelmeye başlamıştı. Önce 7 Şubat MİT krizinde ve nihayet 17 Aralık’taki “manidar” operasyonlarda biraz da hesapsızca erken ötüp dişini gösterince kıyamet koptu.
Artık hepimizin ezbere bildiği gelişmeleri neden mi tekrarlıyorum? Öncelikle, bugüne kadar olup bitenlerde, sevapta da günahta da, AKP ile Cemaat’in eşit ortaklığını, zihniyet kardeşliğini, toplum mühendisliği planlarının son tahlilde aynı olduğunu vurgulamak için. Sonra da, yaşanan savaş ortamında gitgide yaygınlaşan “düşmanımın düşmanı benim dostumdur” ruh hali üzerinde düşünmek için.
Bu ruh hali; Balyoz-Ergenekon ve benzeri davalarda yargılananlarda ve çevrelerinde, bir de KCK davaları mağduru Kürt siyasal hareketinde daha belirgin ortaya çıkıyor. Çok anlaşılabilir ve de haklı nedenlerle başlarına gelenleri Cemaate bağlıyorlar. Darbe davalarının “F tipi” savcı ve yargıçlarca açıldığı, büyük ölçüde onlar tarafından hukuksuzluklarla sürdürüldüğü, kurunun yanında yaşın, suçlunun yanında suçsuzun da yandığı, artık herkesin mâlumu. Öte yandan, Cemaat’in Kürt sorununa bakışını, barışçı çözüm sürecindeki olumsuz, yıkıcı, Kürt siyasal hareketini yok etmeye yönelik operasyonlarını da hepimizden iyi bölgede yaşayanlar ve Kürt siyasal hareketi biliyor. Özetle Cemaatçi yapıyı baş düşman görmekte siyasal olduğu kadar, psikolojik haklılıkları da var.
Bu durum, bugüne kadar omuz omuza birlikte attıkları oklar kendi yumuşak karnını hedef alınca can havliyle Cemaat’e karşı saldırıya geçen AKP’ye yakınlaşmalarına; düşmanı bitirecek gücün yanında konuşlanmalarına yol açıyor. Bu yüzden, Erdoğan’la Öcalan’ın aynı dili kullandıklarını duyup şaşırıyoruz. Bu yüzden Ergenekon-Balyoz, vb. davaları sanıklarının/ mağdurlarının AKP’ye yönelen yolsuzluk iddialarını görmezden duymazdan geldiklerine, son derece tehlikeli antidemokratik adımların altını kalınca çizmediklerine tanık oluyoruz. Düşmanın düşmanı ile bir çeşit örtülü ittifak kuruluyor.
İnsan hafızası unutkanlıkla malûldür. On-on beş yıl önce Türkiye’de olup bitenleri çoğumuzun unuttuğunu düşünüyorum. Meraklısı dönemin gazetelerine, arşivlerine bakmalı. Faili meçhulleri, ordu mensuplarıyla bağlantılı derin çetelerin izlerinin ayan beyan olduğu suikastleri, Kürtlere yönelik şiddeti, JİTEM’i, itiraz eden subayların yok edilişini, şehir şehir, kurum kurum dolaşıp “Parola vatan, işareti bayrak” rumuzlu konferanslar veren emekli ama görevli paşaları, özellikle Mersin-Trabzon hattında yoğunlaşan provokatif eylemleri, cinayetleri, “Genç subaylar rahatsız” manşetlerini, cenazelerde, mitinglerde yükselen “Ordu göreve!” sloganlarını, Batı Çalışma Grubu fişlemelerini, Danıştay cinayeti ve benzerlerini, gözü kulağı biraz açık olanlara hiç yabancı olmayan, kimisi pervasızca yanımızda konuşulan darbe planlarını, isim isim sayılan cuntaları, komutanların ve komutanlara yakın medya mensuplarının darbe günlüklerini, vb. çabuk unuttuk. Daha doğrusu, açılan davalarda adım adım gelişen haksızlıklar hukuksuzluklar, kamu vicdanında güvensizlik yaratarak bu davaları özünden saptırdı, çökertti.
Ancak; 28 Şubat’la başlayan, AKP iktidara gelince yoğunlaşan seçilmiş iktidarı askeri müdahale ile devirme hazırlıkları/ planları kafayı darbelere takmış hasta muhaleyemizin kurguları değil, gerçekti. Darbe planlayanlara, darbe kışkırtanlara, darbeye ortam hazırlamak için cinayetlere, suikastlere, kişilere saldırılara başvuran tetikçi çetelere karşı açılan davalar öz itibariyle gerekli ve haklıydı. Bundan en küçük kuşku duyuyorsak gerçeklik ve tarafsızlık duygumuzla birlikte demokratik refleksimizi de yitirmişiz demektir.
Davaların hukuk ihlalleriyle sürüp adaletsiz kararlarla bitmesi; kof iddianameler, tartışmalı deliller, düzmece şahitlerle amacından sapıp intikam ve tasfiye hareketine dönüşmesi, davaların haklı demokratik özünü kararttı. Bugün vardığımız noktada, suçtan elini yıkamak için bu davaların Cemaat’in orduya kurduğu kumpas olduğunu yeni keşfedip (!) ilan eden AKP’nin ve kalemşörlerinin katkılarıyla; darbe planlayanları, demokrasiye müdahale teşebbüsünde bulunanları, daha da ötesi bu amaçla cinayetlere varan provokasyonlara başvuranları, gerçek Ergenekoncu-ulusalcı odakların da el birliği ile neredeyse aklama yolundayız. Yarın karşımıza mağdur kahramanlar olarak çıkarlarsa şaşmamak gerek.
Erdoğan’ın, AKP kadrolarının ve yanlarında mevzilenenlerin kendilerine yönelen bir darbeyle karşı karşıya bulundukları iddiası önemli. Ancak durumu duygularımızın, yandaşlıklarımızın, daha da önemlisi siyasal kâr ve çıkar hesaplarının esiri olmadan değerlendirebilirsek, bu tesbitin tam da doğru olmadığını görebiliriz. Son bir yıldır Hükümet’e ve Başbakan’a yönelen, Gezi olayları sürecinde belirginleşip 17 Aralık yoluzluk operasyonları sonrasında boyut değiştiren iç ve dış güvensizlik, yükselen eleştiri dozu, “bunlarla da olmuyor” duygusu bizzat Başbakan ve AKP hükümetinin son iki yıldır belirginleşen antidemokratik, müdahaleci, otoriter gidişatıyla, kriz yönetiminde mutlak başarısızığı ve tek adam yönetiminin doğurduğu kuşkularla ilgili. İçerde ve dışarda bu hükümetin değişmesini isteyen, hayal eden, plan yapanlar vardır mutlaka. Rahatı bozulan, tekerine taş konan Cemaat’in, memnuniyetsizlere de güvenerek, hatta belki bazı odaklardan el alarak AKP’ye karşı bir güç gösterisine girişmesi de siyasetin doğası hesaplandığında beklenmeyecek bir şey değil.
Bu durum, siyasal kimliği olmayan örgütlü bir yapının, eline geçirdiği yargı yoluyla siyasete müdahalesidir; doğru. Zaten, tam da bu yüzden, muhalif de olsak, bu iktidarın tez zamanda değişmesini istesek bile, bu yönteme karşı meşru hükümetin yanında yer almak demokratlığın gereğidir bana göre. Ama bu duruş; ayan beyan yolsuzlukların, ulufe dağıtma biçimindeki keyfiliklerin, bal tutan parmak yalar türünden rüşvetlerin, çürümüşlüğün görmezden gelinmesine, reddine, en önemlisi de soruşturmaların kovuşturmaların, benzerine bugüne kadar rastlanmayan yöntemlerle engellenmesine göz yummak anlamına gelebilir mi? Daha da önemlisi; yolsuzluk operasyonlarıyla bana karşı darbe yapılıyor diyen iktidarın, darbe algısı ve zırhına sarılarak anayasayla, yasalarla, hukuk devletiyle, adaletle, vicdanla çelişen olağanüstü hal önlemlerini meşru kılar mı?
Hele hele; eleştiri, protesto, yargılama, değerlendirme hakkını kullanan her çeşit muhalefeti, her türlü eleştiriyi dış güçlerin maşası, vatan haini, paralel devlet ajanı ilan etmeyi haklı gösterir mi? Demokrasilerde hükümetlerin istifasına, başbakanların meşru yollardan değişmesine sık rastlanır. Böyle gelişmeler ihanet değil, siyaset sayılır.
Operasyonlara, meşru siyaset dışı müdahalelere maruz kalan bir iktidar, hele de AKP kadar güçlüyse, durumu demokrasinin ve hukuk devletinin ırzına geçerek, muhalefeti susturarak, otoriterliğin sınırlarını aşıp diktatörlük sınırlarını zorlayan önlemler alarak değil, daha fazla demokrasiyle, saydamlıkla, özgürlükle ve kendisini yargı denetimine açarak düzeltebilir ancak.
AKP iktidarının, girdiği çıkmaz yolu komplo, ihanet, paralel devlet algısıyla meşrulaştırmasına kapılıp; ister demokrasiyi savunma has niyetiyle, ister düşmanımın düşmanı dostumdur zihniyetiyle iktidarla aynı dili benimseyip aynı safta yer almak, gelecekte yeni hayıflanmalara, kullanılmış olma pişmanlıklarına yol açabilir. Ben kendi hesabıma, bu toz duman ortasında, tek güvenilir çıpanın o taraf, bu taraf değil, hukuk devleti, meşruiyet, daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük olduğunu düşünüp, bu çıpaya tutunmaya çalışıyorum.