12 Eylül’ün yıldönümü askeri darbeler ve darbeci zihniyet üzerine yazıp çizmeye...
12 Eylül’ün yıldönümü askeri darbeler ve darbeci zihniyet üzerine yazıp çizmeye, 31 yıl sonra yeniden tartışıp düşünmeye vesile oldu. Darbeleri askerler için hak, toplumu ise darbeye müstahak sayan zihniyetin gerilemekte olduğunu, hâlâ böyle düşünenlerin bile kendilerini “Ben de darbelere karşıyım ama” demek zorunda hissetmeye başladıklarını gördük. Bu gelişmede, (hukuka gölge düşüren, adalet algımızı zedeleyen yanlış uygulamaları hiç unutmadan ve bunlara tavizsiz karşı çıkarak) 2009’dan beri yaşanmakta olan Ergenekon, Balyoz, vb. davaları sürecinin payı tartışılmaz. Askerlerin darbe yapıp sivillerin darbeye alkış tuttukları, ordunun toplum üzerindeki vesayetinin ağıza bile alınamadığı günlerden, içlerinde orgenerallerin de bulunduğu yüzlerce yüksek rütbelinin tutuklu olduğu, benzer tutuklamaların artık gazete sütunlarında tek sütun habere düştüğü günlere geldik. Modern-postmodern dört askeri darbe yaşamış benim kuşağım için, siyasal-ideolojik sistemi temellerinden sarsan inanılmaz bir değişim bu... Ancak, darbe teşebbüslerine karıştıkları iddia edilenlerin, seçimle gelmiş sivil iktidara karşı komplolar içinde olanların yargılanmasını güçlü bir siyasi iradeyle sağlayan AKP iktidarı ve Gülen Cemaati de dahil, toplumun zihniyet dünyasındaki değişimin aynı güçte ve derinlikte olduğunu söyleyebilmek ancak aşırı “yandaşlık”la veya körlükle mümkün. Sonda söyleneceği başta söyleyecek olursak: Sivilleşme ve demokrasi zor zenaat. Yasa ve yargı yetmiyor; önce zihniyet dünyasının sivilleşmesi ve demokratikleşmesi gerekiyor 2009 Martı’nda, Ergenekon davaları başlarken ve özellikle de kendine sol sıfatını yakıştıran önemli kesimler bu davalara cepheden ya da “yesinler birbirlerini” söylemiyle dolaylı tavır alırken, Taraf gazetesinde “Darbe Görmüş Kuşaklara Açık Mektup” başlıklı bir yazı yazmıştım. Yazı çapının ve içeriğinin çok üstünde ses getirdi; kimilerince lanetlendim, kimilerince baş tacı edildim. O yazıda ya da seslenişte, özetle “Nasıl oldu da, askeri darbelerin bunca acısını çekmiş olan solun bir kesimi darbeci zihniyetin avukatı oldu? Karşımızda düşman bellediğimiz, iktidardan düşmesini tutkuyla istediğimiz bir siyasal güç odağının varlığı darbeyi, darbeciliği meşrulaştırır mı? Darbe bize karşı yapılmışsa kötü, ötekine karşı yapılırsa iyi olabilir mi?” diye soruyordum. “Şu günlerde Türkiye darbeci zihniyetle yüzleşmeye çalışıyor. Hesaplaşmaya diyemiyorum; bir gün hesaplaşacağız da belki, ama bu dava sürecinde bazı kesimlerden darbeci zihniyete verilen destek buna henüz hazır olmadığımızı gösteriyor. Bu toplumda darbeci zihniyet sadece askerle, orduyla, ulusalcı-Kemalist devlet bürokrasisiyle, vesayetçi Cumhuriyet elitleri ile sınırlı değil, çok geniş kesimleri kapsıyor........Bu zihniyetin temelinde sağıyla, soluyla, Doğucusu Batıcısı, laiki İslamıyla aydınımızın, siyasetçimizin, insanlarımızın sivilleşememesi yatıyor. Sivilleşme sadece askerden bağımsızlaşmak değildir. Önce sistemi, Merkez’i, sonra kendi mahallesini, kendi örgütünü, tarikatini, cemaatini, partisini, kendi inanç ve ideolojisini sorgulayamayan sivilleşemez. Bir güce, bir ideolojiye, bir cemaate asker yazılmaya yatkınız......” diye yazmışım. Aradan geçen iki yıllık sürede darbeci-vesayetçi sistem büyük yara aldı; ama “Bana dokunmayan darbeye sözüm yok”, ya da “Vesayet benim üzerimde kurulursa kötüdür, ben kurarsam iyidir” zihniyeti varlığını ve gücünü koruyor. Devlet yüceltmesi ve bu yüceltmenin ayrılmaz parçası olan militarizm de öyle. Bu konularda, iktidardan kaynaklanan özgürlükçü söylem ve demokratik vaadler içi boş balonlar olarak havada asılı kalıyor. Örnek mi? 12 Eylül 2010 anayasa değişiklikleri arasında yer alan 12 Eylül darbecilerine dokunulmazlık sağlayan 15.madde değişikliğine rağmen bu yolda güçlü ve seri adımlar atılamıyor. İş, Evren’in göstermelik sorgusu daha doğrusu bilgisine başvurulması ile geçiştiriliyor; darbenin destekçisi sivillerin, suç ortaklarının adı bile anılmıyor, yani 12 Eylül’ün yargılanması için gerekli siyasi irade ortada yok. Kendini sivilleşmenin öncüsü ilan eden; Ergenekon, Balyoz, vb. davalarının arkasında güçlü duran AKP ve Gülen Cemaati, 12 Eylül’ün 31. yıldönümünde yandaş ya da doğrudan yayın organları olan gazete ve televizyonlarda o dönemlerde insanların neler çektiklerini siyasaldan çok hümanist bakışla anlatan 12 Eylül belgeselleriyle yasak savıyorlar. Fethullah Gülen’in 12 Eylül darbesi sırasında, Türk devletini, Türk milletini kurtaran orduya düzdüğü övgüleri ve darbeyi hararetle desteklemesini genç kuşaklar, hatta kendi cemaatinden, müritlerinden çokları bilmez ama ben yaştakiler hatırlar. O zihniyetin sesi, bugün hâlâ kendi gazetesinin sütunlarından yükseliyor. (Son olarak, t24’te iktibas edilen, A.Turan Alkan’ın 12 Eylül’de Zaman gazetesinde çıkan yazısı) Örnek mi? Başta Diyarbakır cezaevindeki tarihe kara leke olan uygulamalar, binlerce faili meçhul cinayet, daha eskilere gidelim, mesela 20. yüzyılın en feci kırımlarından birinin yaşandığı 37-38 Dersim olayları, yenilere uzanalım 28 Şubat’ın Çevik generalleri, siyasileri, Çiller’ler, Ağar’lar, daha da baştakiler; yani dönemin sorumluları toplumdaki saygın yerlerini koruyorlar. Demiyorum alın hepsini içeri tıkın; aksine Ergenekon, Balyoz ve benzeri davalarda tutuklu yargılanmalara da sonuna kadar karşıyım. Ama eğer darbeciliğin ve vesayetin gerçekten bitmesi isteniyorsa, özgür düşünceli, sivil, ileri demokratik bir toplum özleniyorsa, Ergenekoncularla Susurlukçuların, 28 Şubatçılarla 12 Eylülcülerin, Dersim katliamının sorumlularıyla Diyarbakır hapishanesi sorumlularının bütünsel bir zihniyetin parçaları olduğunu görmek ve topluma göstermek gerek. Neden mi yapılamıyor? Çünkü iktidar ve bağlaşıkları işin özünde, temelinde vesayetçiliğe ve vasilere kendi oyun alanlarını kısıtladıkları ölçüde karşılar. Militarizme değil, onları devirmek için kumpaslar kuran militerlere karşılar. Demokrasiyi bir yaşam kültürü ve siyasi kültür olarak değil oy çoğunluğuyla aldıkları iktidarı koruyabilmekle sınırlı kavrıyorlar. AKP iktidarı, ordu ve bürokratik elitlerin vesayetini kırdı, sistemi sarstı. İyi, hem de çok iyi oldu, bir yol açıldı. Yolu kimin açtığı değil, üzerinde yürüyebileceğimiz bir yol açılmış olmasıdır önemli olan. Ama siyasal iktidar beklenebileceği gibi yolu ancak kendisine yetecek genişlikte açtı. Son birkaç yıldır tartışma konusu olan; ulusalcı solu bırakalım bir yana, sosyalist solu bile bölen, parçalayan, birbirine düşman eden çizgi sanırım tam da bu noktadan geçiyor. Darbeciliğin ve vesayetin geriletildiği gerçeğini, bunun yakın tarihimizin en önemli siyasal dönüşümlerinden biri olduğunu inkâr etmemek ve bu dönüşümü AKP’nin ve benzerlerinin daha fazla ilerletemeyeceğini, derinleştiremeyeceğini bilerek işin bir kez daha başa düştüğünün bilinciyle bir adım ileri atabilmek için çabalamak. AKP de dahil bütün siyasi güçleri, yolu genişletmek, bir adım daha ileri itmek için var güçle dayanmak. Öteki seçenek ise, açılmış yolu dar diye ve AKP açtı diye görmezden gelmek, açanları lanetleyip yolun girişini kayalarla kapamak. Demokrasiden, özgürlüklerden, sivilleşmeden, barıştan yanaysak başta darbeci militarist sistem olmak üzere vesayetin her biçimine; sadece askeri olanına değil diğer vesayet biçimlerine ve de otoritarizme, buyrukçuluğa aynı güçle karşı çıkarız. Askeri vesayet topu, tüfeği elinde bulundurduğu ve de darbecilikten başka seçeneği olmadığı için en kötüsüdür. Türkiye bu vesayetin ve sonucu olan darbelerin acısını on yıllar boyunca yaşadı. Ancak vesayet sadece askeri değildir; inançlar üzerinden siyaset yapan, topluma ve siyasete dinsel ideolojilerin algısıyla yaklaşan güç ve iktidar odakları da, (bazen kendilerine rağmen bile) devlet yüceltmesinden ve vesayetçi zihniyetten kurtulamazlar. Sadece halk oyu ve seçimlerden ibaret olmayan, günümüzde çok farklı boyutlar kazanan demokrasi mücadelesi kolay değil. Çünkü demokrasi siyasal bir model olmanın çok ötesinde, kişilerin ve toplumların bir yaşam biçimi ve zihniyet dünyasıdır. Bu konuda hepimizin öğreneceğimiz, sindireceğimiz konular ve gidilecek yolumuz var daha.