Erdoğan’ın, üç yıldır tadını çıkara çıkara kutladığı, tepe tepe kullandığı “15 Temmuz darbesi”nden sonra, yeni bir darbeyle, bu defa kadim derin devlet zihniyetinin ve gücünün AKP-MHP iktidarı eliyle yürüttüğü bir darbeyle karşı karşıyayız. Bir kıvılcımın pek çok yeni yangın körükleyeceğinin apaçık ortada olduğu bölgede ve Türkiye’de, Van, Diyarbakır ve Mardin belediye başkanlarının görevden alınıp yerlerine valilerin atanması hem bir darbe hem de bir provokasyondur.
“Allah’ın lûtfu 15 Temmuz darbesi”nden sonra OHAL- bu hal derken, yıllardır kör topal yürütülmeye çalışılan demokrasinin kendisi değil nostaljik bir fotoğrafı ve hayali kalmıştı. Bugünden itibaren o fotoğraf yırtıldı, o hayal de yıkıldı. Çünkü mesele, kimilerinin sandığı gibi (şimdilik) üç belediye başkanının görevden alınmasından ibaret değildir. Dünya ve Türkiye kamuoyundaki: Ülkede seçimlerin yapılabildiği, eksikli ve şeklî de olsa demokrasinin yürürlükte olduğu imajının yalan ve yanılsamadan (illüzyondan) ibaret olduğunun pervasızca ilanıdır. Üstelik benzer uygulamaların iktidarın muhalefete vermemek için elinden gelen her türlü seçim hilesini yaptığı, dört yandan kuşatmaya çalıştığı büyük şehir belediyelerine ve de doğu ve güneydoğudaki diğer belediyelere peyderpey yaygınlaşmayacağının da hiçbir garantisi yoktur.
Özetle, 19 Ağustos’ta, son kalıntısı serbest görünümlü seçimler olan demokrasi sona erdirilmiş, özlenen barış umudu tüketilmiştir.
Devletin provokasyonlara başvurduğunun ve demokratik rejimi sonlandırmaya yönelik darbeleri körüklediğinin dünyada da ülkemizde de pek çok örneği var. Daha eskilere gitmiyorum, 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde, 1978-79 yılları boyunca sağ-sol çatışması adı altında, 5 binden fazla insanımızın öldürülmesine, özellikle çeşitli bölgelerde Alevî’lere yönelen toplu kıyımlara, onlarca demokrat aydının, siyasetçinin suikastlere kurban gitmesine yol açan olaylar tartışmasız ve kanıtlanmış şekilde devletin derinliklerinde yuvalanmış odakların, solun yok edilmesini hedefleyen darbeye hazırlık kışkırtmalarıydı. Günümüze doğru gelecek olursak, güneydoğuyu tarumar eden “hendek” olaylarında, PKK’nin yanlış hesapları ve planları kadar Türk derin devletinin provokatif tutumunun payı vardı (ki şimdi o pay FETÖ’cülere yükleniyor ).
Üç büyük şehir belediye başkanının görevden alınıp yerlerine kayyım atanması da devlet/iktidar eliyle gerçekleştirilmeye çalışılan bir provokasyondur. Bütün engellere, ürkütmelere ve seçim manipülasyonlarına karşın halkın ezici çoğunluğu o belediye başkanlarını seçti. Şimdi bu halka, sizin seçiminizi tanımıyoruz, sizin seçtiğiniz kişiler “terörist” deniyor. (Ayrıca daha ilk günden yüzlerce Kürt siyasî hareketi mensubunun gözaltına alındığını, operasyonların süreceğini de unutmayalım.)
Beklenen, bölge halkının provokasyona kapılıp yeni kırımlara fırsat verecek eylemlere kalkışması değilse nedir? Mesele sadece görevden alınan belediye başkanlarının kendilerinden önceki kayyımların yolsuzluklarını, talanlarını meydana çıkartmaları mı? Hayır, hiç bu kadar basit değil; olup bitenler büyük, ama bir o kadar da hain bir planın parçası. Üstelik, bu provokasyonun Kürt siyasî hareketinin ve İmralı’dan Öcalan’ın, barış çağrıları yaptıkları, barışa hazır olduklarını ifade ettikleri bir döneme rastladığını da unutmamak gerek.
Tayyip Erdoğan’ın; Devlet Bahçeli’nin evinde, uluyan kurt heykelleri arasında poz verdiği görüşmenin ardından müjdelediği yeni (30) Ağustos zaferlerinin ilk adımı bu sabahtan itibaren atılmışa benziyor. Son operasyonların biçim ve zamanlaması iki ihtimali akla getiriyor:
Bir ihtimal; Suriye, Irak, PKK, İdlib, güvenlik koridoru, vb. konularında, tam da şaşkın ördek misali çıkmaza saplanmış AKP-MHP iktidarı, bunca yağıp gürledikten sonra güney sınırında adım atamamanın zaafiyet görünümünü içerde kendi Kürtlerimize vurarak gidermeye çalışıyor.
İkinci ihtimal; Suriye’nin kuzeyinde, Rojava’da Kürt yerleşmelerine, Kürt varlığına karşı, kısmî de olsa girişilecek ABD-Rusya icazetli bir saldırı öncesinde güneydoğu bölgesinde “sindirme” operasyonu gerçekleştiriliyor.
Henüz bilmiyoruz, göreceğiz. Ama her iki ihtimalde de sadece bölge değil, Türkiye büyük yara alacak. Erdoğan’ın 30 Ağustos zaferine atıfla sözünü ettiği Ağustos zaferi, şimdiden görülen o ki, demokrasiye ve halklara karşı kazanılacak bir zafer (!) olacak.
Millet İttifakı adı altında bir araya gelmiş partilerin ve bütün muhalefetin, Tayyip Erdoğan’a karşı bir ittifak olmanın ötesinde, bir demokrasi cephesi olduğunu ispatlama zamanı ve fırsatıdır.
İktidarın 19 Ağustos darbesine, İBB Başkanı İmamoğlu’nun, bazı CHP milletvekillerinin, sözcülerinin demokrasi ve barış adına karşı çıkışları kişiseldir. Demokratik muhalefetin öncülüğü iddiasındaki CHP’nin genel başkan ve parti yönetimi düzeyinde harekete geçmeleri beklenir. Öte yandan, Millet İttifakı’nın bileşeni İyi Parti, sadece kayyım atamalarına değil gözaltına alınan yüzlerce Kürt siyasetçinin tutuklanmasına, maruz bırakıldıkları haksızlıklara karşı çıkmazsa, demokrasiye yönelik darbeyi kabullenmiş sayılır.
Unutmayalım: Fethullah Gülen 12 Eylül darbesini, devletin yanında yer alarak desteklemişti. Bütün muhalefet ve kendisine demokrat diyen bütün kurum, kuruluş ve kişiler için şimdi sınav zamanı. Devletin içinde yuvalanmış savaşçı odakların kışkırttığı, AKP-MHP iktidarının devletin bekası aldatmacasıyla yürüttüğü 19 Ağustos darbesi karşısında susmak, ülkede demokrasi ve barış umuduna karşı darbeyi desteklemektir.
HDP ve bütün bileşenleriyle Kürt siyasî hareketinin, barışçı çizgisinden sapmadan bu provokasyonu boşa çıkaracağı, demokratik mücadelesini bütün platformlarda sürdüreceği, provokasyona kapılabilecek çevreleri engelleyeceği umudumu koruyorum.
Şimdi savaş cephesine karşı barış ve demokrasi cephesini güçlendirme zamanı.