Bir süredir Dersim tarihi, 1937-38 Dersim tenkil harekâtı, Dersimlilerin diliyle söylersek...
“Tunceli’de PKK’ye geceyarısı operasyonu: Kobra helikopterleri bölgeye bomba yağdırıyor” haberi, Kobraların ve yanan ormanların görüntüleriyle birlikte televizyon ekranlarından geçerken, -ne tuhaf rastlantı- günlerdir kafamın içinde burgu gibi dönüp duran bir ağıt-türkünün sözlerini mırıldanıyordum sessizce: “Dersim dört dağ içinde/ Gülüm var dağ içinde/ Dersimi hak saklasın/ Bir yarim var içinde... Ne oldu ağam ne oldu/ Sarardın benzin soldu/ Ağam burdan gidelim/ Bu yerler viran oldu...” diye devam eden o türkü... Bir süredir Dersim tarihi, 1937-38 Dersim tenkil harekâtı, Dersimlilerin diliyle söylersek “Dersim tertelesi”yle haşır neşirim. Geçtiğimiz Cuma gününü Cumartesiye bağlayan geceyarısı bombalanan Harçik çevresinde, bundan 73 yıl önce de, erkek, kadın, çocuk, genç, yaşlı, hasta, sakat Dersimliler bire kadar kırılmış, Harçik Çayı boylarına dizilip ağır makinelilerle taranmış, Munzur akan kanlardan kızıla boyanmış, mağaralara saklananlar mağaraların ağızları ateşe verilerek boğulmuş, teslim olmak için kendilerini dışarı atanlar kurşunlanmış, bebeler süngülerin ucuna takılmıştı. Ben bunları devletin resmi raporlarından, dönemin şahitlerinin, harekâta katılanların anılarından, sözlü tarih çalışmalarından okumaya, öğrenmeye dayanamazken; devlet gücünü elinde bulunduran muktedirlerin kendi topraklarını bombalamaya, kendi halklarını, kendi çocuklarını katletmeye nasıl katlanabildiklerini, bu vahşeti nasıl gerekçelendirebildiklerini, tarih ve insanlık önünde böyle bir katliama nasıl cesaret edebildiklerini sorgulamaya/ anlamaya çalışırken, 70 küsur yıl sonra işte yeniden, yeniden, yeniden... Dersim bombalanıyor yine. 1935’te çıkarılan yasayla değiştirilene dek, bize Tunceli diye belletilen yörenin kadim adı Dersim’di. Zalim -ve bir o kadar da budala- devlet aklı, işe Dersimlilerin dillerini, törelerini, kutsallarını, yurtlarına-ocaklarına verdikleri adları, toplumsal hafızalarını yok ederek başlamıştı. “Dil insanın ülkesidir” sözünü bildiklerini sanmam ama halkların kimliklerini ezmenin en iyi yollarından birinin dillerini, tarihlerini yok etmek olduğunu, sözü susturdun mu sesi de kısacağını o muktedir refleksleriyle biliyorlardı. Evet, Kötü Şeyler Olacak BDP’nin bağımsız adaylarından, DTK eşbaşkanlarından Aysel Tuğluk “Kötü şeyler olacak” dediği için kıyamet koptu. Tayyip Erdoğan köpürdü, yağdı gürledi. Devletin Devlet’i ondan geri kalmadı. Yeni makyajlı CHP’nin lideri estek köstek, konunun çevresinde dönmeyi yeğledi. İki yıl önce, siyaset yeli “açılım’dan yana eserken “iyi şeyler olacak” diyen Cumhurbaşkanı Gül, şimdilerde Kürt sorunu dendi mi, dut yemiş bülbül. Evet, kötü şeyler olacak Baylar... Sizler Dersim tenkili kafasıyla giderseniz çok kötü şeyler olacak. Bu, bir tehdit falan değil, iktidar hırsıyla buğulanmış gözlüklerinizle göremediğiniz gerçeğin ta kendisi. Ve sizler: 73 yıl önce Dersim’i bombalayarak sorunu çözeceğini sanan muktedirlerin kafa ve yürek (yüreksizlik demeliydim) genlerini taşıyan siyasi- manevi torunları; sizler hâlâ aynı yöntemlerle, aynı inkârcı kafayla ve acımasız terörle çözüme varacağınızı sanıyorsunuz. Abdullah Öcalan, İmralı’dan, “Müzakereler ilerletilmiyor, iktidar oyalıyor, ayak sürüyor. Operasyonlar devam ederken ateşkesi sürdüremeyiz, siyaset yapma olanakları elimizden alınırsa gerillaya silahtan başka seçenek kalmaz”, diye feryad ettiğinde, hepimiz “tehdit, tehdit” diye hop oturup hop kalkıyoruz da, iktidarın, ülkenin en önemli sorunu olan böylesine hassas ve hayati bir konuda oyalamaya, “vaziyeti idare etmeye”, bir yandan İmralı ile görüşüp öte yandan PKK güçlerinin imhası anlamına gelen operasyonlara yeşil ışık yakmaya hakkı var mıdır diye sormuyoruz hiç. Operasyonların durdurulması müzakerelerin sürdürülebilmesi için zorunluyken ve Kürt siyasal hareketinin güncel acil taleplerinin -haklı olarak- başında gelirken; silahlı çatışmaya girmemiş de olsa, saklanıyor da olsa, gerillayı her gördüğünüz yerde imhaya kalkışırsanız; işi, bir zamanlar Tunceli’de yapıldığı gibi bölgeyi bombalamaya kadar vardırırsanız, “kan dökülmesin, analar ağlamasın” nutuklarının inandırıcı yanı kalır mı? Kan dökülüyorsa, bunun iki tarafı vardır. Savaş iki güç, iki taraf arasında olur. Şiddetten, terörden söz edeceksek, devlet de kendi şiddet tekelini meşruiyet sınırları içinde tutmak, imhaya girişmemek zorundadır. Yine Aysel Tuğluk’un sözleriyle, “inkâr ve imha isyanı getirir.” Öncelikle anlamamız, bilmemiz gereken bir şey var: Eğer İmralı ile görüşmeler yapılıyorsa, bunun ilk kademesi silahların bırakılması ve sonra PKK’nin silahlı güçlerinin sınır ötesine çekilmesi yani bölgeyi terk etmesinin koşullarının sağlanmasıdır. Henüz bu konuda bir ilerleme olmadığına, PKK güçlerinin bölgeden çekilmesinin koşulları sağlanmadığına göre dağlarda, ormanlarda gerilla grupları olacaktır. Evet, hiçbir devlet silahlı grupların tehdit oluşturmasına izin vermez, doğru. Evet, bu istenir ve iyi bir şey değildir, doğru ama aynı zamanda da, başka ülkelerin pratiklerinin de gösterdiği gibi, kaçınılmaz bir olgudur. Silahlı hareketin silahı bütünüyle bırakmasının veya sınır dışına çekilmesinin önkoşulu bazı zorunlu adımlar atılarak güven ortamının sağlanmasıdır. Sürekli operasyon düzenlerseniz, bununla yetinmeyip sivil siyaset yapmaya kalkışanları, yok KCK davası, yok seçim barajı, yok YSK kararı ve daha bir dolu müdahale ile engellerseniz, müzakere koşullarını bilerek, isteyerek ortadan kaldırıyorsunuz demektir. Bizden silahları bırakmamızı istiyorsunuz ama bizi gördüğünüz yerde vuruyorunuz, neye nasıl güveneceğiz sorusu, birilerine saçma gelse de, kendimizi onların yerine koyduğumuzda son derece haklıdır. PKK’nin üstlendiği Kastamonu yolundaki saldırıyı, otobüslere Molotof atıp masum sivillerin canına kıymayı ve benzeri şiddet olaylarını hatırlatıp, “ Ne yani eşkiyaya göz mü yumulacak, operasyonlar tabii ki sürecek” diyen koronun, benzer güçlükleri ve süreçleri yaşamış bütün ülkelerde, barış görüşmeleri sırasında çok ağır ve çeşitli provokasyonlar olduğunu bilmesi gerekir. PKK türünden yapılar içinde savaşın devamından yana şahin kanatların varlığı, dağ kadrolarının içinde bulundukları ruh hali, savaş ortamında yetişmiş genç kuşakların öfke ve isyanı daha uzun zaman provokatif eylemler doğuracaktır. Provokasyonları etkisizleştirmenin tek yolunun, süreci hızlandırarak kalıcı barışa doğru ısrarla yürümek, gereken adımları cesaretle atmak olduğunu uzun çatışmalardan sonra barışı kurabilmiş ülkelerin deneyleri göstermektedir. Operasyonlar acilen durdurulmadan; kendi ülkemizin, kendi halkımızın üstüne bombalar yağdırılmasına son verilmeden, bu yönde siyasi irade kullanılmadan, kimse barıştan ve sorunun çözümünden söz etmesin, meydanlarda “Kürt kardeşlerim” nutukları atmasın artık. Daha dün Kürt açılımına soyunup da sıkıyı görünce hemen gerileyen, bugünlerde ise Kürt sorununun olmadığını ilan eden Başbakan ve AKP Hükümeti de, operasyon emrini biz vermiyoruz mazeretine sığınmaya kalkmasın; KCK tutuklamalarını “bağımsız yargı (!)”ya havale ve ihale etmesin. “Senin vesayete karşı koyduğun siyasi irade, Ergenekon davalarında benimsediğin savcılık, kendi nazik poponu kurtarmaya kadar mıydı?” diye sorarlar adama. İktidarıyla muhalefetiyle; yüzde bilmem kaç buçuk ırkçı-milliyetçi oyu yitirmemek için, kendi bünyelerindeki Türkçü- milliyetçi-devletçi odakları küstürmemek için ülkeyi ve geleceği feda etmekten çekinmeyen, bunu da bölünme fobisiyle meşrulaştırmaya çalışanlar, bölünmeyi adım adım kendilerinin hazırladıklarının farkındalar mı? Dersim türküsünü biraz değiştirerek mırıldanıyorum içimde kederle: “Doğu dağlar içinde/ Kardeşim var içinde/ Bölgeyi hak saklasın/ Bir halkım var içinde.”