Sayın Erdoğan günde beş vakit katıldığı propaganda toplantılarından birinde kükrüyor: “Biz Hollanda’yı ve Hollandalıları Srebrenitsa katliamından tanırız. Onların cibilliyetinin, karakterinin ne kadar bozuk olduğunu biliriz. Kimse bize medeniyet dersi vermesin.”
Mahalle kahvesinde siyasî ahkâm kesen birinin değil, bu ülkenin cumhurbaşkanının sözleri bunlar. Cibilliyet bozukluğu, karakter bozukluğu, katliamcı sıfatları sadece yöneticilere, bazı siyasetçilere değil bütün bir ülkeye, bütün Hollandalılara atfediliyor. Bu sözlerin ağırlığını ve vahametini kavrayabilmek için, herhangi bir yabancı ülkenin cumhurbaşkanının “Biz Türkiye’yi, Türkleri Ermeni katliamından (ya da şu veya bu katliamdan) tanırız. Onların cibilliyetinin, karakterinin ne kadar bozuk olduğunu biliriz” dediğini düşünün bir an. Neler hissederdiniz, ne yapardınız?
Sayın Erdoğan “Kimse bize medeniyet dersi vermesin” dedi ama, en tepeden başlayarak medeniyet ve hatta âdabımuaşeret dersine şiddetle ihtiyacımız var. Bizler artık diplomatlarımıza da sirayet eden bu tarza alıştık, daha doğrusu kanıksadık ama elin oğlu alışık değil, yadırgıyor, yadırgamanın da ötesinde önce şaşırıyor, sonra ayıplıyor ve bu tarz-ı siyaseti küçümsüyor. O zaman da sadece bu üslubun, bu zihniyetin sahipleri değil bütün ülke saygınlığını yitiriyor.
Ülkemiz boyutları henüz tam fark edilmeyen uluslarası bir krize, tehlikeli bir kopuşa doğru sürükleniyor. Bilerek isteyerek körüklenen Batı düşmanlığının, kışkırtılan yabancı -özellikle de Avrupalı- nefretinin, nedenini biraz da kendimizde aramamız gereken islamofobinin yaygınlaşmasının, sadece komşularla değil bütün önemli dünya ülkeleriyle kavgalı gürültülü olmanın bedelinin ne kadar ağır olduğunu yakında bu bedeli milletçe ödemeye başladığımızda göreceğiz. Basiretsizlik, düzeysizlik, beceriksizlik, dünyayı ve gelişmeleri anlamaktaki ufuksuzluk, siyasal öngörü ve diplomatik dil eksikliği ülkemize hızla irtifa ve saygınlık kaybettiriyor. Horozlanmakla, King Kong gibi göğsünü dövüp naralanmakla büyük, güçlü, saygın ülke olunamıyor. İçerde yutanlar olsa bile, dışarda kimse yutmuyor. “Türk korkusu, İslam korkusu aldı başını gidiyor” veya “Batıda Erdoğan düşmanlığı var” derken, bu korkunun, bu düşmanlığın nedenleri üzerinde düşünmek gerek. Bu üslupta, bu zihniyetle devam edildiği sürece ülkemizin uluslararası saygınlığının aşındığını, “kötü Türk” imajının şişirildiğini görmek gerek.
Meselenin başına dönelim: İktidarın, referandum tartışmalarını Türkiyeli seçmen nüfusun yoğun olduğu Avrupa ülkelerine taşıma ve oralardan evet oyu devşirme hamlesine bazı ülkeler kendi hesap ve çıkarları doğrultusunda kırmızı kart gösterdi. Türkiye ısrarcı oldu, kilidi diplomasiyle değil zorlamayla açabileceğini sandı. Hollanda’da fiilî durum yaratmaya kalkışılınca da kıyamet koptu.
Olup bitenin insan haklarıyla, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasıyla, uluslararası hukuğun çiğnenmesiyle, nazizmle, faşizmle bir ilgisi yok. Söz konusu olan, al birini vur ötekine, sağ ve milliyetçi iki iktidarın (Hollanda ve Türkiye) basiretsiz, beceriksiz, kısa görüşlü, düzeysiz diplomasilerinin iflasıdır. Gerçeği söylemekten kaçınmazsak, egemen bir ülke kendi ulusal çıkarları ve siyasal çizgisi doğrultusunda başka ülke siyasetçilerinin propaganda faaliyetlerini yasal çerçevede sınırlama hakkına sahiptir. Türkiye’nin, bırakın siyasî propagandayı, konferans vermeye gelecek yabancıları bile doğrudan ya da dolaylı nasıl engellediğini hatırlayalım. Hatta iğneyi kendimize batırıp bir an şöyle düşünelim: Mesela Esad, veya meşru Suriye hükümetinin bir bakanı Türkiye’ye sığınmış vatandaşlarına ülkelerindeki son durumu anlatmak için Türkiye’ye gelmek, toplantılar yapmak istiyor; izin vermezseniz zorla girmeyi deniyor. Ne buyururdunuz?
Engelleme doğru mudur yanlış mıdır, bu ayrı bir tartışma konusu. Bana sorarsanız bu türden kısıtlamalar çok özel ve çatışmaya neden olacak durumlar haricinde olmamalı, sorun çıktığında diplomatik kanallar kullanılarak çözümlenmeli. Hollanda’nın sağ populist iktidarının ve aşırı milliyetçi siyasal çevrelerinin Türkiye’nin kadın bakanını Konsolosluğa sokmamak, çevrede toplananlara orantısız şiddet uygulamak, polise silah kullanma talimatı (ki hâlâ inanamıyorum) gibi saldırgan uygulamalarının, basiretsizliğin ötesinde diplomatik teamüllerden uzak, çatışmacı ve krizi derinleştirici olduğunda hiç kuşku yok. Bu densizliğe verilecek cevap Türkiye’yi haklı konuma getirecek, saygınlık kazandıracak bir üslup ve diplomasi iken krizi tırmandıracak adımların ve sözlerin arka arkaya sıralanması bize ne kazandırdı? Tek adamlık için iç ve dış barışı feda etmeye hazır zihniyete fazladan birkaç evet oyu (ki bu da kesin değil), diplomasimize 10 üzerinden 0, bizlere utanç ve yenilgi duygusu, en önemlisi de ülkenin Batı’dan tecridi, Avrupa kümesinden düşürülmesi…
Yaratılan bu zehirli hava, gerilimi son derece planlı ve bilinçli şekilde tırmandıran iktidarla da sınırlı kalmıyor. CHP ve bilumum ulusalcı kesimler de, “devletin-milletin yüce çıkarları”, “millî gururumuz”, vb. uğruna koroya katılıyor. İktidarı izana davet etmek, yapıcı çözüm önerileri sunmak yerine daha sert önlemler almamakla suçlayıp köşeye sıkıştırma peşindeler. Sonuç: yükseltilen, perçinlenen Batı düşmanlığı, “Türkün Türkten başka dostu yoktur” formülünde dile gelen aşağılık kompleksi ürünü içe kapanma, sonu hüsranla biten kof hamaset, toplumu saran kavga gürültü havası… (Antiemperyalizmle yabancı (kimilerine göre gâvur) ve batı düşmanlığının hiçbir ilgisi olmadığını sağlı sollu milliyetçilere hatırlatmakta da yarar var.)
Batı ile tırmandırılan gerilimi AKP iktidarının referandumda oy devşirme çabasına bağlamak kısmen doğru ama yetersiz. Aslında, siyasî İslam çizgisine giderek daha fazla oturan ve Türkiye’nin geleceğini bu modelde inşa etme planlarını adım adım devreye sokan Erdoğan ve çevresi için Avrupa Birliği, Batı değerleri, AB çıpası artık kurtulmaları gereken zincirlerden ibaret. Başta Hollanda, Avrupa ülkeleriyle yaşanan son krizin tırmandırılmasındaki esas neden bu. AKP zihniyeti, Batıyı provoke ederek, kimi ülkelerin zaaflarından, düşmanlıklarından, kadim korkularından yararlanarak mağduriyet devşirmeye ve AB ile ipleri koparmaya çalışıyor. Ne var ki, kısa görüşlü, düzeysiz siyasetin hesaplayamadığı bir nokta var: teknenin iplerini bağlayacak güvenli bir limanın ufukta görünmemesi, var sanılan limanların, (mesela Rusya) çölde görülen seraptan ibaret olması. Dalgalı, fırtınalı dünya denizinde, su almakta olan Türkiye teknesinin batma tehlikesine giderek daha fazla yaklaşması.