Aşkta da böyledir, evliliklerde de, dostluklarda da. Bir kez büyü bozulmaya görsün, ilişki bir daha yama tutmaz. Duygusal aşınma başladığında tahammül sınırları git gide geriler; tepki, öfke birikir birikir, patlama kaçınılmaz olur. Şu günlerde Taksim’de, Gezi parkında başlayıp dalga dalga Türkiye’ye yayılan olayları bu tablonun toplumsal-siyasal düzeye yansıması olarak okuyabiliriz.
Evet, büyü bozuldu. Tayyip Erdoğan’ın şahsından ve iktidarı kullanış biçiminden kaynaklanan AKP büyüsü, liderin karizmayı çizdirmesiyle dağıldı. Tayyip Erdoğan’ın sokakların isyanı karşısında çizilen, horozlanmayı sürdürdükçe içerde dışarda daha da büyük yara alan karizması artık kolay kolay yerine gelmez. Velev ki karakterinin hiç de elverişli olmadığı içten ve inandırıcı bir özeleştiriyle, imam-sultan tavrını, zehirli dilini, tek doğru bende, ben çobanım sizler de kullarımsınız, sizin için iyi olanı ben bilirim, ben söylerim zihniyetini değiştirsin!..
İşlerin bu noktaya varmasında, Başbakan’ı aklıselime davet etmek yerine onun bölücü, cepheleştirici, toplumu aşağılayıcı, buyrukçu söylemlerini teşvik eden kurmaylarının, danışmanlarının payı büyük. Kendi zihniyetlerinin ürünü yanlış yorumlarla, yanlış yönlendirmelerle, yanlış istihbaratla, şahin tavırlarla Erdoğan’ı etkileyenlerden biri olan Yalçın Akdoğan “Başbakanı yedirmeyiz” derken Erdoğan’ın artık yenilebilecek bir lokma haline geldiğini de itiraf emiş oluyor. Ne var ki Tayyip Bey, ustalık dönemine ulaştığından bu yana iyice pervasızlaşan nobran, kibirli, cepheleştirici, buyrukçu, baskıcı, ötekileştirici tutum ve yönetim anlayışıyla, bu lezzetli lokmayı başkalarına bırakmadan, kendi kendisini yiyor. Tayyip Erdoğan’ı yiyen: “Bu gidişat iyi değil, bu üslup tahrik edici, bu zihniyet sivil vesayet zihniyeti” dendiğinde; “Şöyle veya böyle nesil yetiştirme hevesi toplum mühendisliğinin ta kendisidir, yaşam biçimlerimize, zevklerimize, inançlarımıza, mahremimize karışmaya, halka nasıl düşünmesi, nasıl yaşaması gerektiğini empoze etmeye, hele de kendi değerlerinizi mutlaklaştırıp dayatmaya hiç hakkınız yok” dendiğinde, bunları söyleyenleri susturmak için doğrudan veya dolaylı baskı, sindirme, hatta hakaretden kaçınmayan Başbakan’ın bizzat kendisidir. O sofrayı da, şimdi “Erdoğan’ı yedirtmeyiz” diyenler donatmıştır yalakalıklarıyla, teslimiyetleriyle, kullukları ve suskunluklarıyla...
Ve isterseniz bilgi, isterseniz tahmin, isterseniz kehanet deyin, AKP’nin içinde, hatta kurmay kadroları arasında, Tayyip Erdoğan’ın çok ileri gittiğini, partiyi, iktidarını ve ülkeyi çıkmaza sürüklediğini düşünen ve bu gidişatın önüne geçilmesi hesapları yapanların sayısı hızla artmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın krizin tam ortasında yurtdışına gittiği günlerde ona vekâlet eden Arınç’ın Çankaya’ya çıktıktan sonra hükümet adına yaptığı konuşmadaki uzlaşıcı, demokrat, alçakgönüllü üslubu, Cumhurbaşkanı Gül’ün dolaylı da olsa Erdoğan’ın sadece üslubuna değil siyaset anlayışına ve uygulamalarına yönelik eleştirileri, bir süre önce Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın, vicdanlar incitiliyor, kimsenin yaşam biçimine müdahale edilmemeli mealindeki konuşması, en önemlisi Başbakan’ın saygı duyduğu, önem verdiği söylenen Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın “Muhalefetin bunca zaman yapamadığını, biz kendimiz beş günde yaptık, herkesi karşımızda birleştirmeyi başardık” hayıflanması, ve pek çok benzer gelişme, Tayyip Erdoğan’dan kendisine çeki düzen vermesinin kibarca veya açıkça isteneceğinin işaretleridir. Başbakan’ın karizması sadece Gezi parkında değil, kendi partisi içinde de bir ölçüde çizilmiş, büyü bozulmaya başlamıştır.
Protestodan isyana evrilen son olayların yanlış teşhisi sadece karizmanın çizilmesi, büyünün bozulması sonucunu vermez. Hata üstüne hata yaptırır. Göstericilere çapulcular demek, olayları marjinal illegal örgüt mensuplarına, CHP’ye, ideolojik mihraklara (ne demekse!), geçmişten bu yana burnu pisliğe batan bütün muktedirlerin bildik teranesi olan dış güçlerin oyunlarına, Türkiye’nin düşmanlarına, vb. bağlamak yanlış teşhisin ta kendisidir. Hükümet sözcüsü Arınç’ın dünkü konuşmasının ana vurgusu olan: parkı, ağaçları, çevreyi korumak isteyenlerin demokratik eyleminin göstericilere karşı aşırı şiddet kullanımı yüzünden dalga dalga yayıldığı yorumu ise, doğru ama eksiktir.
Her isyan bir kıvılcımla başlar sonra dalga dalga yangına dönüşür. O dalgaların kaynağını kavrayamazsak, ya da kendi istemlerimiz doğrultusunda yanlış yorumlarsak yangını söndürmek mümkün olmaz. Gazi parkında meselenin özü üç beş ağacın kesilmesi değildi. O ağaçlar sadece ağaç değil; halkın istemlerine, önerilerine, kaygılarına kulak vermeyen, şehirleri (ve bütün memleketi) ben yaparım olur, ben emrederim herkes boyun eğer zihniyetiyle yönetmek inadına karşı direnişin sembolleriydi. Sadece Gezi parkında değil ülkenin çeşitli yerlerinde toplanan onbinler, yüzbinler; demokrasiyi sandıktan çıkmak ve çoğunluk olmaktan ibaret sanan ilkel bir yönetim tarzına karşı biriken tepkinin sözcüleriydi. Bu milletin, hele de gençliğin Başkan Babamız’ın sopası ve emirleri altında hizaya getirilemeyeceğinin canlı ifadeleriydi. Başbakan’ın olayları değerlendirirken kullandığı talihsiz “çapulcular” nitelemesi, olayları CHP’ye mâl ederek AKP iktidarına karşı, yerel seçimler için önceden planlanmış eylemler olarak görmesi-göstermesi yanlış teşhis ya da saptırmanın örnekleridir. (Başka yerleri bilemem ama Taksim’de en istenmeyen partinin AKP’den sonra CHP olduğunu söyleyebilirim. Çünkü başlarında emekli generallerle Harbiye marşı söyleyerek yürüyen“Mustafa Kemal’in askeri” sert ulusalcıları, layt CHP ulusalcılığı kesmez)
Kısaca, Hükümet sözcüsünün, Cumhurbaşkanı’nın, Belediye Başkanı’nın bile demokratik hak olduğunu teslim etmek zorunda kaldıkları protestoların beş gün içinde, yüzbinlere yayılan ve şehre hakim olan bir isyana dönüşmesinin ana nedeninin bir yandan devlet şiddeti, öte yandan Tayyip Erdoğan’ın son aylardaki bardağı taşıran cepheleştirici söylemleri olduğu görülmek istenmezse, olaylara doğru teşhis konulamaz.
Evet, büyü bozuldu. Bunun tek olmasa da başlıca sorumlusu bir süredir amok koşucusu gibi çılgınca giden, dur diyenleri ezip geçen Başbakan Erdoğan, onun ardından da Hükümet ve AKP’nin önde gelen kadrolarıdır. Gezi direnişi; her gösteriyi, her protesto eylemini, her öğrenci yürüyüşünü gazlamayı yöntem bellemiş, demokrasiyi oy çokluğu sanan, yüzde 50 oyuna güvenirken diğer yüzde 50’nin varlığını unutan muktedirleri gafil avladı. Bu türden kitlesel ve inatçı eylemlere pek alışık değillerdi, üstelik teşhisleri de yanlıştı. Protestoları CHP’ye, ulusalcılara, yerli yabancı provokatörlere yükleme cinliği/taktiği bu defa kılıfa sığmadı. Bütün bu kesimler alandaydılar kuşkusuz. Tümünün alanlara çıkıp o alanları kendi siyasal-ideolojik yönelimleri doğrultusunda ele geçirmeye kalkışmalarında yadırganacak, şaşacak bir şey yok. Siz devlet şiddetiyle kitleyi kışkırtırsanız ve bardağı taşırırsanız, herkes bundan yararlanır, en başta da provokatörler ve vandalizme yatkın gruplar.
Hükümet kendi yol açtığı krizi yönetemedi. Olayların beşinci gününde, Tayyip Erdoğan’ın yokluğundan da istifade, Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Vekili Arınç nihayet duruma müdahil olduklarında, parklar sokaklar göstericilerin eline geçmiş ve üstünlük kurulmuştu. Neyse ki iktidar kanadından uzlaşma işaretleri verildi. Kısmen de olsa yanlıştan geri dönme eğilimi gösterildi. (Erdoğan Türkiye’de olsaydı bunun mümkün olamayacağını düşünüyorum. Bazen, tükürdüklerini yalamamak için, ortalıktan danışıklı dövüşle çekildiğini de düşünmüyor değilim.)
Bu krizin ve gelecekteki benzerlerinin çözüm yolunun: demokratik sınırlar içinde kalmak, devlet terörüne son vermek, demokrasinin yüzde 50’lik oy gücüyle ölçülmeyip aynı zamanda öteki yüzde 50’nin hak ve istemlerinin sözcülüğü de yapmak olduğunu Başbakan kavrayabilir mi, bilmiyorum. Kavramadıkça, kendi kitlesini üzerlerine sürmekle tehdit ettiği (Ne korkunç bir söz! Umarız bu da dil sürçmesidir!) öteki yüzde 50’yi hep karşısında bulacak. Hem de Gezi parkı eylemlerinde deney edinmiş ve bilenmiş olarak.