On yıl önceydi. Neo-con Bush saldırganlığının Ortadoğu’yu ateşe vermeye hazırlandığı günlerdi. 2001 sonbaharında, New York’da İkiz Kuleler’in yıkılmasının ardından ABD yönetimi Afganistan’ı bombalamaya başladığında, “Gücün terörüne de, terörün gücüne de teslim olmayacağız” diyerek kurduğumuz Barış Girişimi, “Irak’ta savaşa hayır” diyen her kesimden ve her meşrepten barışçılarla, savaşı engellemek için ortak mücadele veriyordu. Kendi payıma çok dersler çıkardığım o günleri hiç unutmuyorum. Meclis’in kapılarını nasıl aşındırdığımızı, partilerin sözcüleriyle, tek tek milletvekilleriyle konuşabilmek için nasıl çabaladığımızı, alışılmış eylem biçimlerinin dışına çıkarak, yaratıcı olmaya çalışarak neler neler yaptığımızı, Abdurrahman Dilipak’la el ele (yanlış söyledim, o kadın eli sıkmaz, bunu da çok zarif şekilde belirtir) televizyon kanallarını nasıl dolaştığımızı, sol örgütlerden Müslüman kesimlere onbinlerce kişinin katıldığı mitinglerimizi, binlerce katılımcıyla ve yabancı ülkelerden gelen barışçı sanatçılarla Lütfi Kırdar’da gerçekleştirdiğimiz, kendi formatında ilk ve tek olan 100’ler Meclisi’ni, kahve kahve dolaşıp yaptığımız barış sohbetlerini nasıl unutabilirim!
1 Mart 2003’te, çiçeği burnunda AKP Hükümeti’nin Meclis’e getirdiği “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümet’e yetki verilmesine ilişkin Başbakanlık tezkeresi” salt çoğunluk sağlanamadığından reddedildiğinde, mücadelemizin red kararındaki payını haklı bir gururla, onbinlerin katıldığı coşkulu bir barış mitingiyle kutlamıştık.
Ana akım medyanın neo-liberal çizgide konumlanan pek çok önemli yazarı, yöneticisi, Bush politikalarını demokrasi ve liberalizm adına destekleyen, Irak’ta savaştan özgürlük ve demokrasi çıkacağını sanan kimi arkadaşlar ABD’nin Irak’a müdahalesinden ve Türkiye’nin de bu savaşa katılmasından yana olmakla yetinmiyor, kendilerini “ama’sız barışçı” olarak tanımlayan bizlere hakarete varan saldırılarda bulunuyorlardı. “Azgın azınlık”, “ahmak barışçılar”, “saftirik hayalciler”, “millî çıkarları hiçe sayan hainler” bunlardan sadece bazılarıydı. Bizler; Irak savaşının ABD’nin yeni Vietnam’ı olacağını, bu batağa sürüklenmekten kendimizi korumamız gerektiğini, Bush yönetiminin savaş gerekçelerinin asılsızlığını, Irak halkını acılara ve ölüme mahkûm eden insanlık suçu ambargo yetmezmiş gibi, şimdi de savaşın milyonlarca insanın hayatına malolacağını haykırırken, barışçıları itibarsızlaştırıp susturmaya çalışanlar “bir koyup beş alma” ya da savaştan demokrasi çıkartma peşindeydiler.
Bunları neden mi hatırladım? On yıl sonra, benzer bir dönemden geçiyoruz duygusuna kapıldım da ondan.
O günlerde ABD’nin Irak saldırısına karşı çıkanlara yöneltilen geçer akçe suçlama: zalim diktatör Saddam’ı desteklemek, Saddamcı olmaktı. Dünya barış güçleri Saddam’ın nükleer silahlara sahip olduğu yalanını (ki ABD’nin ve müttefiki İngiltere’nin dünya kamuoyunu ikna için başlıca kozları buydu) deşifre ettiklerinde, çocuklar için bile gerekli gıda maddesi, ilaç, tıbbi malzeme, vb. girişini yasaklayan insanlık suçu ambargoyu eleştirdiğinizde, “ABD saldırganlığına hayır, savaşa hayır” dediğinizde, Saddamcı olmakla suçlanıyordunuz. Irak’ta savaşa karşı çıkmak Saddam diktatörlüğünü, Baas rejimini olumlamakla bir tutuluyor ve savaş, -ne ironiktir ki- demokrasi adına savunuluyordu kimilerince. On yıl sonra, bugünden bakıldığında, savaşın ne götürüp ne getirdiği tartışma kabul etmez biçimde apaçık görülüyor: Terörün, şiddetin, iç çatışmaların, mezhep kavgalarının derinleşerek sürdüğü, yakıp yıkılmış, yağmalanmış, bir milyondan fazla insanını bu kirli savaşta yitirmiş, birkaç milyon Iraklı’nın, ülkenin en iyi beyinlerinin, sanatçılarının, yazarlarının, bilim insanlarının yurt dışına sığınmış olduğu bir yangın yeri. Bölünmüş, lime lime olmuş, toplumsal dokusu dağılmış, şiddetin pençesinde bir ülke...
Bugün de Suriye’de, bu defa Türkiye’nin emperyal hevesli, ihtiraslı ama yetersiz dış politika mimarlarının yanlış hesapları, destek ve katkılarıyla iç savaşın yol açtığı aynı cehennem ateşi yanıyor. Üstelik ABD; bir yandan Irak derslerinin, öte yandan Ortadoğu’nun yeniden dizaynına Bush saldırganlığından farklı bakan Obama iktidarının etkisiyle Esed rejimine doğrudan askerî müdahaleye hevesli değilken, bu defa Türkiye Suriye’ye müdahale için ABD’yi ve Batı dünyasını zorluyor. Bush’un Saddam diktatörlüğünü devirme ve Irak’a demokrasi getirme gerekçesi, Erdoğan-Davutoğlu ikilisi tarafından, Suriye’ye özgürlük ve demokrasi getirmek için Esed’i devirme gerekçesine dönüşüyor. Saddam’ın nükleer silahları bahanesinin (ve yalanının) yerini ABD’nin kırmızı çizgisi olan kimyasal silahların kullanıldığı iddiası alıyor. Ve neo-con (yeni muhafazakâr), neo-liberal zihniyetin Türkiye versiyonunun Irak savaşından on yıl sonra başvurduğu algı manipülasyonu da aynı: Ortadoğu’da büyük güç ve oyun kurucu olma hayalleri peşindeki Hükümet’in giderek çıkmaza giren Suriye politikasını eleştirenler, heterojen yapıdaki Suriye muhalefetinin ve Hür Suriye Ordusu’nun bileşenlerinden Selefî hareketlerin, El Nusra’nın (hani şu Allah-u Ekber nidalarıyla insanların boğazını kesen, El Kaide çıkışlı fanatik İslamî cihatçıların) bölgede güçlenmelerinden kaygı duyanlar, Suriye muhalefetine desteğin mezhepsel güdülerine dikkat çekenler, bu politikanın özellikle sınır bölgelerinde yarattığı toplumsal huzursuzluğu, gerginliği dile getirenler iktidar ve yandaşlarınca Esed’ci, Baas diktatörlüğü yanlısı, ya da komşudaki insanî dramı görmezden gelen vicdansızlar olarak suçlanıyor.
Başbakan Erdoğan, elinde kimyasal silah kozu, yüreğinde Reyhanlı acısı ve öfkesiyle, Başkan Obama’yı Suriye’ye doğrudan müdahale için iknaya giderken, her türlü muhalefeti ve kaygıyı BAASçılıkla suçlamak yerine “Saddam veya Esedgillerin destekçisi olmak, pisliğe bulanmış, çürümüş kanlı BAAS rejimini savunmak ne siyasî ahlâka, ne temiz politikaya, ne de vicdana sığar. Zulmü savunmak, zalimi görmezden gelmek ama’sız gerçek barışçılıkla bağdaşmaz” diyen barışçıların sesine kulak vermelidir.
Bugün CHP’nin bir kanadında ve kendisini “ulusalcı” olarak tanımlayan devletçi, vesayetçi Kemalist solda 1950’lerden 60’lardan gelen BAASçı tortular, sempatiler, yakınlıklar olduğu bir gerçektir. Dünya başdöndürücü bir hızla değişip dönüşürken, son on yıldır özellikle Ortadoğu’da bütün dengeler sarsılıp yeni bir dağılma düzelme kaosuna girilmişken, 60 yıl öncesinin kalıpları içinde düşünen, nostaljilerini ve betonlaşmış ezberlerini solculuk, devrimcilik sanan kesimler; iktidara, Ortadoğu siyasetinin tökezlemesini gözlerden saklayacak BAASçılık suçlamasını armağan etmektedirler.
Büyük güçler tarafından kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılmaya çalışılırken büyük acılar yaşayan Ortadoğu’da artık hiçbir şeyin 50 yıl öncesi gibi olmadığını, olamayacağını kavramadıkça ne devrimci ne de barışçı olmak mümkündür. Son derece karmaşık toplumsal yapıların, etnik-mezhepsel ilişkilerin iktidara taşıdığı Esed’i antiemperyalist sanan; 1950’lerde Sovyetlerin kapitalist dünyanın damarlarını kurutmak ve kendi nüfuz bölgesini genişletmek için geliştirip önerdiği “kapitalist olmayan yol” un siyasî üstencisi (orduya dayanan otoriter, vesayetçi, devletçi) BAAS rejimini hâlâ ilerici, sol ve devrimci kabul eden çizgiler, AKP’nin Suriye siyasetine istemeden de olsa güç ve haklılık kazandırmaktadırlar.
2010’ların dünya ve Ortadoğu koşullarında, bölgede güç olmaya çalışan AKP Türkiyesi’nin kendi sınırları içine çekilip suya sabuna dokunmadan, ne halleri varsa görsünler diyerek çevremizde olup bitene sırtını dönmesi ya da diktatörlükleri desteklemesi ne mümkündür, ne de doğru. Bölgenin daha barışçı, daha özgür ve güvenli bir dengeye kavuşturulması için çaba harcamak, insanî yardım ve desteği en üst düzeyde, hatta kendimizden fedakârlıkla sağlamak, ABD ve Rusya gibi büyük güçleri, bölge ruhunu ve gerçeklerini daha iyi bilen bölgeden bir güç olarak, insanî ve barışçı çözümlere ikna için çaba harcamak, eleştirilmesi değil desteklenmesi gereken bir siyasettir.
Buna karşılık, çok hassas din, mezhep ve iktidar yapılarıyla örülmüş Suriye’de, ağırlığı giderek Selefî gruplara, tehlikeli terörist cihatçılara kaymakta olan muhalefete sınırlarını ve kollarını tedbirsizce açmak, sınır bölgelerimizde istedikleri gibi at oynatmalarına, silah teminine ve imalatına göz yummak, el altından beslemek, Sünni mezhepçiliği barış ve özgürlük amacının önüne geçirerek, Esed’den kurtulalım derken yeni Esedler yaratacak gelişmeleri kışkırtmak, kraldan çok kralcılık yapıp çatışma siyasetini uzlaşma siyasetine yeğlemek, bedelini sadece AKP’nin değil ülkece hepimizin ağır ödeyeceği siyasi günahlar faslına girer.
Reyhanlı saldırısını hangi kesim, hangi şer gücü, hangi ülkenin hangi istihbarat örgütü gerçekleştirmiş olursa olsun, sonuç değişmeyecek, orada yaşanan facia kamu vicdanında AKP’nin hanesine eksi olarak yazılacaktır. Gelinen çok tehlikeli noktada, iktidar da muhalefet de, bizler de Suriye siyasetini soğukkanlılıkla gözden geçirmek, uzlaşmalara açık olmak zorundayız. Yarın Başkan Obama ile buluşacak Erdoğan, Obama’yı müdahaleye kışkırtmak ya da savaş taşeronluğuna talip olmak yerine muhalifleri de dizginleyecek bir uzlaşma modelini benimserse; kişisel hırs ve öfkenin esiri olmadan, mezhepçiliğe yenilmeden uzlaşma arayabilirse, hem kendi partisini, hem Türkiye’yi, hem de bölgeyi ateşe atmamış olur.
Kürt sorununun çözümünde hiç umulmadık bir zamanda ışıldayan umut, devlet inatlaşmasından vazgeçip barışa cesaret edebilmenin sonucuydu. Yine böyle soğukkanlı bir cesarete ihtiyacımız var. Reyhanlı acısı, iktidarın da muhalefetin de kendini gözden geçirmesine vesile olabilir mi? ecikmeden...