Çok uzun zamandır yazmak istediğim bir yazı bu. Üslup yapmadan, etkili cümle aramadan, kendimle konuşur gibi, yüreğimden nasıl geçiyorsa öyle yazmayı deneyeceğim bir yazı... “Havalar biraz soğudu” ya da "Yemek tuzlu olmuş” dendiğinde bile “Yetmez ama evet haa!” klişesini tekrarlamaktan usanmayan; “Şimdi mi aklın başına geldi”, “Günaydın, nihayet anlamışsın” la başlayıp “AKP’lileşmiş dönek’e”, “Kaç para alıyorsun”a uzanan hakaretamiz, saldırgan tepkilere, ödemekte bilerek geciktiğim cevap borcunu edâ etmek için yazdığım bir yazı. Ama, “Morardın değil mi! Yetmez ama evet mi dersin, al işte!” korosuna seslenmekten çok daha geniş amaçları olan; benimsenmesi, içselleştirilmesi, yaşanması epeyce güç bir "tarzı siyasetle" ve siyasi etikle ilgili bir yazı...
Son günlerde Taraf gazetesinde, gazetenin genel yayın yönetmeni Ahmet Altan ve bazı yazarlarla aynı gazetedeki başka köşe yazarları arasında süren tartışma, anlatmak istediklerime iyi bir örnek. Şu şunu demiş, bu bunu demiş, üslup sertmiş, yumuşakmış gibi ayrıntılardan arındırıldığında, Taraf’taki çatlak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, özellikle de Başbakan Erdoğan’ın şu andaki siyasi duruş ve çizgisini değerlendirmedeki farklılıklardan kaynaklanıyor. Bundan beş yıl öncesine, hatta iki yıl öncesine kadar nüanslar ve vurgular bir yana aynı çizgide duran; AKP’nin adımlarını, siyasetini, vaadlerini destekleyip cesaretlendirenler, bugün ayrışmış durumdalar. Ahmet Altan, Erdoğan ve onun hükümetine karşı bir süredir sert ve güçlü bir muhalefet yürütürken, gazetenin belkemiği sayılabilecek önemli yazarlarından bazıları, Erdoğan’a muhalefete karşı çıkmakla kalmıyor, onun politikalarını destekliyor, kavgacı ve tahripkâr üslubunu öfke sanatı/retoriği olarak görüyor, (bana göre) özgürlükler ve çözüm adına hiçbir şekilde desteklenemeyecek adımlarını görmezden geliyor ya da gerekçelendirmeye çalışıyorlar. Onlar, ‘Türkiye’nin aydınlık geleceği’ni Erdoğan’da görüyorlar. Buna karşılık Ahmet Altan ve onunla aynı safta yer alanlar, ne kadar çabalanırsa çabalansın çuvala sığmayacak, mazeretlere, ama’lara sığınılamayacak olumsuzlukları, her biri kendi üslubunca sergilemekte ve eleştirmekte kararlılar. İşte bu noktada, iktidar yandaşlarının, Erdoğan taraftarlarının tatlı sert saldırıları bir yana, “Günaydın, şimdi mi aklınız başınıza geldi!” korosunu da göğüslemek zorunda kalıyorlar.
Türkiye’de örgütlü soldan, hele de benim gibi Leninist partilerden gelenlerin çok iyi bildiği, kimilerinin hâlâ taşıdığı bir ruh halidir bu: Kendi örgütünün, kendi liderinin yanlışını görmeyeceksin, gördüğünde de örgütün, sosyalizmin, devrimin yüce çıkarlarının korunması için, yüksek sesle eleştirmeyeceksin, susacaksın, biat edecek, tâbi olacaksın... Liderin/önderliğin değil, kendinin ve muhaliflerin yanlış yolda, hatta ihanet içinde olduklarına kendini bile inandıracaksın. Kol kırılacak, yen içinde kalacak. (Stalin mahkemelerinde, örneğin Buharin gibi devrimci, bir o kadar da donanımlı, aydın kişilerin ‘Stalin yoldaş ve parti haklıdır, ben ihanet ettim’ diyerek ölüme gitmeleri bu ruh halinin en trajik örnekleri arasındadır.)
Aslında sadece solda konumlananlarda değil bütün siyasal partilerde, örgütlerde, yapılarda bu kavrayış ve ruh hâli, tüzüklerle, ilkelerle de tahkim edilmiş olarak derece derece vardır. İçinde yer aldığımız, üyesi bulunduğumuz, kimliğimizin bir bölümünü onunla tanımladığımız bir yapıyı aklama, kusurlarını zaaflarını görememe, görsek de dile getirmekten kaçınma eğilimi insanî bir zaaftır. Gerek dinî gerekse siyasi veya etnik, vb. grup aidiyetleri bizden irademizi kendilerine tâbi kılmamızı talep ederler. İnsanlar da iradelerini ve ahlâklarını bu yapılara ipotek ederek mutlak bireysel özgürlüğün ve bağımsızlığın zor taşınır yükünden kurtulurlar. O yapıların ve liderlerinin iradesi kişinin aklının, vicdanının, iradesinin üzerine yerleşir; dinî ve dünyevî bütün kâdiri mutlak kişiler, şefler, önderler, diktatörler böyle yaratılır, böyle hükmederler.
Bu noktada, ben kimin taraftarıyım değil, neden yana tarafım sorusu önemli, bir o kadar da birbirimizi anlamamıza yardımcı bir soru gibi geliyor bana. Tabiî kendimize karşı da açık ve doğrucu olmak şartıyla...
Kendi payıma: her alanda en geniş özgürlüklerden, insanlar, halklar, toplumsal gruplar arası eşitlikten, mutlak adaletten, adil bölüşümden, yaşamdan, doğadan, barıştan, diyalog ve uzlaşmadan yana tarafım. Demek ki ayrımcılığın her türüne, her çeşit mağduriyete, özgürlüklerin kısıtlanmasına, baskıya, sömürüye, savaşa, çatışmacılığa karşıyım. Önemli bir ayrıntı: Taraf olduklarıma ama’sız tarafım, karşı olduklarıma da ama’sız karşıyım. Taraf olduğum değerleri ama’lara kurban edemem, kimseyi veya hiçbir siyaseti kayırmak uğruna çifte standart kullanamam.
Taraftarlık ise ama’lara ve çifte standartlara teslim olur ister istemez. Kendi örgütünüzün, partinizin, takımınızın, çevrenizin, kendi liderinizin, kendi aşiretinizin, kendi arkadaşınızın hatasını, eksiğini, yanlış ve kötü yönetimini, hatta bazen ağır suç teşkil eden sözlerini, adımlarını, edimlerini görmeme, görünce de ama’larla haklı çıkarma, mazur gösterme eğilimi taraftarlığın kaçınılmaz zaafıdır.
Her çeşit biat ilişkisi ve müritlikten kurtulamadıkça, aslında taraf olduğumuz iyi’leri, evrensel insanî değerleri unutup taraftarlığın konforuna kapıldıkça, vicdanımız aşınmakla kalmaz, aynı zamanda da cepheleştirici ve kavgacı oluruz. Bir de bakarız ki, amaçları değil, o amaçlarla ters düşen işleri, söylemleri, kişileri takip ediyoruz. Bir de bakarız ki amaçları yitirmişiz. Uzun yazılar, tartışmalar, derin düşünceler gerektiren bir konu, buraya sığmaz biliyorum, yine de geçerken hatırlarsak, sosyalist uygulamaların, iktidarların, yapıların, örgütlerin amaçlarını yitirip ütopyanın özüyle ters düşmeleri biraz da böyle oldu.
Başkaları için konuşmayayım, kendi payıma; iyi ve doğru olan, vicdanıma uyan, hayata yüklediğim anlam ve amaç doğrultusunda gördüğüm (özünde yukarda kısaca anlattığım insanî, ahlakî, evrensel değerlere uyan) sözleri, teklifleri, uygulamaları, siyasetleri, eylemleri desteklemeyi siyasi etik anlayışımın merkezine oturtmam kolay olmadı. Bu da, düşe kalka bir öğrenme sürecini gerektiriyor. Kendi çifte standartlarınla yüzleşmek, insanın kendisiyle kıyasıya hesaplaşmasını gerektiriyor. İyi ve doğru gördüğünü kimin ne amaçla söylediğine, yani niyet okumaya değil, iyi ve doğru saydığının kendisine odaklanmayı gerektiriyor.
Anayasa referandumu sırasındaki “yetmez ama evet” kamplaşması meramımı anlatmama yardımcı olacağı için, bu örnek üzerinden gideyim. Referandumda oylamaya sunulan değişiklik önerilerine baktım; ağırlıklı olarak 12 Eylül darbe anayasasının özüne dokunan, 12 Eylül rejiminde gedikler açan, (12 Eylülcülerin yargılanması dahil) askerî bürokratik oligarşinin vesayetçi anlayışını hedef alan, dokunan maddeler olduğunu, vesayetçi rejimin kırılmasına giden yolda önemli bir adım oluşturabileceğini düşündüğümden, referandumda evet oyu verdim. Bu yazıyı yazmak için, o günlerdeki yazılarıma yeniden baktım. Vurguyla şunu tekrarlamışım: AKP bu değişiklikleri getirirken, en başta kendi varlığını korumayı hedefliyor, getireceği demokrasi bu sınırlar içinde kalacaktır, ama bir adımdır. Verilecek kabul oyları AKP’ye açılmış sınırlı bir kredidir, ödeyemezse geri alınır. O günkü koşullar geri gelse, o maddelerin büyük çoğunluğuna şimdi de evet derim. Askerî vesayetin yerine sivil vesayeti yerleştirmeye yönelik antidemokratik adımlara bugün nasıl karşı çıkıyorsam ve hayır diyorsam öyle...
Tek örnekte kalmayalım. 2000’lerin başlarında Avrupa Birliği aday adaylığı sürecinde, AB karşıtı vesayetçi, tutucu çevrelerin engelleri ve (AB’nin demokratik taleplerine atıfla) “taviz veriliyor” çığlıklarına karşı “Adaylığımızı kabul etmezlerse Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapar, yolumuza devam ederiz” diyen Erdoğan’ı içten yürekten alkışladım. Bugün ise demokrasi sözünde durmayan ve AB’nin son derece doğru ve gerçekçi değerlendirme raporunu beğenmeyip elinin tersiyle iten Erdoğan’ı, başta Kuzu olmak üzere “Aha da bu raporu çöpe atıyorum” ilkelliğindeki zavallı tepkilerin sahiplerini ağır şekilde yermekten ve onlara hayır demekten geri duramam. Açılım ve Oslo süreçlerine cesaret eden Erdoğan’ın arkasında dururum ama oy hesaplarına ve damarlarındaki Türk-İslam milliyetçiliğine yenilen Erdoğan’ın artık zarar vermeye başladığını, Kürt sorununda çözümü engelleyen başlıca güç haline geldiğini de yüksek sesle söylemekten kaçınmam. Dün, komşularla sıfır sorun siyasetini vaaz eden, tümü de vesayetçi darbeci rejimin mirası olan sorunlara barışçı, dostane yaklaşım öneren; Ermenistan’la ilişkilerin düzeleceği, Kıbrıs belasından kurtulunabileceği, Mavi Marmara olayları sırasında Filistin konusunda insani bakışın öne çıkabileceği umutları doğuran politikaların ve söylemlerin arkasında dururken, bugünkü AKP, Erdoğan, Davutoğlu kaynaklı çatışmacı siyasetleri sonuna kadar eleştiririm.
Kimden, nereden gelirse gelsin, Kürt sorununda bütün barışçı söylemlere ve adımlara evet derim, bir yurttaş olarak yanında yer aldım, alırım. Buna karşılık son örnek, yeni Diyarbakır Emniyet Müdürü’nün “Dağdaki teröristin ölümüne de ağlamayan insan değildir” sözlerini kendi sözüm sayarım da, Erdoğan’ın Emniyet Müdürü’ne gürlemesinin, hakkında soruşturma açtırmasının barışa ve çözüme vurulmuş yeni bir darbe olduğunu söylemekten çekinmem. Emniyet Müdürü şuncuymuş buncuymuş, hiç umurumda olmaksızın, barışçı ve özgürlükçü Müslümanlarla birlikte aynı destek bildirisine imza atarım. Bir başka örnek: Darbeciliğin ve darbelerin teşhir edilmesi, suç sayılması, askerî vesayetin sona erdirilmesi yolunda tarihî adımlar olan davaların arkasındaki siyasi iradeyi alkışlarken o davalardaki hukuksuzlukları, adil yargılama zaaflarını görmezden gelemem, aklayamam. Bu zaafların, adalet mekanizmasının ve tabii ki iktidarın alnında tarihî bir leke olduğunu, haklı amaca haksız ve kötü araçlarla varılamayacağını söylemeden edemem. Çifte standart kullanamam, kullanırsam kendi ahlâkımdan kuşkuya kapılırım. Dün Kemalist oligarşik vesayet altında olduğunu, asla tarafsız ve bağımsız olmadığını bildiğim yargı bugün Erdoğan’ın emri ve AKP’nin tarikat-cemaat ilişkili müttefiklerinin etkisindeyse, veyasetlerden ve bağımlılıklardan vesayet beğenemem. Dünkü evet’im hayır’a döner. Örnekler yüzlerle çoğatılabilir.
Dün, AKP’yi ve Erdoğan’ın demokratik adımlarını kendi ateşli üslubuyla destekleyen Ahmet Altan’ın, bugün tırmanan antidemokratik otoriterlik, yeni vesayetçilik, savaşçılık, saldırganlık, Kürt sorununda milliyetçi - güvenlikçi çözümsüzlük karşısında AKP’yi aynı üslupla eleştirmesini; ya da benim AKP’yi eleştiren, Erdoğan’ın tehlikeli gidişatına elimden geldiğince dikkat çekmeye çalışan yazılarımı “Günaydın, aklınız yeni mi başınıza geldi” türünden ezberlerle, ya da iktidar cephesinden, “Ne oldu da saldırıya geçtiniz, yoksa darbeden, askerden, veyasetten mi yanasınız” salvo ateşleriyle karşılayanlar bir an durup düşünseler... Doğrudan, iyiden, evrensel değerlerden yana taraf mıyım, yoksa sonu gelmez ama’larla kendi takımımın gözleri bağlı taraftarı mıyım? diye sorup kendimize, içtenlikli bir vicdan ve ahlâk muhasebesi yapsak hepimiz...
Hep doğru olduklarını, hep kendi takımının haklı olduğunu düşünenler en çok yanılanlardır. Doğru gördüğüne, takım ruhuyla değil özgür iradesiyle ‘evet’ diyebilenlerin yanlış gördüklerine ‘hayır’ deme hakları hem herkesten fazladır, hem de o hayır, takımcı taraftar evet’lerinden daha ağırlıklı ve saygıdeğerdir.
Kendi payıma, hiçbir kişiye, gruba, partiye, dünyevi ya da uhrevi hiçbir mercie ödenecek diyetim yok. Kendi kendimi tutsaklaştıran aidiyetlerim de yok. Böylece kendi takımımın yanlışlarını savunmak zorunda olmadığım gibi, doğru saydıklarımı ötekinden geliyor diye reddetmek mecburiyetinde de değilim. Elde edilmesi güç ama tadına doyulmaz bir özgürlük, sadece insanın kendi vicdanına dayanan bir ahlâktır bu. Taşıması ağırdır ama herkese tavsiye ederim.