Yüz, yüz elli yıl önceki gerginlikleri bugün hala yaşamayı sürdürüyoruz. Konuştuğumuz konular aynı, tartışmalarımız kısır döngüler içinde, kavgalarımız ise şiddetli. Bugünün yeni sorunlarıymış gibi görünen konuların hemen hepsi, esasen gündemimizden hiç düşmeyen başlıklar. Ekonomik, sosyal ve kültürel ilerlemeyi gelecekte değil popülist siyasetle geçmişte arayan yöneticiler dünyanın her köşesinde hayal kırıklığına uğratmaya devam etmekte. Yeniliği değil geçmişi ayakta tutmaya programlanmış bir anlayış geride bırakılmalı.
Andrew Mango’nun işaret ettiği üzere, İmparatorluktaki aydınlar arasında çok tartışılan “Batılılaşmak mı? İslamlaşmak mı? Yoksa Türkleşmek mi?” sorularına Mustafa Kemal, uygarlaşmak çözümünü getirdi.
Atatürk yöneticilere net bir hedef gösterdi. Halk kitlelerine kadercilikten vazgeçerek kendi mukadderatlarını ellerine almaları olanağını bahşetti. Bu çözüme inananlar onun gösterdiği yolda yürüdüler. İnanılmaz ıstırap ve fedakarlıklara mal olan bir Kurtuluş Savaşı vererek zamanın emperyalist işgalcilerini topraklarımızdan attılar. Halk iradesine dayalı akıl ve mantık temelinde modern bir devletin doğumunu gerçekleştirdiler. Yüz yıl önce dünyaya gelen Türkiye Cumhuriyeti, henüz kendi uygarlık potansiyelinin tamamına erişmiş değil. Laiklik ve demokrasiyle yurt sathında tam anlamıyla taçlandığında bu potansiyele kavuşacak.
Mustafa Kemal’in gösterdiği hedefe itibar etmeyenler batıl itikatları peşinde koşmaya devam ettiler. Yüz yıldır hala koşuyorlar. Bugün konuştuğumuz konuların başında bu sebeple yine din ve devlet işleri hakkında yüz yıl önce tartıştığımız keskin görüş ayrılıkları var. İslam, öteki semavi dinler gibi Uhrevi aleme ait bir din. Ama öteki semavi dinlerden farklı olarak dünyevi aleme XXI. yüzyılda nizam vermek istediğinde başarısızlıklarla karşılaşıyor. Bu başarısızlığının sebebi, bugünün dünyasının gerçekleriyle denk düşmemesi. Dolayısıyla modern Cumhuriyetimiz şimdilerde yüzüncü kuruluş yıl dönümünü kutlamaya hazırlanırken, tartışmalarımız dönüp dolaşıp hiçbir şey yaşanmamış gibi, kaçınılmaz olarak, yine aynı başlangıç noktasına dönüyor.
Bölgemizde ve dünyadaki belirsizlik ve istikrarsızlıklar, Boğazları kontrol eden NATO üyesi Türkiye’nin önemini arttırıyor. Şimdilerde Orta Doğu ve İslam dünyasındaki profilimiz yükselmiş ise de uzun vadeli ekonomik ve stratejik çıkarlarımız bizi, ekonomik ve teknolojik çemberin anahtarını elinde tutan Batı dünyası ile daha uzun yıllar, aynı ittifak çerçevesinde işbirliği içinde bir arada tutmaya devam edecek. Akla dayalı teknik çemberin dışında kalan ülkeler yönetmeye değil yönetilmeye mahkûm.
Batı dünyası dendiğinde bizde akla hemen ABD ve NATO geliyor. Oysa bu yanıltıcı. Çağdaş uygarlık ne Batı’nın ne Doğu'nun malı; ikisinin ortak ürünü. Batı uygarlığının ardında kökleri XIX. yüzyıl ve belki daha gerilere uzanan fakat tedricen büyük gelişmeler gerçekleştiren koskoca bir sosyokültürel devrim geleneği var. Bu gelenek insanlığın yaşadığı ve günümüzden geleceğe açılan uygarlığa yepyeni hedeflerle bütün gücüyle damgasını vurmakta. Bugün insan hakları, doğanın korunması, yeşil gündem gibi insanlık idealleri bu geleneğin çocukları. Ama artık sağ veya sol gelenek fark etmeksizin, insanlığın halen ulaştığı tüm gelişmelerin tabanında laiklik, demokrasi, kadın erken eşitliği, düşünce ve ifade özgürlüğü ve adalet kavramları öne çıkıyor.
Cumhuriyetimiz de dünya çağdaş uygarlığının gündeminde yer alan ve alacak olan tüm yeniliklere açık bir proje. Bu yenilikleri kendi özgür irademizle kabul edip uyguladığımız ölçüde dünyanın en gelişmiş toplumları içinde yer almamız kaçınılmaz. Süreç bu nedenle istediğimiz süratte gerçekleşmiyor. Sürecin böyle yavaş gelişmesinde iktidar ve muhalefetteki siyasetçilerimizin aldığı ve alamadığı kararlar etkili olmakta. Örneğin Avrupa Birliği ile 2005 yılında Tam Üyelik Müzakere sürecine başlamışken bu süreçte belli bir mesafe kazanmadan, yani demokrasimizi derinleştirmeden dış politikamızın yönünü ve eksenini, ağırlıklı çaba ve dikkati Orta Doğu’ya kaydırdık.
Orta Doğu kendi coğrafyamızın, tarihimizin bir parçası. Vizyonumuz ve stratejik hedeflerimiz coğrafyamız ve tarihimizin bu parçasına da ışık tutmalı. Ancak Türkiye keskin ray değişikliklerinden kaçınabilmeli. Kısa zamanda, bölge içi ve bölge dışı emperyalist güçlerin hedefindeki bu zengin, fakat istikrarsız coğrafyadaki etnik, dini, mezhepsel çatışmaların merkezinde bulabiliyoruz kendimizi. Türkiye şimdiye kadar bu çatışmalardan karlı çıkmadı. Sırf bölge ülkeleriyle değil, aynı zamanda Transatlantik toplumla da ciddi anlaşmazlıklar yaşayan bir konuma geldi. AB müzakere süreci, zaten gönülsüz olan partnerlerimizle sekteye uğradı. Bu gelişmenin ilk zayiatı Türkiye’de çağcıl demokrasi hedefine yönelik reform çabaları oldu. Türkiye şimdilerde hem bölgede hem Transatlantik dünyada hem de Rusya-Ukrayna savaşının yarattığı belirsizlikler içinde, bölgede ve bölge dışında son on, on beş yıl içinde kaybettiği zemini yeniden kazanmaya çabalamakta.
Bir süredir dünyada demokrasinin zayıflamakta olduğu, otoriter rejimlerin çoğalma eğilimine girdiği, Batı dünyasının albenisini yitirdiği yolunda görüşler yaygınlaşmakta. Bu görüşler ne kadar inandırıcı?
Güç Batı'dan Doğu'ya hareket etmekle birlikte uluslararası ilişkilerin omurgasını, kadın erkek eşitliği temelinde insanı merkeze alan laik ve demokratik Batı dünyası oluşturmaya devam ediyor*. Büyük göç hareketleri Batı'dan Doğu'ya doğru değil, hala Doğu’dan Batı’ya doğru hareket etmekte. Türkiye ile Transatlantik toplumu arasında yarım yüzyıldan bu yana örülmüş olan siyasi, ekonomik, sosyal, insani bağlar ve Avrupa’da yaşayan takriben 5 milyon vatandaş ve soydaşımız karşılıklı olarak büyük bir alternatif maliyet yaratacak olan ve bu nedenle çözülmesi mümkün olmayan bir karşılıklı bağımlılık yaratmış durumda.
Türkiye, dış ilişkilerinde bu günlerde yine keskin dönüşlerle de olsa, sergilediği diplomatik girişimleriyle dış politikasında gerçekten bir denge arayışına karar vermişse, ilk bakışta bu karar elbette isabetlidir. Ancak yeni dengenin sürdürülebilirliğini ve isabetini tayin edecek faktörlerden biri de ülkemizin dış politikasının oluşmasında ve uygulanmasında TBMM’nin geleneksel denetim ve nezaret yetkisine tekrar kavuşup kavuşmayacağı olacaktır. Çünkü halk iradesini yansıtan TBMM, dış ilişkilerimizin ırk, din, mezhep ve cinsiyet ayırımını reddeden laik ve adil bir hukuk anlayışı temelinde, serbest seçimlere ve hesap verme zorunluluğuna dayalı sınırlar içinde yönetilmesinin teminatı olacaktır.
Bu vasıflara sahip olmayan bir ülkenin Batı dünyası ile ilişkileri bir tampon ülke ilişkisinden ibaret kalır. Türkiye için böyle bir durum Batı opsiyonunun kapanması riskini taşır. Türk dış politikası o zaman çok boyutluluk niteliğini yitirir. Bu takdirde otoriter rejimlerle yönetilen ülkelerle daha yakın işbirliği arayışlarına yönelebiliriz. Batı dünyası içinde de zemin kazanabilen demokratik erozyon ve popülist siyaseti elbette görmezlikte gelemeyiz. Demokrasi sürekli bir mücadele alanı. Önemli olan bu mücadelenin aktörleri arasında yer alabilmek. Demokrasi çizgisinde inandırıcı adımlar içinde kalabilmek.
Uygarlığa giden yol içinde kalınması için laiklik, demokrasi ve vatanseverlik üçgenini esas almak; cinsiyet eşitliğini olmazsa olmaz bir koşul olarak özümsemek; ayrıca ekonomi, gelir ve sosyal devlet ilkesiyle birlikte, her birini ulus savunmasının ayrılmaz bütünleri olarak görmek gerekiyor.
Yüzüncü yaşına giren Cumhuriyet projesi Türkiye için böyle bir fırsat barındırıyor. Buna sahip çıkıp çıkmamak bizim elimizde.
* Değerler, Çıkarlar ve DönüşümÖ. Sanberk/S. Köksal/M. KarakullukçuKonuk: Filiz AkınNesiller arası bir Söyleşi -DK