Türkiye’de güncel siyasette konuştuğumuz her konu birbiriyle bağlantılı. Bir konuyu diğerinden ayırmak, bir konunun diğeriyle bağlantısını görmezden gelmek ya da bir başka deyişle, olayların sistematik olarak birbirleri üzerine bağını görmemek mümkün değil. Misal eğitim sistemindeki değişiklikleri, din eğitiminin ilkokula hatta anaokuluna kadar girmesini, Osmanlıca tartışmalarının yapılmasını, Milli Eğitim Şurası’nda bir derneğin eğitimde dini teşvik eden görüşlerinin desteklenmesini, imam-hatiplerin kurulmasını; iktidarın yönelimi veya siyasi tarih açısından ele almamak ne kadar mümkün? Dünden bugüne tarihsel bir bakış açısıyla, mevcut yaşanan Barış Süreci’ni, geçmişte, derin planda yaşananları bilmeden yorumlamak nasıl mümkün olabilir?
Öldürülmeden iki gün önce, Gözlem köşesinde şu satırları yazıyordu: “İmam-hatipliler din adamı olarak çalışmayacaklarsa, neden art arda imam-hatip okulları açılıyor? Neden bu okullardaki öğrenci sayısı her yıl bu kadar artıyor? İmam-hatip lisesi mezunları neden yetiştirildikleri alanlar dışındaki işlerde görevlendiriliyor? Eskiler, “camiye, kışlaya, mektebe siyaset sokulmaz” derlerdi. Bu yasa tasarısı TBMM’den geçerse, camilere ve okullara sokulan dinsel siyaset, kışlalara da sokulmuş olacak.”
Ülke olarak, 2015 kışına girerken kaotik günlerin içinde geçtiğimizi de söylemek, ne yazık ki mümkün. Devletin sistem değişikliği gündemi, yolsuzlukların üzerine gidemiyor olmanın sıkıntısı, basın özgürlüğünden neredeyse söz edilemez hale geliyor oluşumuz, en küçük düzeyde dahi minicik değişikliklerin günlük hayatlarımızı yönetiyor oluşu… Ve sürekli bir başka “darbe” söylemiyle muhalefete düşen herhangi bir başka grupla savaşan dar bir yönetim kadrosu. Bu yazıda, içinizde - varsa eğer – karamsarlığı daha da tetikleyecek birkaç Uğur Mumcu alıntısını paylaşacağım.
Babam Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 tarihinde, arabasının altına yerleştirilmiş bir bombanın patlaması sonucu öldürüldü. 1942 yılından, yaşamının sonlandırıldığı 24
Ocak 1993 yılına kadar, 25’i aşkın araştırma kitabı, sayısı binleri aşan köşe yazısına hayat verdi. Haftada 6 gün köşe yazıyordu. Aynı zamanda araştırdığı konular, önce dizi yazısı olarak Cumhuriyet Gazetesi’nde yer alıyor, ardından Tekin Yayınevi’nden basılıyordu. Onun yazdığı köşe yazılarının, bu dönemki birçok köşe yazısından farkı, o köşeden, yolsuzlukları, terör ve silah kaçakçılığı bağlantısını, rabıta örgütünün varlığını, o örgütten para alanların içinde yaşadığı bağlantıları sansür gözetmeden, gereğinde mahkemelerde yargılanmayı göze alarak korkusuzca yazmasıydı. Sakıncalı bir piyade olarak tamamladığı askerliği, sakıncalı olarak kalmasının gereğinin de altını çizmişti sanki.
Bu yazı için yazdığı birkaç kitabı ve yazdıklarının içeriğini ön plana çıkarmanın zamansal olarak önemli olduğunu düşünüyorum. Elbette, ele aldığı konuların birçoğu, 30 yıl önce, en yakını ise 22 yıl önce yazıldı. Bu yazıları da dönemin, 1980 darbesiyle şekillenen ANAP hükümeti, 1980 sonlarının terör olgusu içinde de değerlendirmek gerekebilir; bu anlamda, yazdıkları birçok insana farklı gelebilir. Bugün bu konularda, tam olarak ne diyeceğini söylemek mümkün değil; elbette herkesin okuduğu satırlardan çıkarımı kendi siyasi bakışına göre şekillenebilir. Ancak, insana, çağdaş topluma, emperyalizme ve de hukukun üstünlüğüne dair hümanist bakış açısının değişmeyeceğini söylemem mümkün olabilir.
1992 yılında, yani yaşamının son yılında yazdığı şu satırları, onun barışa olan özlemini, insan ve topluma da nasıl baktığını da özetleyebilir belki: “Çağdaş bir dünyada ırkçılık ve din iki büyük, tehlikeli silahtır. Irkçılığın bir türü başka bir ırkçılığı, şovenizmin bir türü başka bir şovenizmi kışkırtır.
Her ırkçı ve şoven duygu, bir başka şoven ve ırkçı düşüncenin düşman kardeşidir.
Dünya, ırk ve din savaşları yüzünden ne büyük acılar çekti.
Uygar ve çağdaş insan için barıştan başka bir yol, uzlaşmadan başka seçenek var mı?”
Babam, Rabıta kitabını 1987 yılında çıkardı. “Rabitat-ul-alem-ul-islam” adı verilen şeriat düzeni üzerine İslam devletleri birliği kurmak isteyen bir kuruluşun, o günün koşulları altında, Türkiye’de bağlantısı bulunan dernekler, derneklerin bulunduğu cemaat yapıları, o cemaatlerde bulunan kişiler gibi bir çok konuyu ön plana alıyordu. Babamın kitapları hem isim, hem kurum, hem de bağlantı noktaları bakımından karmaşıktır, takip etmek üstün bir dikkat ve hafıza gerektirir. Bu noktaları sadeleştirmek ve okura rahatlıkla da anlatmak, onun en önemli özelliklerinden biridir kanımca.
“[Rabitat-ul-alem-ul-islam] Bu kurulusun maddi destekçisi "Aramco" adlı bir Amerikan petrol şirketidir. Kuruluşun hicri recep 1383 tarihinde Mekke’de yayınladığı tüzükte, "Müslüman ülkelerinde İslamcı yönetimlerin kurulmasına çalışmak " amacı yer almaktadır. Tüzükte yer alan bir başka maddeye göre de bu zengin kuruluş "İslamcı yayın organlarını" destekleyecektir.
Özetle, örgütün amacı İslam enternasyonalizmini kurmak. Bu uğurda çalışmaktır.
Rabıta - ul –alem-ul islam örgütünün İslam kültür dairesi adıyla bilinen bir kolu bulunmaktadır. Bu dairenin başlıca amaçlarından biri İslam ülkeleri üzerinde yürürlükte olan yasaların "İslam ülkelerine getirdiği eziyet ve ayrılığı izah etmek" ve bu laik yasalar yerine şeriat kanunlarının benimsenmesine çalışmaktır. Daire, ayrıca İslam ülkeleri arasında toplantılar düzenlemeyi ve "milliyetçilik ırkçılık" ile savaşmayı amaçlarının arasına almıştır. 41 kişilik kurucu meclis ile yönetilen "rabitat-ul-alem-ul-islam" örgütünün İslam ülkelerinde temsilcileri ve üyeleri bulunmaktadır.
"İslam enternasyonalizmi" ni amaç edinmiş bu örgütün, etki alanı içine almaya çalıştığı ülkelerin başında Atatürk devrimleri ile batılı laik bir düzen seçmiş Türkiye gelmektedir.
Türkiye laik bir ülkedir. Ülkemizde, cumhuriyet kurulduğundan beri hiç kimse dinsel inançlarından ötürü baskı görmüş değildir. Tersine, laiklik ilkesi din ve vicdan özgürlüğünü korumuş ve her din ve inançtaki insanlara tapınma özgürlüğü tanımıştır.
Laiklik ilkesi din duygularının siyasal amaçlarla sömürülmesine engel olmuştur. Laiklik ilkesi, bu nitelik ve özü ile din duygularının dine yabancı amaçlarla kötüye kullanılmasını engellemeye çalışmıştır.
“Bugün, geriye doğru dönüp baktığımızda, 1976 yılında Pakistan’da “Rabıta Örgütü”’nün öncülüğünde toplanan “Seerat Kongresi”nce alınan bütün kararların, Türkiye’de uygulanmaya başlandığını görüyoruz.
İşte din dersleri okullarda zorunlu ders olarak okutulmaya başlanmış; İslâm konferanslarına Türkiye Cumhuriyeti de katılmış, özetle, o günden bu yana kongrede alınan kararlar, şu ya da bu ölçüde uygulama ortamı ve olanağı bulmuştur.
Bu açıdan “Rabıta örgütü”’nün başarıları küçümsenemez.
…
Din ve inanç özgürlüğünün en sağlam güvencesi laiklik ilkesidir. Bu ilke, siyasal amaçlı dinsel akımların devlet yönetimine egemen olmasını önlemek için getirilmiştir. Bu ilkenin, ne kadar önemli ve vazgeçilmez nitelikte olduğunu, her gün yaşadığımız olaylarla çok daha iyi anlıyoruz.
Son yıllarda Türkiye, kuruluş amacına yabancı bir siyasal yörüngeye doğru sürükleniyor. “Laik” nitelikteki Türkiye Cumhuriyeti, “İslâmcı” Suudi Arabistan Kralı Faisal’ın kuruculuğuna öncülük ettiği “İslâm Konferansı”na katılıyor. Birleşik Amerika Devletleri ile tam bir dayanışma örneğini veren Suudi Krallığı, İslâmcı ideolojisini, laik Türkiye Cumhuriyeti’ne de benimsetiyor.”
Rabıta’nın satırlarından, bugüne doğru baktığınızda; o satırlarda yer alan isimlerin bir çoğunun mevcut hükümet oluşurken içinde olduğunu da bir not olarak eklemek gerekebilir. Bu konu, detaylı bir şekilde Işık Kansu’nun kaleminden “Rabıta’nın Zabıtası” kitabında irdelendi.
Değişmeyen Ekonomik Bağlar: Tarikat – Siyaset – Ticaret
Bir sonraki alıntı, Tarikat – Siyaset – Ticaret kitabından. Bu iki kitabın, ekonomik ilişkileri ve bu ilişkilerin iktidarla olan bağlantısı bakımından birbirini tamamlar nitelikte olduğunu da söylenebilir.
“Oh ne kolay!.. Çek bir besmele, gelsin paralar... Finans kuruluşları, şirketler ve bu finans kuruluşları ve şirketler aracılığı ile kazanılan milyarlar... Elhamdülillah Müslümanız!.. Elhamdülillah milyarderiz! Bir kolumuz siyasette, öbür kolumuz ticarette, ayaklarımız da tarikatlarda.
Bir üçgen bu. Ticaret, siyaset ve tarikat üçgeni
Bunlar dindarın sahtecileridir. Zavallı yoksul Müslüman yurttaşların kanlarını emenler de bunlardır. İnanç sömürücüleridir bunlar...
…
Bir yanda sahte Müslümanlar, din tacirleri, inanç sömürücüleri... Bir elleri siyasette, öbür elleri ticarette, ayakları da tarikatlarda dolaşanlar...
Öte yandan da sahte Atatürkçüler... İşlerine geldiği sürece, bu sahte Müslümanlar ile kol kola girip, öpüşenler... Birbirlerine siyasal destek sağlayanlar... Yasakçılıkla, hot-hotçulukla Atatürkçülüklerini kanıtlayacaklarını sananlar...”
Burada bir süre duralım. Ekonomik ilişkilerin akışkanlığı, ideolojilerin içini de boşaltıp, tamamen başka bir kaba büründürdüğünün altını çizelim. Bir önceki paragrafta, tarikatların, ticaret ve siyasetle olan bağlantısına dikkat çekiyor ve de “Sahte Atatürkçüler”den bahsediyor. 1980’lerin Atatürk’ü yeniden şekillendirmesiyle, babamın Mustafa Kemal devrimlerini ön plana çıkaran yaklaşımını ayrı tutmak gerektiğini yeri gelmişken, burada vurgulayalım.
1985 yılında, hukuk dışı yargılamaları konu aldığı bir yazısında şunları söylüyor:
“Türkiye, çağdaş dünyanın bir parçası mıdır, değil midir?
“Türkiye, “çağdaş dünyanın bir parçasıdır” diye düşünüyorsak, düşünce yasaklarını hepten ve kökten ortadan kaldırmak zorundayız. Bir insanın, düşüncesinden, inancından, üyesi olduğu dernekten, yöneticisi olduğu partiden ötürü yargılanması, çağdaş demokrasiler için çağdışı görüntülerdir.”
Yasaklar ve ilkeli bir tutum hakkında da şu satırları yazıyor:
“Bırakalım bütün bu çelişkiler, yasakçı düzenden yana olup yalnızca kendileri için özgürlük isteyenlerin beyinlerinde ve vicdanlarında paslı kelepçeler gibi kalsın.
Konu “ilkeli olmak” sorunu. O kadar güç mü?”
Babamın sık sık değindiği üzerine araştırmalar yaptığı en önemli konulardan biri terör. Terörün bağlantıları, PKK ile Ortadoğu politikasının bağlantısı, silah kaçakçılığı bağlantısı, siyasi cinayetlerin kimler tarafından işlendiğini fikri takip yaklaşımıyla araştırma…
“Her yerde ve her zaman barışı savunmak, emperyalist savaşlara, teröre ve terörizme karşı çıkmak, demokrasiye, barışa ve özgürlüğe inanan insanların ortak görevidir.
Bir ülkede devletin güvenliği ile hukukun güvenliği eşanlamlıdır. Devlet güvenliği adına hukuk güvenliğinin ortadan kaldırılması, demokrasi ve hukuk devleti için ilerde onarılmaz yaralar açar. Bu gibi dönemlerde daha soğukkanlı olunmasında sayısız yarar bulunmaktadır. Dikkatler, gazetelere ve gazetecilere değil, saldırgan ve saldırganın örgütüne çevrilmelidir.”
Babamın bakış açısını şu şekilde özetlemek gerekirse; terörü hümanizm ve uluslararası hukuk çerçevesinde ele alıyor ve terörün karşısında insan hakları, hukuk ve barış istemiyle durulmasına inanıyor.
Kürt sorunu diye adlandırdığı durum, özellikle son yazılarında en çok ele aldığı konulardan. “Kürt Dosyası” ise tamamlanmayan, öldürülmeden önce üzerinde çalıştığı son kitabı. Bir iki alıntıyla, daha da detaylandırmadan, olaylara nasıl baktığını göstermek gerekebilir.
1989 yılında “Bugün Kürt sorunu, azınlık şovenizmi, ayrımcılık ve terör ile değil; demokrasinin yerleştirilmesi ve insan haklarının Edirne’den Ardahan’a kadar her yerde uygulanması ile çözülür.” diyor. 1991 yılında ise, “Türk”ü, “Kürt”e, “Kürt”ü
“Türk”e, Alevi’yi Sünni’ye, Sünni’yi Alevi’ye düşman eden bu emperyalist siyasetin Türkiye’ye neler getireceğini görmemek için kör ve sağır olmak gerekir.”
Kürt hareketinin Ape Musa’sı olan Musa Anter cinayetinden sonra 1992’de, kendi cinayetinden birkaç ay önce, şu satırları yazacaktı: “Anılarını ve yazılarını hep okurdum. Kendi davasının inançlı, dirençli ve yürekli bir savaşçısıydı. Aziz Nesin’in kendi yaşamını anlatırken yazdığı gibi Musa Anter de “gözyaşlarından kahkahalar süzen” kişilikte bir insandı. Davasına katılır ya da katılmazsınız, savunduğu görüşlere karşı olursunuz ya da olmazsınız. Ne fark eder? Hangi ideoloji, hangi görüşü savunursanız savununuz, Musa Anter gibi insanlara saygı duymalısınız. Musa Anter, örneklerini son yıllarda sık sık gördüğümüz türden, devre göre kişilik ve görüş değiştiren ideoloji tüccarlarından değildi. Anter, yaşamını kendi davasına adamış bir Kürt aydınıydı.
Böyle bir insana kim kurşun sıkar? Kim kıyar 75 yaşını aşan bir yaşlı delikanlıya? Türkiye’yi bir kan gölüne sürüklemek ve Türk’ü Kürt’e, Kürt’ü Türk’e, Alevi’yi Sünni’ye, Sünni’yi Alevi’ye düşman etmek isteyenler…
Hain ve alçakça kurşunlar, başta Güneydoğu olmak üzere Türkiye’nin birçok yerinde can alıyor. Halkları birbirine kırdıracak kanlı ve uğursuz bir plan adım adım uygulanıyor. Hükümet de bütün bu olayları, kapalı tribün izleyicisi gibi izliyor.””
Babamın ömrü boyunca, ele aldığı konuları, ömründen çok biriktirdiği sözcükleri, bir yazıda özetlemek mümkün değil. Ama belki, onun izinden gitmek isteyen, gazetecilik ideallerini yaşatmak isteyen korkusuz tek tük insanlar çıkar. Belki yaşamının sonu, onun hayal ettiği gibi olamadı; ne çocuklarının eğitimini, büyüdüğünü görebildi ne de torunlarını kucağına alma arzusu gerçekleşti… Bu hayallerinin yerine demir gibi bükülemez bir adı topluma miras kaldı. Kanımca, o adın sembolleştirdiği dürüstlük, azim ve gerçek gazetecilik değerleri nesilleri aşıp gidecek.
Abdi İpekçi cinayetini ve Papa suikastini araştırdığı günlerden kalan Papa – Mafya – Ağca’dan son alıntı…
“Silahların sustuğu, düşüncelerin kır çiçekleri gibi özgürce serpilip geliştiği günler; ne yazık ki, günümüz insanının hiç gerçekleşmeyecek bir özlemi gibi görünüyor.
Terör ile savaşanlar, hiç olmazsa, insanlığın bu ortak özlemini yüreklerinde taşımalıdırlar. Çünkü yaşama sevinci ve umudu bu özlemlerden kaynaklanıyor.
Silahların sustuğu, düşüncelerin kır çiçekleri gibi açtığı günleri göreceklere ne mutlu!”
Bu yazı Fil Dergisi'nden alınmıştır.