Dünyayı ve Eric Cantona’yı ayağına kadar getiren derbiden konuşmanın vakti geldi. Bu derbi haftasında olacaklardan ya da olması muhtemellerden değil, olanlardan konuşmak istedim. Unutamadığımız derbi maçları, unutulmaz değil. Sadece unutamadığım…
Bu maçları biraz sübjektif biraz da objektif yazmaya çalışacağım. Unutulmasın ki futbol tercihlerle güzelleşir.
Benim de derbi günlerim, birçoğunuz gibi babamla endekslidir. Genel olarak dakikalar ilerledikçe heyecanlanan, kızan, bağıran bendenizin babamdan yediğim fırçalarla geçer. Benden daha sinirli olabilen Mustafa Keleşoğlu’nun kendi düşüncesini sözcüklerle içinden, bakışlarıyla dışarıdan yaşadığı anlardır. Ve dayanamayıp “Böyle izleyeceksen git başka yerde izle, yeter lan!” dediği maçlardan başlayalım.
26 Mart 2000
Henüz 10 yaşındayım, babamın aldığı Fenerbahçe formasını sırtımdan çıkarmıyorum. Üzerine Rifle markası dikilen, yaka düğmeleri kot pantolonları anımsatan armasının kabartması sade ve bir o kadar güzel olan forma… Parma maçı hala akıllarda…
Galatasaray gümbür gümbür… Türkiye’de Avrupa’da herkese haddini bildiren bir yapıdayken, Fenerbahçe’ye kendi evinde Samuel Johnson’ın golüyle yeniliyor. Samuel Johnson kim mi? Vücut yapım itibariyle (şimdilerde 187 cm boyunda 88 kilo olan biri olarak yaşıtlarıma göre her zaman ‘gelişmiş’ oldum) orta sahada ya da savunmada oynardım. Topu alıp savunmadan çıkarmaya bayılır, kendimi Samuel Johnson gibi hissederdim. Hatta ilkokul yıllarında Johnson’a benzeyen bir arkadaşıma Samuel diye seslenirdim. Sonra herkes öyle seslenmeye başladı. Açıkçası tam hatırlamıyorum ancak Samuel Johnson’ın benim için bu kadar önemli olmasının en büyük sebebi Ahmet Yıldırım’ın Gaziantep’ten gelen Preko’yu düşürerek Fener’in kazandığı serbest vuruştan gelen gol… Birkaç gün önce Real Mallorca’yı deplasmanda 4-1 mağlup eden, Sergen Yalçın ve Hagi’ye aynı anda sahip olan Galatasaray’a atılan gol… O güne kadarki en kötü sezonunu geçiren ve altyapı sorumlusu Turhan Sofuoğlu’na emanet edilen Fenerbahçe…
Futbol böyle maçlar olmaya devam ettikçe güzelleşecek…
Devam da edecek.
6 Kasım 2002
Dünya Kupası’nda Arjantin-Nijerya maçını izliyorum. Ortega bana yabancı değil. Her gün gördüğüm insan. Bartın Cumhuriyet İlköğretim Okulu’nda okuduğum yıllar, yan sınıfta bir kız vardı, aynı Ortega. Tıpatıp. Sonraları bizim evin oradaki kuaförde çalıştığını gördüm, umarım mutludur.
Bir yanda Okocha, bir yanda Ortega… Kırmızı kramponlarına kurban olduğum Okocha…
Tabi bilemezdik birkaç hafta sonra Ortega’nın bizim olacağını… Onu o ilginç yüzüyle Çubuklu ile göreceğimizi. Ergün ve Hasan Şaş’a yaptıkları…
Hatırlayın, Tuncay’ın kafa golü. İlk gol. Ortega’nın ortası nasıl yön değiştirip Tuncay’ın kafasına gelmişti. Sovyet füzeleri gibi…
Top öyle bir döndü ki… Tuncay vurdu, Mondragon’un nerede olduğunu bilmiyorum. Top ağlarla buluştu, Mondragon’un ayağına çarptı ama hala dönüyor. Ortega topa nasıl vurdu hala düşünüyorum.
Ortega bir insanı nasıl mutlu edeceğini biliyordu. Altay deplasmanında giydiği sapsarı forma hala dolabımda durur. Hala da giyebiliyorum!
Şunu da kabul edelim, tarihin en farklı derbi galibiyetinin geldiği gün birçok şey Ortega’nın kırmızı kart görmesiyle başladı. Mustafa Çulcu’nun hayatında verdiği ender doğru kararlardan biri olarak gösterdiği kırmızı karttan sonra Kadıköy’ün Boğası’nın sahneye çıkması…
Washington’ı çıkartıp Ceyhun’u oyuna almayı akıl eden Lorant sağ olsun.
3-0 yapan golden sonra “Açılın açılın” hareketini unutabilen var mı?
Ben unutamam.
Daum’un Fenerbahçe’si ve Nobre
Fenerbahçe taraftarı için 22 Mayıs 2005 tarihinde oynanan maç anlatabilmek mümkün değil. Hava aydınlıkken başlayan karşılaşma bittiğinde de gökyüzü aydınlıktı, Fenerbahçeliler için…
Türkiye Kupası’nda Galatasaray’dan 5 yiyerek Arap spikerlerin diline düşen Fenerbahçe’nin yapması gereken tek şey 3 puanı alıp şampiyonluk turunu atmaktı. Galatasaray’ın 100. yaş gününde…
Yaptı da, Nobre’nin mermi gibi yere doğru yönlendirdiği kafa vuruşuyla gelen gol… Asist de Selçuk Şahin… Selçuk Şahin, belki de bu asisti yüzünden bile ıslıklanmaması gereken bir futbolcudur, Fenerbahçe’nin kahramanları arasındadır. Daum’un 5-1’den sonra gördüğü ve bildiği değişmedi. “Kontrol edelim de, illa ki atarız.” Galatasaray maçında attı, Trabzonspor maçında atamadı.
O gün talih ve Nobre yüzüne güldü Daum’un… Benim unutamama sebebimse maçın ardından şampiyonluk sevinçleri sırasında kaşımın açılmasıydı. Nasıl oldu hala bilmiyorum.
Sulu Derbi
Su şişeleri, ses bombaları, Ümit Karan’ın başına gelenler, gol atan Fenerbahçeli futbolcuların sevinirken arkadaşı tarafından “ne yapıyorsun olm, manyak mısın gelsene şuraya” diyerek çekip geri getirmeleri.
Herhalde Edu Dracena, Lugano’yu geri döndürmeseydi orada başka şeyler de olabilirdi.
Tümer Metin’i severim. Televizyon başındaki bendenizin psikolojisini sahada yaşadığı için…
Hırslı olduğu kadar da sakin kalabilen…
Lugano’nun attığı golün ortasını yapan Tümer’in golden sonra yaptıklarını hatırlayıp gülümserim. Renklerden bağımsızdır, haklıdır. Sonuna kadar…
Pet şişeler, koltuklar, telefon, emzik, tenis topu, demir çubuklar…
Aklınıza ne gelirse…
He bir de hakemin soyunma odasına gittiği anda Sabri’nin taraftara üçlü çektirmesi, olan biten her şeyden daha komikti.
Unutmadan, o maçta Fenerbahçe taraftarı da vardı. Bir maç bittikten sonra hala sahada bulunan Galatasaraylı futbolcular…
“Ne işi var o futbolcuların sahanın ortasında” diyor insan.
Fenerliler, bayrak dikmesin diye…
Galatasaray, Kadıköy’de şampiyon…
İzmir’deyim, yağmurlu bir Alsancak günü. Beşiktaşlı bir arkadaşımla izliyoruz. O gün yağmur neden o kadar yağdı hala anlamam. İzmir’sin sen, yağma!
Biralar, sigaralar, çerezler… Gürle gidiyor ama gol bir türlü gelmiyor.
“Türk Telekom Arena’da Fener kazandı, yine kazanır” diyorsun. Issiar Dia, topu ezip duruyor. Alex kenarda…
Cristian Baroni vuramıyor, ben sigarayı küllük yerine masaya söndürüyorum.
Dakikalar geçiyor, pozisyonlar ve kırmızı kartlar…
Issiar Dia kırmızı kart görerek çıkarken gülüyor. Ben bakakalıyorum, kısa süre sonra da Ortadoğu’ya postalandı zaten.
Bekir İrtegün sol ayağıyla ortalar yapıyor. Alex’in etkili olamadığı maçta Kadıköy’de Galatasaray şampiyon oluyor.
2012 baharı, hayatımın en kötü zamanlarıydı. Günler bitmiyor, yemek yemiyordum. Yaşamıyordum açıkçası. Mayıs’ın sonlarına doğru kendime gelmiştim.
“Mayıs neden benim olmasın ki” diyerek izlemiştim.
Öyle olmadı, Kordon’da sahilde bira içerken; Gündoğdu’da Galatasaraylılar meşale yakıp seviniyorlardı.
İslam Çupi’ye selamla bitirelim…
Derdi ya usta, “futbol bayramları” diye. Bazı bayramlar buruk geçer, bazılarıysa sevinçle…
Bayramlarımızın kıymeti bilerek yaşayalım mücadelemizi…
Yaşayan az şey kaldı, bu her gün insanlığını yitiren ülkede. Bizler değerlerimizi yaşatalım ki bize “Yeni” diye gösterdikleri rezilliklere değerlerimizle cevap verelim.
Muhafaza etmek, muhafazakarlara bırakılmayacak kadar önemli bir şeydir. Bunu unutmayalım.