Mariner, sabah güneşi altında engin bir denize doğru bakıyor. Kamera, arkadan çekilen görüntüde, adamın bacakları arasından uyduruk bir kaba dökülen çişini gösteriyor; işini bitiren Mariner eğilip bu kabı dikkatlice yerden alıyor. Adam dönüp, kamera da yükseldiğinde, o dönemin ünlü oyuncusu Kevin Costner ile yüz yüze geliyoruz. Kaptaki idrarı, son derece ilkel biçimde yapılmış bir alete döken Mariner, gacır gucur bir kol yardımı ile sıvıyı, bir takım laboratuvar borularından süzdürüp, alttaki semaver musluğundan bardağına dolduruyor.
Sabahları ben İstanbul'a bakarken kahvemi nasıl yudumluyorsam, o da aynı ifade ve keyifle suyunu (!) içiyor engin denizlere bakarken. Son yudumu ise, hemen oracıkta duran cılız ve gariban bir bitkiye tükürüveriyor. İdrardan bozma bu su belli ki çok kıymetli.
1995 yapımı olan ve Kevin Costner'ın baş rolünde olduğu bu film, Water World/Su Dünyası. Tarihte çekilmiş en yüksek bütçeli filmlerden biri olmasına karşın hasılat olarak bekleneni sağlayamamış olan bu film, o dönemde hem film hataları, hem de filmin aynı zamanda prodüktörü olan Costner'ın bitmek tükenmek bilmeyen isteklerine dayanmakta güçlük çeken yönetmen Kevin Reynolds'a yaşattığı gerginlikler sebebi ile oldukça ilgi çekmişti. Uzun yıllar önce sinemadan çıktığımda ben de en çok bu film hatalarına takılmıştım; hatırlıyorum.
Oysa şimdi, uzun yıllar sonra geri dönüp baktığımda, yeniden, her tasarımcının mutlaka izlemesi gereken filmler listemde tutmaya devam ediyorum bu filmi. Sette bizzat 157 gün geçiren Costner, kıyamet sonrası bir dönemde (biliyorum post-apokaliptik desem daha havalı olurdu ama demeyeceğim!), her yerin su ile kaplandığı bir dünyada birtakım tekneler ve yapılar üzerinde dağınık biçimde yaşamakta olan insanlığın hayalini bizlere en gerçekçi biçimde aktarmak için pek çok tasarımın ve fikrin prototipini hayata geçirmişti. Bugünün bilgisayar ortamında tasarlanarak kurgulanan sanal dünyalardan kuşkusuz daha maliyetli, zahmetli bir gerçekçilikti bize sunduğu; ilginç bulmam bu yüzden!
Filmi bana hatırlatan, geçtiğimiz hafta Venedik kentinin yeniden oldukça yüksek seviyelerde sularla kaplanması oldu. 1966'da yaşanan ve yükselen suların 194 cm'yi gördüğü Aqua Granda (büyük su baskını) olarak adlandırılan afetten 50 yıl sonra yine bir Kasım gününde Venedik'in yüzde 80 i sularla kaplandı. Bu "aqua alta" öyle ani oldu ki, turistler gece yarısı uyandırılıp üst katlara çıkarıldı otellerde. Gondollar ve tekneler sokaklara girdi. Tüm işletmeler ve dükkanlar sular atında kaldı. Elektrik tesisatlarından ve tuvaletlerden dahi fışkıran sular ile, bu güzel tarihi kentin tüm sokakları lağımla karıştı.
Ortaya çıkan milyonlarca Avro bedelindeki hasar bir yana, bugüne kadar bildirilen iki de can kaybı var maalesef. Sadece gündelik hayat değil; kültürel yaşam ve tarih de nasibini aldı bu baskından. Örneğin cam sanatının ve üretiminin dünya üzerindeki nadide bölgesi olan Murano adası da tamamen sular altında, ve zaten çok zor günler geçiren tüm cam atölyeleri çalışamaz halde.
İnsanlar, çok iyi bildikleri bu gerçekle yaşamalarına ve son derece hazırlıklı olmalarına rağmen, 140 cm'nin üstünü defalarca gören bu baskına karşı yine çaresiz kaldılar.
Dünya ısınıyor, buzullar eriyor, sular yükseliyor. İnsanın, doğanın gücü karşısında , tüm savaşımına rağmen elleri kolları bağlı. Doğa kurulu bir saat gibi, açık seçik görüneni yerine getiriyor her defasında.
Sadece Venedik değil; tüm kıyı kentleri yükselen suların tehdidi altında. Çok yeni yayınlanan araştırmalar 2050 yılında 150 milyon insanın bulunduğu bölgeler sular altında kalacağı için iç bölgelere yerleşmek zorunda kalacağını bildiriyor. Vietnam, Bangkok, Mumbai ve Akdeniz'de Alexandria kentleri haritadan tamamen silinebilir; Çin'in en önemli kentlerinden biri olan Şangay'ın ortasında büyük bir su havzası oluşması da öngörüler arasında.
Amerikan hükümetinin kendisi için yaptırdığı bir araştırma da gösteriyor ki, kıtanın kıyı kentlerinin tümünün ortalama yüzde 50'si 2060 yılında sular altında kalacak; örneğin raporda Miami kentinin yüzde 58,8'inin sulara gömüleceği, 39.547 hanenin bu durumdan etkileneceği, gayrimenkul piyasasında uğranacak hasarın 19,33 milyar dolar civarında olacağı belirtiliyor. Üstelik 2100 yılında bu oranın yüzde 94,1 olacağı da bildirilmiş.
Glaskow, Dublin gibi kentler bu yükselmeden nasibini alacak. Londra ve Rotterdam kentleri, kıyıları ile aralarına deniz duvarları inşa ettiler ve bu geçici çözümler onları bir süre daha idare edebilir görünüyor ama Amsterdam'dan Barselona'ya tüm kıyılar yükselen su riski ile karşı karşıya.
Yapılan araştırmalar, Akdeniz ve Marmara denizinde 2050 yılında su seviyesinin en az bir metre civarında yükseleceğini işaret ediyor. Büyükşehir Belediyesi'nin iklim değişimi raporuna göre son on yılda 50 ila 75 cm arasında bir yükselme yaşanmış. Türkiye'deki kıyı kentleri, başta İzmir ve İstanbul gibi büyük metropoller olmak üzere bu tehdit ile baş başa.
Peki ne yapılıyor?
Kaderi su ile iç içe örülmüş olan Venedik, 1966 da yaşadığı büyük travmanın ardından, deniz ile arasında yer alan lagündeki üç adet açık bölgeyi modüler bir sistem ile kapatan bir tasarım geliştirdi: MOSE.
Projenin orijinal ismi olan Modulo Sperimentale Elettromeccanico'nun baş harflerinin kısaltılmışı olan bu isim, aynı zamanda İsraillilerin Mısır'dan güvenli bir biçimde kaçmalarını sağlamak üzere Kızıldeniz'i ortadan ikiye ayıran Musa Peygamber efsanesine referans veriyor. Hz. Musa'nın bu mucizesi hem İncil'de, hem Tevrat'ta hem de Kur'an'da bahsedilen bir hikaye ve eminim Venedik halkı için bu referans talihsiz kaderlerinden kurtuluşun iyi bir simgesi olmuştu.
Tasarım kararları üzerinde uzun yıllar çalışılan bu proje ancak 80'lerde resmi olarak devreye alınabiliyor ve ihale edilerek başlatılıyor. Hollanda ve İngiltere'de benzer uygulamaların işleyen çözümleri olmasına rağmen 2. Dünya savaşından sonra tasarım ile zenginleşen ve bu alanda haklı bir ün elde eden İtalya hükümeti elbette şanına yakışır bir biçimde, daha önce denenmemiş yenilikçi bir projeye olur veriyor.
MOSE'un önemli özelliği, su yükselmesi olmadığında sistemi oluşturan modüler tankların suya batması ve böylece ortadan kalkması.
Ne varki bu proje, tahmin edilen sürede ve bütçede bir türlü bitemiyor. Bu gecikmelere İtalyan bürokrasisinin sebep olduğu düşünülürken 2014 yılında ortaya çıkan rüşvet skandalı zinciri ile projenin kendisi neredeyse tamamen sulara gömülüyor. 30 kadar görevlinin tutuklandığı bu gelişmelerin yaşanması ile yüzde 93'ü tamamlanmış olmasına rağmen MOSE sistemi bir türlü devreye alınamıyor. Oysa bu sistem eğer çalışsaydı 300 cm'ye kadar olan dalgaları engelleme kapasitesine sahipti.
Venediklilerin büyük bir kısmı ve çevreciler her kamusal projede olduğu gibi başlarda MOSE için de büyük direnç gösterdiler; gerekçe lagünün ekosisteminin uğrayacağı zarardı. Diğer yandan bu son hafta yaşananlarla bu sistemin acilen canlandırılarak bitirilmesi en sıcak gündem maddesi haline dönüştü bir anda. Geçtiğimiz haftanın görüntülerinde, restoran ve işyerlerinin dışına koydukları bariyerlerin üzerine alaycı bir biçimde MOSE yazan Venediklilerin olduğu da gözden kaçmadı.
Türkiyeliler olarak, her yanımız sularla çevrili olmasına rağmen şaşırtıcı bir biçimde su ile ilişkimiz balıkçılıktan öteye geçememiş. Oysa deniz suyunun yükselmesi ve baskınlar, kentleşme arttıkça yaşadığımız metropollerin de büyük bir sorunu. Bu vakalar her ortaya çıktığında, basın aracılığı ile yayılan inanılmaz görüntülere, sosyal medyada bir anda viral olan nükteli mesajlar ekleniyor. Ardından bir suç ve sorumlu zinciri belirleniyor: çarpık yapılaşma, aşırı kentleşme, yeşil alanların azalması, ihmal, yerel yönetimlerin ihmali vesaire. Hepsi haklı ve yerinde elbette. Peki ama çözüm olarak ne yapıyoruz?
Venedik kendini kurtarmak için son 39 yıldır bir deniz kapağı inşa etmeye çalışıyor. Bizim önümüzdeki 40 yıl içerisinde yaşayacaklarımıza dair ne tür bir yapılaşma stratejimiz ve tasarım çözümlerimiz var?
Sadece yükselen suyun yarattığı risk de değil önemli olan. Costner'ın Water World filminin ilham verebileceği gibi denizler ve akarsular yaşamlarımızın bir parçası ama sanki yokmuşlar gibi davranıyoruz. Tüm bildiğimiz ve emek harcadığımız ondan enerji elde etmek, oysa deniz başlı başına bir yaşam alanı olabilir ve gelecekte de elimizdeki tek şans gibi görünüyor. Üstelik denizin üzeri de olası bir atmosfer kıyametine karşı yeterli değil; araştırmacılar derin denizlerle ilgileniyor.
Önceki yazılarımda değindiğim spekülatif tasarımcıların en çok çalıştığı konulardan biri de bu, okyanuslarda kolonileşme. Gelecekte karşılaşabileceğimiz bu türden bir senaryo ile bağlantılı olarak, tamamen okyanus üzerinde yüzer bir biçimde veya derin denizlerde oluşturulan çok çeşitli yaşam alanı idealleri var.
Günümüzde NASA'nın veya Elon Musk gibi girişimcilerin uzayda kolonileşmeye miyarlarca Dolar kaynak harcadığı bir ortamda, hemen yanı başımızdaki denizlerde bir kolonileşme ihtimaline neden bunca az ilgi gösterildiği de başka bir soru işareti diğer yandan.
Su üstünde yaşam oldukça elle tutulur bir kavram.
İkinci Dünya savaşı sırasında Alman ordularını gözetlemek üzere Britanya adasının doğu kıyılarına 6 mil uzaklıkta inşa edilen Roughs Tower'da İngiliz donanması mensubu 300 kadar personel uzunca bir süre yaşadı. 1946'da inşa edilen ve amacı gereği ağır silahlarla yüklü olan bu platform, savaşın ardından donanma tarafından 1956 yılında boşaltıldı. O dönemde BBC'nin radyoculuk üzerinde kurduğu ağır hegemonya üzerine pek çok korsan radyo ortaya çıkmıştı. Eski bir ordu mensubu olan Roy Bates de ailesini alıp bu terkedilmiş platforma tam da bu sebeple gitti; kendi korsan radyo yayınlarını yapabilmek!..
60'ların başından itibaren bu platformdan yayın yapan Radyo Essex, BBC'nin sunmadığı tüm yayıncılığı sunuyordu ve İngiliz halkı tarafından fazlası ile seviliyordu. Bu durum Roy'un başını İngiliz Kraliyeti yaşanacak ve filmlere konu olacak cinsten bir mücadele ile büyük derde soktu. Hikâye uzun ve ilginç, ancak gelmek istediğim nokta, Roy'un kazandığı davalar sonucunda bu platformda kendi krallığını kurması ve bu platformun dünyada bilinen en küçük ülke olan Sea Land haline dönüşmüş olması.
550 m2'lik bu ülkede, bugün bile 100 civarında kişi yaşıyor. Bu mikro toplumun kurucusu Roy 2012 yılında 91 yaşında yaşama veda etse de, torunları yönetimi sürdürüyor. Bu su ülkesinde insanların haftada bir kez yıkanmaya izinleri var, içki ve sigara yasak. Ülke geçimini, adada yer alan bir teknoloji servis sağlayıcıdan aldığı kira parası ile sağlıyor. Hiçbir ülke onları tanımasa da, kendi bayrakları, paraları, pasaportları var; hatta zamanında olimpiyatlara sporcu bile göndermişler.
Kuruluşundaki sloganı E Mare Liberitas (denizin özgürlüğü) olan bu 50 yıllık özerk su ülkesi, günümüzde bu özgürlüğü kiracısına kaptırmış görünüyor. Benim en sevdiğim yanı ise, ülkenin online dükkanından kendinize asil bir unvan satın alabiliyor olmanız.
Parası karşılığında, Şövalye, Leydi, Baron veya Barones ünvanını alabilirsiniz. Şarkıcı Ed Sheeran'ın bir Sealand Baronu olduğunu da not düşeyim !
Bu hikâye toplumsal, siyasi ve kültürel boyutu ile bir yanda dururken su'dan bir ülkenin ne kadar da gerçek olabileceğini anımsayabiliriz.
Okyanustaki koloniler için tasarımcıların en büyük ilham kaynağı Jules Verne'in 1860 yılında kaleme aldığı Denizler Altında Yirmi Bin Fersah isimli kitabı olmuştur kanımca. Musk'ın ve NASA'nın uzay yatırımları kadar ses getirmese de, bugün en az 10 farklı ülkede insanların sadece denizin üstünde değil, derin okyanuslarda da bir yaşantı sürmesine ilişkin tasarım çalışmaları sürdürülüyor.
Öne çıkan tasarımcılardan biri Fransız mimar Jacques Rougerie. Mimarın araştırmalarını Avrupa Uzay Enstitüsü'nün ve NASA'nın astronotlarını uzay ortamına hazır eden NEEMO projesi destekliyor. 2016'dan bu yana mimar tarafından geliştirilen derin okyanus yapılarında astronotlar hem uzay çalışmalarına hazır olmak hem de derin okyanuslardaki yaşam hakkında daha fazla bilgi ve deneyim elde etmek amacı ile ekspedisyonlar düzenliyorlar.
Mimar tarafından projelendirilen Sea Orbit, toprakları sular altında kalan insanların gelecekteki yaşama makinesi gibi görünüyor. Uluslararası Okyanus Üssü olarak tanımlanan bu proje kendini henüz yüzde 95 i hakkında bir şey bilmediğimiz okyanuslar konusunda bilimsel araştırmalar yapmaya, insanları bilinçlendirmeye ve elbette gelecekte karşılaşacağımız bir risk için hazırlıklı olmaya adamış büyük bir yapı.
Farklı ülkelerden onlarca ismin bilim ve danışma kurulunda yer aldığı bu girişim, aldığı destekler ve bağışlarla halen inşa edilmeye devam ediyor.
Karşılaştığım en kapsamlı ve somut proje bu olduğu için SeaOrbiter'dan bahsettim ancak bu konuda yüzlerce proje ve fikir var dolaşımda olan.
Merak ettiğim bizim tasarım ve mimarlık fakültelerimizde su ile olan ilişkimizin yaratıcı projelere nasıl ilham verdiği?
Sevince Bayrak ve Oral Göktaş'ın 2007 yılında kurduğu tasarım stüdyosu So?, geçtiğimiz yıl "Suyun Üzerindeki Umut" ismini verdikleri bir projeyi tanıtmıştı. Bu proje, deprem riski ile iç içe olan İstanbul'da olası bir afet anında, ve sonrasında kara yerine deniz üzerinde bir yaşamı hedefleyen ve buna kendi bakış açısı ile çözüm öneren bir projeydi. Benzer çalışmaları mum ile aradığımız bir ortamda kuşkusuz çok kıymetli. Projenin tasarım niteliklerinden çok, ortaya attığı sorun ve buna çözüm önermesini önemsemeliyiz, zira neredeyse türünün ilk örneklerinden birini teşkil ediyor bu çalışma.
Deprem, iklim değişimi, kirlilik sonrası bozulan ekosistem, deniz ulaşımı, yerel ve bireysel enerji kaynağı olarak deniz…
Özetle vapur romantizminden veya boğazda rakı – balık keyfinden bir adım öteye taşımamız gereken bir unsur olarak deniz.
Sanırım tüm genç yaratıcıların, girişimcilerin ve eğitimden sorumlu olan meslektaşlarımın ilgisini bekliyor. Hani yeni bir sergi tasarlasam, sadece denizleri konu edinirdim, konu başlıkları da yapılabileceklerde, derler ya: derya gibi!.. Ve görünen o ki, geleceğin yaşamı su'dan ibaret.