I.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, uluslararası alanda sesi duyulmayan, hemen yanı başındaki büyük tehlikelere ya da olumlu/olumsuz gelişmelere müdahil olabilmenin (diplomatik, askeri, ekonomik) araçlarına sahip olamayan veya bu araçların "çok azına" sahip olan bir devlet. Kıbrıs Türk toplumu ise yaşadığı coğrafyadaki netameli gidişatın baskısı altında, zaman zaman, çözülmesi en kolay gündelik konuları bile elinin kolunun bağlı olmasıyla açıklayan; fakat "çoğu zaman", haklı gerekçelerle, yaşadığı coğrafyadaki gelişmelerden kaygılanan ve bir tür "yetersizlik"/engellenmişlik hissiyle yaşayan bir toplum. Ancak aynı zamanda Kıbrıs Türk toplumu, bu hissin yarattığı psikolojik hasarı tazmin ve telafi edecek ve belki de onu müzmin depresif bir toplum olmaktan bir ölçüde koruyacak şekilde Kıbrıs’ta söz sahibi bir özne olarak yaşamanın mücadelesini veren bir toplum. Yani Kıbrıslı Türklerin, kendi yaşadığı coğrafyada, bizzat kendini ilgilendiren konularda çoğu zaman muktedir/müdahil bir pozisyonda olamayışının tarihsel dayanakları varsa, yaşadığı adada iradesine sahip çıkmak için mücadele etmesinin de oldukça somut tarihsel dayanakları var. Bu motivasyonsa farklı momentlerde, farklı muhataplar karşısında zaman zaman kendini gösteriyor. Bazen bir referandumda, bazen bir grevde, bazen hükümetlerin iki toplumu ayrıştırma çabasına karşı bir eylemde, bazense bir cumhurbaşkanlığı seçiminde… Önemli dönemeçlerde, Kıbrıs Türk toplumu, muhataplarına, tüm farklılık ve iç ayrışmalarına rağmen "biz de varız, buradayız" diyebiliyor. Fiilî (de facto) bölünmüşlüğün sonucu olarak çevresinde olup bitenler karşısında özne olmanın birçok aracından yoksun kalmış bir toplumdan, içeride olup bitenlere dair söz söyleme hakkını da tamamen çekip almaya çalıştığınızda ya da en azından böyle bir izlenim yarattığınızda, (toplumun tamamı değil belki ama) azımsanamayacak bir bölümü bundan rahatsız oluyor. Öte yandan, bu tepkinin oya tahvil edil(e)mediği, sandığa bütün netliğiyle yansımadığı durumlarda bile, Kıbrıs’ın kuzeyinde içeriyi belirleme iradesini tamamen ve gönüllü olarak başka bir topluma ya da devlete teslim etmeye hazır kalabalıklar olduğunu düşünmek, Kıbrıs’ın kuzeyine ve Kıbrıs Türk toplumsal yapısına dair fikir sahibi olmamaktır. Eğer böyle bir durum olsaydı, bugünkü meseleler şöyle dursun, Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan sonra, 1960’lı yıllarda Kıbrıslı Türkler bu kadar kayıp yaşamazdı.
Kıbrıs’ın kuzeyindeki siyaseti anlamaya çalışırken, toplumun içinde bulunduğu, yukarıda değindiğim bu ikili durumu göz önünde bulundurmak; en azından, içeride olup bitenlere eldeki imkânlar dâhilinde ses çıkarabilmenin ve müdahil olabilmenin bu toplumun nefes alabileceği neredeyse tek alan olduğunu ve buna saygı göstermek gerektiğini akılda tutmak lazım.
Bu yazı, Kıbrıslı Türklerin mücadele tarihi üzerine konuşma yazısı değil; fakat son zamanlarda Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı etrafında yürüyen tartışmalardan da hareketle, Kıbrıslı Türklerin özne olma çabası ya da arzusu, yaklaşan KKTC cumhurbaşkanlığı seçimleri üzerine konuşmaya zemin sağlıyor. Cumhurbaşkanlığı makamı ve ekimde yapılması planlanan cumhurbaşkanlığı seçimi bu çabada, her şeyden fazla önem arz ediyor; bu çaba bağlamında çok merkezî bir konum işgal ediyor. Çünkü bu makam ve bizzat seçimlerin kendisi, izolasyonlar altında yaşayan bir toplumun aynı anda hem içeriye hem de dışarıya söz söyleyebilme imkânının kesiştiği yerde duruyor. Her şeyden evvel cumhurbaşkanlığı, sağcısıyla solcusuyla, federasyoncusu ya da konfederasyoncusuyla bütün Kıbrıslı Türklerin dışarıya açılan tek penceresi ve dışarıya (aslında o da kısıtlanmış bir çerçevede olsa da) sözünü duyurabilmenin yegâne enstrümanı... Dolayısıyla KKTC cumhurbaşkanına karşı tehditkâr bir tavır takındığınız ve seçmeni bir tavır almaya zorladığınız ya da böyle bir intiba uyandırdığınız zaman, aslında Kıbrıslı Türklerin hem içeride hem de "istisnai olarak" dışarıda söz söyleme hakkına karşı tehditkâr ve zorlayıcı bir tavır takınmış oluyorsunuz. Bu, hâlihazırda kimin cumhurbaşkanı olduğundan ve o cumhurbaşkanının neyi savunduğundan çok daha önemli ve esasen onun kim olduğundan da bağımsız…
II.
Son zamanlarda, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı hangi programa çıksa, ona muhakkak, bir biçimde, Türkiye karşıtı olup olmadığı soruluyor ve esasen onun Türkiye’ye olan sadakati sorgulanıyor. AKP medyası ise Akıncı’ya söz hakkı verme gereği duymaksızın, onu "Rumların Akıncı’sı" ve "Türkiye düşmanı" ilan ediyor. Buradan hareketle, Covid - 19 salgınından dolayı bir kez daha ertelenmediği takdirde 11 Ekim’de yapılacak olan KKTC cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken şu soru da önem kazanıyor: Mustafa Akıncı’nın siyasal pozisyonu nedir?
Öncelikle, tam da seçimler yaklaşırken alevlenen bu tartışmada, "Akıncı’nın Türkiye’ye (aslında AKP hükümetine) karşı tavrı nedir?" sorusunu tersine çevirip, bir de "AKP hükümetinin Kıbrıslı Türklere karşı tavrı nedir?" sorusunu sormak gerekiyor. Çünkü Cumhurbaşkanı Akıncı şu anda durduğu siyasal pozisyonu sıfırdan inşa etmiyor; iddia edildiği gibi Türkiye’ye karşı düşmanca açıklamalar yapmıyor; seçim kampanyasını da bir düşmanlığın üzerine inşa etmiyor. Böyle bir yaklaşımı ya da imayı herhangi bir konuşmasından ya da röportajından çıkarmak için oldukça zorlama bir okuma yapmak lazım. Dahası Akıncı, Türkiye’ye düşman olmadığını, bunun mümkün de olmadığını her fırsatta yineliyor. Fakat Akıncı’nın Türkiye ile KKTC arasında anavatan-yavru vatan ilişkisi yerine, eşitler arası ya da belki eşit "özneler" arası bir ilişkiyi ikame etme çabası Ankara tarafından hasmane bir tutum olarak görülüyor. Ankara’nın ve AKP medyasının buna karşı takındığı tavırsa Kıbrıs’ın kuzeyinde büyük tartışma yaratıyor ve toplumun önemli bir bölümü tarafından cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahale olarak algılanıyor.
Aslında AKP medyası bir yana, doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı Erdoğan, zaman zaman farklı devletlerin liderlerine dair oldukça sert açıklamalar yapıyor. Akıncı’nın hedef alınması, bu bakımdan istisnai değil; ancak istisnai olan Türkiye ile KKTC arasındaki ekonomik, sosyal, kültürel ve daha birçok alanda tezahür eden ilişkiler… Bu ilişkilerden kaynaklı olarak, Kıbrıs hakkında Türkiye’de yapılan en ufak açıklama ya da atılan en küçük adım, Türkiye kamuoyuyla kıyaslanmayacak oranda Kıbrıs’ın kuzeyinde yankı buluyor, tartışılıyor ve buradaki gündemi belirliyor. Yeni Şafak’ın 10 Eylül 2020’de yaptığı gibi "Rumların Akıncı'sı: Seçimler öncesi stratejisini ‘Türkiye düşmanlığı’ üzerine kurdu" gibi bir ifadeyi manşete çektiğinizde ise "Akıncı’ya karşı AKP" ya da "Akıncı’ya karşı Türkiye" denklemi üzerine konuşulması ve bu konunun Kıbrıs’ın kuzeyinin ana başlıklarından biri haline gelmesi kaçınılmaz oluyor.
Tartışmanın fitili Lefkoşa’dan değil, Ankara’dan ateşlendiğine göre, bu bölümün başındaki soruyu, "Akıncı'nın siyasal pozisyonu nedir?" sorusunu biraz değiştireyim: Ankara’nın tavrı ve bu tavrın Kıbrıs’ın kuzeyindeki yansımaları, Akıncı’yı nasıl bir pozisyona itiyor? Akıncı, AKP hükümeti ve medyası tarafından çekilen çizgiyi, yani "ya Akıncı ya Türkiye!" çizgisini; Kıbrıs’ın kuzeyinin toplumsal yapısına, bilhassa da soldaki seçmenlerin duyarlılıklarına uygun bir siyasal çizgiye, yani "ya Kıbrıslı Türklerin özgür iradesi ya tam biat" çizgisine tercüme ediyor. Öncelikle, Akıncı’nın toplumu Türkiye düşmanlığına ittiği ve buradan hareketle kutuplaştırdığı iddiası gerçekçi değil. Çünkü Kıbrıs’ın kuzeyinde Türkiye düşmanlığı üzerinden bir seçim kampanyası kurgulamak ve tek başına Türkiye’ye düşman olma motivasyonuyla seçim kazandıracak ölçüde geniş bir taban kazanmak mümkün olmadığı gibi, toplumu Türkiye’dekine benzer şekilde farklı kimliklere ya da siyasal tercihlere paralel biçimde kutuplaştırmak/kamplaştırmak, yukarıdan aşağıya sert bir yarılma yaratmak da mümkün değil. Ancak cumhurbaşkanlığı seçimi gibi, müzakere masasında Kıbrıs’ın kaderini doğrudan ve derinden etkileyebilecek bir seçimin arifesindeyken, Kıbrıslı Türklerin iradesine vurgu yaparak, bu vurgu üzerinden, bu iradeye müdahale edilmesine duyulan tepkiyi oya tahvil etmek fazlasıyla mümkün… Akıncı, bu dönemde tam olarak bunu yapıyor. Normal şartlar altında konfederasyon ya da KKTC’nin bağımsızlığını savunan sağ adaylara karşı federasyonu öne çıkarmakla yetinecek ve (tam da bu nedenle) kendi döneminde bir sonuca ulaşılamamış olmasına da bir açıklama getirecek olan Akıncı, Ankara’dan gelen tazyik sayesinde/nedeniyle hareket alanını genişletiyor. Hareket alanını genişlettiği gibi, aslında merkez solda bu konjonktürde seslenebileceğinden daha geniş bir seçmen havuzuna hitap ediyor. Yine buraya seslenmesi beklenen merkez solun diğer adayını ise o seçmenin gözünde zayıflatıyor.
III.
Bu noktada yazının girizgâhında bahsettiğim meseleye dönmek gerekiyor. Daha önce, başka yerlerde (1), Kıbrıs’ın kuzeyinde 2016’da Halkın Partisi’nin (HP) kurulmasıyla beraber, Kıbrıs Türk siyasetine, eskiden çok daha az önem verilen bir unsurun, yani "sosyal politika"nın dâhil edildiğini belirtmiştim. Hatta "sosyal politika", adım adım politikanın (politics) içini boşaltarak, bu alanı domine etmişti. Aslında yersiz olmayan bu çabadan, "İçeride, kendi başımıza, biz ne yapabiliriz?" sorusuna cevap verme çabasından hareketle, oldukça abartılı ve çarpıtılmış bir cevaba vasıl olunmuştu Kıbrıs’ın kuzeyinde. Yani içeride irade gösterebilmenin "sözde" yeni kanalları açılmıştı: "Biz, KKTC’de, diğer devletlerde olduğu gibi, her alanda sosyal politika geliştirebilir ve meclis/hükümet kanalıyla bu toplumun kaderini değiştirebiliriz." Buradaki temel sorun, yapısal engellerin hiç hesaba katılmamış olmasıydı. Öte yandan, HP’nin sosyal politika önerilerine eşlik eden "çözüm olmadığı durumda yolumuza bakarız" söylemi de geleneksel Kıbrıs Türk sağının, bugüne kadar yürüdüğünden daha meşru bir yolda yürüyebilmesinin vasatını yaratmıştı. Bundan bir kez daha uzun uzun bahsetmeyeceğim; fakat bu abartılı ve bir o kadar da gerçekçilikten uzak cevap bile aslında o dönemde, "özne" olmanın (ya da kendi ayakları üzerinde durmanın, kendine yetebilmenin) yollarını arayan bir toplumun (en azından bir kısmının) bir çıkış bulma arayışına görece "tatminkâr" bir cevap üretiyordu. Yani Kıbrıs’ın kuzeyinde, KKTC’nin bağımsızlığını ya da konfederasyonu savunan geleneksel sağın kendini yenilediği, yenilemeye çalıştığı dönemde de, aslında örtük olarak KKTC’nin restore edilerek yoluna devamını savunan kesimlerin ya da daha önemlisi kendine çıkış arayan sağ tabanın bile "tam biat" gibi bir motivasyonu olduğunu söyleyemeyiz. Kıbrıs’ın kuzeyinde sağ siyaset ve taban, kendini yenilemeye çalışırken böyle bir yola meyletmedi. Böyle olmadığı gibi, Kıbrıslı Türklerin iradesine yapılan vurgunun ya da her şeyden çok ve her şeyden önce buraya vurgu yapmanın, kaçınılmaz olarak Türkiye düşmanlığı içerdiğini iddia etmek de son derece yanlış. Geçtiğimiz günlerde Cüneyt Özdemir’in programına katılan, partisi Kıbrıs’ın kuzeyinde çoğu zaman kilit bir rol oynayan ve önümüzdeki seçimlerde de cumhurbaşkanlığına sağdan aday olan Serdar Denktaş da aslında bu söylediğimle çelişmeyen bir yerde duruyor. Denktaş, Türkiye ile "anavatan"-"yavru vatan" çerçevesi içinde kalarak iyi ilişkiler kurulmasını söylerken bile, Kıbrıs Türk toplumunun kendini ilgilendiren konularda söz sahibi olduğunun unutulmaması gerektiğinin altını çiziyor. Hatta şöyle diyebiliriz: Bunun altını çizme ihtiyacı duyuyor. Dolayısıyla, bu seçimlerin sonucunu dolaysız şekilde bir adayın aleyhine ya da lehine değiştirmek yönünde atılacak herhangi bir adımın ya da açıklamanın toplumun azımsanmayacak bir kesiminde, hatta her durumda Türkiye’yle iyi ilişkileri savunan geleneksel sağ tabanın önemli bir kısmında bile tepki uyandırması çok şaşırtıcı değil. Hatta umulanın tam tersi sonuçlar doğurabilir bu tip girişimler. Bunu da aşağıdaki bölümde açacağım.
IV.
İki şeyi aynı anda kabul etmek gerekiyor. Birincisi, Kıbrıs’ta seçmenlerin bir bölümü iradesine müdahale edildiğini düşündüğü her durumda, bu müdahale nereden gelirse gelsin, tepkisel bir tavır içine girer ve bu tavır siyasallaştırılabilir, oya tahvil edilebilir bir tavırdır. Ancak bir o kadar gerçek olan şey de şudur: Kıbrıs’ın kuzeyinde Türkiye ile cepheden zıtlaşan ya da Türkiye’nin cepheden karşı çıktığı bir cumhurbaşkanının ileride sorun olacağını düşünen, bundan ötürü pragmatik davranmayı tercih eden bir taban da vardır. Bu iki farklı taban da iradesine müdahale edilmesini istemeyebilir, bundan rahatsız olabilir (hatta pragmatik davranan bu tabanın bir kısmı, içeride "özne" olmanın gerekliliğini kararlı şekilde savunuyor da olabilir); ancak oy davranışındaki tek motivasyonun her zaman bu rahatsızlık olduğu ya da bu tepkiye uygun bir seçmen davranışının kaçınılmaz olduğu doğru değil. Bu iki tespitten hareketle şunu söylemek de mümkün: Türkiye’den Akıncı’ya gelen tazyik ve bunun seçimlere dönük olarak siyasallaşması, seçimleri kaçınılmaz olarak (ve çok büyük ölçüde) tek başlığa sıkıştırıyor ve diğer tüm başlıklar bir kenara, Türkiye’den duyulan sese Kıbrıs’ın kuzeyinde verilen tepkinin temel belirleyen olmasına neden oluyor. "Ankara’nın istediği aday mı, yoksa karşı olduğu aday mı?" veya "irade mi, yoksa pragmatizm mi?" soruları, diğer tüm adayların seslerini de cılızlaştırıyor ve bu sesleri normalde olacağından çok daha az duyulur hale getiriyor. Örneğin merkez solun iki adayı, adeta tek adaya iniyor ve "Rumların Akıncı’sı" manşeti tepkisel olarak "Kıbrıslı Türkler’in Akıncı’sı"nı ya da tam tersine Türkiye ile koşulsuz olarak iyi geçinmeyi savunan ve Türkiye’nin de sempatiyle baktığı "AKP’nin Ersin Tatar’ı"nı doğuruyor. Bu ise Akıncı’yı zayıflatmıyor, aksine sol seçmen tabanının Akıncı etrafında toplanmasına neden oluyor ya da bunu sağlıyor. Dolayısıyla, murat edilen Akıncı’nın zayıflatılmasıysa, Akıncı’ya yönelik her çıkış tam tersi yönde bir etki doğuruyor. Her şey bir kenara, seçimlerde konuşulması gereken esas konular, yani Maraş’ın açılması, yeşil hat tüzüğü, sporda uluslararası alanda sahaya çıkabilmeye dönük projeler gibi yine doğrudan cumhurbaşkanlığını ilgilendiren konular, tamamen bu tartışmanın gölgesinde kalıyor.
(1) Kısa bir değerlendirme için şuraya bakılabilir: https://www.birikimdergisi.com/guncel/7486/kktcnin-yeni-partisi