Daha sonra Gazeteciliği-iletişimi de emrine sunduğumuz halk diplomasisi için kültür-sanat etkinliklerini, vazgeçilmez birer araç olarak seçmiştik, yine öyle devam ediyoruz…
Türkiye’den bizzat davet ettiğimiz ya da gelişlerinde hayli rol aldığımız farklı disiplinlerden sanatçıların gidişinden sonra asıl, güzel bir demli çayın soğuması; bir Osmanlı, ör: demir hindi (Tamaris Hindus yani Hurma suyu) şurubunun, bir süre sonra bardak dibinde biriken tortuları gibi, intibalar da yavaş-yavaş dökülür insanların ağızlarından…
Kafkasya’nın en Anadolulu toplumu unvanına sahip, Ermenistan halkının eski Anadolu veya bugün bile kıyıda köşede rastlanılan kadim misafirperverlik alışkanlığı devam ediyor. Bir konuda itirazları bile olsa boş ver belki yanlış anlaşılır deyip merakını bastırır ve / veya sizi bir kenara çeker, olmadı onların gitmesinden sonra başlarlar sorularını yöneltmeye…
Yıllar önce, bu inceliği anlamaz yahu onca gün birlikteydik, bu soruları onlar burada oldukları zaman sorsaydınız ya, diye hayıflanırdık…
Yıllar içinde, uzun süreler ama farklı toplumlarda yaşamış olmanın hasbelkader tecrübesiyle, biraz her yerde böyle olduğunu, nüanslarla farklılık arz ettiğini, Paris, İstanbul, Kayseri, Yerevan ve Dikranagert (Diyarbakır)’te de böyle olduğunu fark ettik… Hatta aynı sanatçı / grubun gidişlerinden sonra farklı toplumlarda hangi soruların sorulabileceğini bilir olduk.
Böylece, sanatçılar daha oradayken, gidişlerinden sonra halkın soracaklarını, biz kendimiz, herkesin önünde sormaya başladık. İlk başta şaşkınlık yarattı ama herkes için de rahatlatıcı oldu… Misafir eden - olanların, eteklerindeki merak - açıklama taşlarını, böylece kendi eteğimize almış oluyorduk… Eh halk diplomatlığı ve basit etkinlik düzenleyicisi arasındaki farklardan biri de bu olmalıydı zaten…
Frankfurt’ta, Ali Ertem ve Bülent Gül’ün başını çektikleri, arkadaşlarıyla kurdukları, salt Ermeni, Türkiyeli, Süryani, Kürt, İslami, Laik, Alevi, Yahudi, Rum, Pontus, Hemşinli diyasporaların değil Almanya, Fransa, ABD, Ermenistan, İsveç, Azerbaycan ülkelerinde, resmi ve sivil kesimlerce tanınmış, ciddi bir STK var. Adı Soykırım Karşıtı Derneği…
Fransızların 1945’te Cezayir’de İslami halka, Nazi Almanya’sının II. Cihan Harbi’nde başta Yahudiler, Çingene, sakat, zihinden özürlü, Mason, lezbiyen-eşcinsellere, 1994’te Rwanda’da Tutsi ve ılımlı Hutulara, Interhawe yani ırkçı Hutular eliyle Belçikalıların, 1492’de Amerika’yı işgâl edenlerin ise, yerli halka karşı yaptıkları soykırım / soykırıma varan katliamları, toplumu bilinçlendirmek için, hatırlatan kurumdur. Osmanlı’da darbe ile gelmiş, kendilerine Jeune Turc (Genç Türk) diye tanımlayan İttihat-Terakki Partisi’nin, 1915 ve öncesinde, Rum-Pontus, Kürt, Ermeni tabasına karşı uyguladıklarına da keza tabii.
24 Nisan 1999’da Ermenistan’da, Soykırım Anıtı’na dünyadan gelenlerle, ellerde pankart, resmen katılan ilk Türk-Kürt heyet işte SKD tarafından oluşturulmuştu… Jean Claude Kebapçıyan ile bu operasyonu, heyete baştan sona eşlik ederek, gerçekleştirmiştik. O zaman NATO ile işbirliği yaparak bir heyet getirmemiz, bunun altında derin Türkiye’nin parmağı oluşu, ne isterseniz duymuştuk… Tabi olumlu tepkiler de almıştık, ilerleyen zamanlarda asıl kalan, belirleyici olan bunlar olmuştu.. Ama hep aynı şeyleri açıklamak yorucuydu…
Yılların önyargılarını kırmak, Diyaspora’da meşakkatliydi; Ermenistan’da o kadar değildi
Sebebi basit aslında, soykırımın doğrudan meyvesi Ermenistan değil, Diaspora’ydı…
Dolayısıyla, yönetmen Nezahat Gündoğan, sevgili eşi, araştırmacı-yazar, yapımcı Kazım Gündoğan’ların Vank’ın Çocukları filminin, Batı Ermenileri Ulusal Kongresi, Kültür Komisyonu Bşk’ı, eski milletvekili, Arakadz Akhoyan sayesinde gerçekleştirdiğimiz Yerevan Gala’sı için, bir broşür hazırlamıştık. Burada, işte, onların eve döndükten sonra, Ermenistanlıların sorması muhtemel soruyu önceden sormuş ve aldığımız cevabı da yayınlamıştık broşürde. Açılış konuşmamızda da, yine bendeniz, kendilerini tanıtırken, gerekenleri söylemiştim. Dediğimiz gibi hem davet edilenler, hem de davet edenler için çok rahatlatıcı ve en önemlisi tatminkâr oldu bu yöntem… Nasıl mı? İşte şöyle..
***
‘Dersim’in bu cesur çocukları, Nezahat-Kâzım Gündoğan’a sizin için kısadan sorduk: ‘Peki, neden böyle meşakkatli bir konuya eğildiniz? Neden böyle bir yol seçtiniz?’
‘(…)Amacımız resmi tarihin yok saydığı hatta çarpıttığı hakikatleri sinemayla bilinir kılmak, kanayan yaraların sarılmasına katkıda bulunmaktır …’
2004 yılından beri Dersim tarihi, kültürü ve doğası üzerine sözlü tarih çalışmaları, belgesel film yapıyor ve bu konular hakkında kitaplar yazıyoruz. İlk belgesel filmimiz; Dersim’de yapılması planlanan, yapılan, barajların, doğa, kültürel değerler, sosyal yaşam üzerindeki etkilerini konu alan Munzur Akmazsa’dır.
İkinci belgeselimiz; Türkiye’de 72 yıl sonra Dersim Tertelesi (soykırımı)‘ni gündeme getiren, bu konuda tartışma yaratan İki Tutam Saç-Dersim’in Kayıp Kızları (2010).
Üçüncü filmimiz; Dersim Tertelesi sonrası yaşanılan sarsıntı-bellek kaybı, aynı zamanda failler cephesinden itiraf ve yüzleşme sürecinin önünü açan Hay Way Zaman (2013).
Dördüncüsü; iki tertele yaşamış Ermenilerin trajedisini anlatan Vank’ın Çocukları…
Bu çalışmalar ve araştırmalar sürecinin ürünü olan kitaplarımız; Dersim’in Kayıp Kızları-Tertele Çeneku ve Keşiş’in Torunları- Dersimli Ermeniler -1, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e İslamcı ve Türkçü tarih tezi hakikatleri yok sayarak ve çarpıtarak yazmaktadır.
Osmanlı tarihi, İslam olmayan toplumların İslamlaştırılması tarihidir. Cumhuriyet ise Türk olmayan etnik kimlikleri Türkleştirme ve İslamlaştırma tarihidir diyebiliriz.
1914 Rum, 1915 Ermeni soykırımları ve 1937/38 Dersim Tertelesi insanlığa karşı suçlar ama ekseriyetle bunlardan habersiz ve yok saymaktalar. O ırkçı-dinci zihniyetle yüzleşme yaşanmadığı, zihniyet mahkûm edilmediği için yenilerin işlendiğini görüyoruz…
TC Devleti tarafından doğrudan işlenmiş Dersim Tertelesi suçunun II. kuşak mağdurlarıyız. Tarihi-toplumsal meselelere, evrensel insan hakkı, değeriyle bakarız. Dersim Tertelesi’ni açığa çıkarmak, anlatmak, yüzleşme sürecinin parçası olmak istiyoruz. İlerleme sağlandığı söylenebilir. Dersim’in gerçekliğini açığa çıkarırken; Ermeni halkını çalışmamak vefasızlık olurdu. Keşiş’in Torunları kitabı, Vank’ın Çocukları filmimizle, eksiği tamamladık sanki...
Amacımız resmi tarihte, yok olan hatta çarpıtılan hakikatleri sinema sanatıyla bilinir kılmak ve kanayan olan yaraların sarılmasına katkıda bulunmaktır…’ İşte Gündoğanların özü de bu sözü de… Onları tanımaktan inan gurur duyuyor…
Gelecek yazımızda, bu sefer kendimiz tarafından insanlara kim bu insanlar, neden bu işlerle uğraşıyorlar, Türkiye toplumunda böyle insanlar nasıl oluyor da var ve neden? gibi film gösteriminden önce, açılışta, bizzat sorduğumuz soru ve verdiğimiz cevabı aktaracağız…