1991’de, I. Körfez Savaşı’nda, ABD’nin hem doğal hem de konjonktürel müttefiki Türkiye Cumhuriyeti Devleti, zor durumda kalmıştı…
ABD’ye destek vermek hatta onunla ortaklık yapmak isterken; ABD’nin yerel müttefiki Kürtler olunca, garip bir durum hâsıl olmuştu… Türkiye, müttefikinin müttefiki olan Irak Kürtlerinin soydaşlarının kimliğini dâhi, kendi ülkesinde kabul etmeyen bir konumdaydı.
Bu, ABD’nin ayağına bağ niteliğindeydi ve ivedilikle çözülmesi gereken bir durumdu…
Gerçi altının doldurulması zaman aldı ama Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 1991’de Diyarbakır’ı ziyaret edip Kürt realitesini tanıyoruz diye beyan etti ve bu tesadüf değildi…
Geçti zaman, sular aktı köprülerin altından ve…
Başbakan Mesut Yılmaz’ın AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer beyanı da bu sebepleydi… Başbakan Tansu Çiller’in başta (Beco / Berç) Behçet Cantürk, birçok Kürt işadamının tasfiyesi gibi uygulamalarıyla Kürt realitesini tanımanın altının doldurulması ertelendi…
Derken iktidara geldi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan…
% 30’lardan - % 50’leri aşan bir potansiyel ile yerini sağlamlaştıran, özü itibariyle Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, kısaca çözümü yarım kalmış başlıca üç ayrı sorunun birisine ait zümrenin temsilcisi olarak Başbakan olmuştu…
1923 Cumhuriyeti, çözümü tamamlanmamış üç sorunla kurulmuş olduğunu biliyoruz…
2000’e gelindiğinde, Kemalist-Beyaz Türkler diye niteleyeceğimiz zümrenin tüm versiyonları bu sorunları çözmek bir yana, daha da azdırmaktan başka bir şey yapamadılar…
Böylece Cumhuriyet’le hesabı olan üç zümreden biri, mütedeyyinlerin temsilcisine kalmıştı bir başka temel sorunu çözmek görevi sanki…
Zaman geçip, devran değişip, köprülerin altından nice sular akıp, eski çamlar bardak olunca, Türkiye Başbakan Erdoğan’ın nezdinde (yine) ABD’yle ‘müttefiklik gereği’ Suriye’ye karşı hatta Orta Doğu’da ağabeylik yapmaya o kadar ileri gitti ki, yine ilginç bir konumda kaldı:
İkinci bir Kürdistan’ın kuruluşuyla (hipotez) üçayaklı Büyük Kürdistan’ın ikinci ayağı da kurulmuş olur; tüm gözler büyük iştahla üçüncü ayağa dikilebilirdi; üçüncü ayak ise hâlâ Kürt Sorunu’nu çözememiş olan Türkiye’nin güney doğusundan başka yerde değildi…
Özetçe, Türkiye’nin kendi eliyle Kürt Sorunu’nu çözmüş intibaı bırakacak somut adımlar atmasıyla, Türkiye’nin bütünlüğü-birlik-beraberliği korunmuş olacak ve de Suriye ve Orta Doğu’da Türkiye’nin gittikçe zayıflayan rolü, bu sefer sahici aktörlüğe dönmüş olacaktı.
Türkiye, imparatorluk sonrası tabii ulus-devlet refleksleriyle, Ermeni Sorunu’nu reddederek, Kürt realitesini tanımayarak, mütedeyyin kesimi adam yerine koymayarak, milliyetçilik yaptı. Yaptığını zannetti, hâlbuki gerçi hemen sınırlar değişmez ama (zaten önemi de kalmadı) ulus devlet modelini terk edip demokratik devlete dönüşerek, çok anlamda etkisini Misak-ı Milli sınırlarını taşırdığında, daha akıllı bir milliyetçilik yapmanın hazını duyacaktır umarız…
Böylece, sıra Ermeni Sorunu’na gelir, Türk bayrakları çoğalır gönüllüce…
1991’de I. Körfez Savaşı’yla başlayan Kürt Realitesinin tanımı, Suriye (Arap) Baharı’yla 21 Mart 2013 Newroz-Nevruz Bayramı’nda önemli bir aşama kat etti. Askeri vesayet büyük (kısmen, nahif olmayalım) ölçüde denetim altına girdi, mütedeyyinlerin sorunu halledilmiş oldu, Kürt Sorunu’ndan…bahsettik zaten; sıra gelir Ermeni Sorunu’na, 2015’e ramak kala…
Bugün Amed’de (Diyarbakır’da) kerhen üç Türkiye bayrağının göstermelik dalgalanması yerine, yarın gönüllüce ve çokça dalgalanmasını görmeyi ve bundan haklı bir gurur duymayı tercih etmeli yani anlayışlı olmalıyız bence…
Zira İstiklâl Marşı, Türkiye bayrağı gibi milli değerler, Diyarbakır hapishanelerinde işkence aracı olarak kullanıldıklarında hayli yıprandılar; dolayısıyla bu izlerin silinmesi zaman alacak, acele etmeye pek hakkımız yok…