Hiç de öyle hasbelkader filan demeyeceğim, zira değil çünkü…
Evet, seçilmiş olduğum İstanbul’un Adalar İlçesi’nde abartmasız haftanın yedi günü ve 24 saat üretmekte, tasalanmakta, eğlenmekte, sinirlenmekte, atmış olan tepemi sakinleştirmekte, namertlerin defterini en ama en iyi nasıl dürerim, zayıflara nasıl kol-kanat gererim diye dert etmekte, velhasıl y a ş a m a y a çalışmaktayım…
Moda, Kadıköy, Erenköy, Yeniköy, Ortaköy, Beşiktaş, Arnavutköy, Sarıyer, Büyükdere gibi daha dün (kırk yıl önce) nüfus olarak ezici (yoksa başka türlü ‘ezici’ olmaları mevzubahis olamazdı) veya önemli oranda farklı dini-kültür-etnik kökenden ama ülkemizin asıl, kadim mi kadim insanlarının, bugün ancak izlerinin okunabildiği yerlere işim düşüyor sıkça…
Kurban ve Ramazan Bayramlarında, kendilerini tebrike gelmiş, sessizce cami avlusunun kapıya yakın bir yerinde toplanmış, namazdan sonra birbirleriyle bayramlaşan semt halkını güler yüzleriyle selamlayan ve tebrike gelen Hıristiyan ve Yahudi komşularının kadrini bilen, Sünni-Hanefi-Müslüman-Türk doğmuşları tenzih ediyoruz…
Zira onlar, ülkemizde artık kelaynak kuşları gibi kalmış, farklı din, kültür, etnik kökenden gelmiş ama bu toprakların asıl, kadim vatandaşları gibi, kendileri de azınlık kalmışlardır.
Zira onlar, her Noel ve Paskalya’da en güzel elbiselerini giymiş, Kilise’ye girerek, Rom Kipur ve Pesah’ta ise Sinagog’un bahçesinde birikerek, ayini baştanbaşa izleyerek, mumları yakarak, tabii ki içlerinden istedikleri kendi dualarını ederek, komşularını güzel günlerinde de yalnız bırakmayarak, güzellikleri paylaşma gibi kalite içeren duyguları olan insanlardır…
Ülkemizin yüz akı, canım insanlarımıza Allah’tan sağlık, kısmet, huzur, bereket niyaz ederiz… Bu insanları, hâşâ olur a, yanlışlığa kurban etmeye kalkanların da, nereden gelirlerse gelsinler, hangi aidiyete mensup olurlarsa olsunlar, alınlarını karışlarız evvel Allah…
Çok ilginçtir, yukarıda arz ettiğim sosyolojik ve tarihi özellikleri taşıyan bütün bu değişik semtlerde aynı tip insanlardan, aynı tip tepkiler geliyor…
Bir zamanlar, evlerine temizliğe gelen ve aman efendim ne denli hümanist olduklarını ilan edercesine, beraber üzülüp yine beraber kahkahalar attıkları, aynı sofraya oturup yemek yedikleri can ve ciğer teyzelerin başörtüleri hiç konu olmazken, bugün gözlerine batıyor…
Zira onlar, o eve gelen yardımcı kadınlar, akşam olunca gidiveriyorlardı kendi evlerine… Artık başörtülü kadınlar, evlerine temizlik yaptıkları hanımın semti, adayı paylaşıyorlar…
Evlerine, temizlesinler diye, haftada bir gün, birkaç saat görüp yarenlik ettikleri bu kadınları, artık her sokağa çıkışlarında, her yerde görmeye başladılar… Yani başörtülü kadınlar diye tercüme edilen, genelleştirilen ama aslında taşra dinamizmini temsil eden vatandaşlar, metropollerin günlük yaşamına girdiler; bu eski sakinleri rahatsız ediyor, mesele bu…
Ay canım, ne kadar da rahatsız olurmuş, şu yerli mi yerli (!) hanımlar…
Meğer ne acı şeymiş, insanın yıllar-kuşaklar boyu bir tür kültür-yaşam tarzı haline getirdiği, inşa ettiği geleneklerin hoyratça başkaları tarafından tar-u mar edilmesi, değil mi?
Ama hiç ama hiç siyasi aidiyet özelliği taşımayan maşallah, bu gasp-işgal (diyelim) kültürü sayesinde, zamanında milletin malına, evine, mülküne namusuna, Hakk’ına el konulduğu zaman nasıl bir durum hâsıl olduysa, şimdi benzeri hâsıl olmaktadır, şikâyet etmek niye?
Üstüne üstlük Adalıyız, Yeniköylüyüz, Doğma büyüme Sarıyerliyiz vs demezler mi?
Peki, demezler mi insana Sen Adalı, Yeniköylü, Modalı, şuralı olmuşsun, nasıl olmuşsun, hele bir öksür, öksür de sana bir Çok yaşa çekelim diye… Aslında sosyoloji doktorası tez kanunu bu… Bu tip yerleşim yerlerine yerleşen insanların yerleşim hikâyeleri…
Aynı tür yani neme nem İstanbullu oldukları çok tartışılır hikâyelerle dolu insanlar, kalkıp bir de Abi, şu esmer vatandaşlar bozdu buraları demeler mi?
Yine böyle taksi muhabbeti sonunda, beni şoför Abi kusura bakma elimden kaza çıkacak para da istemiyorum, şurada in abi, benim işim var demişti iyi mi?
Zira dayanamayıp, Vallahi neyi bozup bozmadıklarını bilmiyorum ama evlerini yakarak, hepsini potansiyel terörist addederek, dışkı yedirerek asıl bizim Kürtlerin keyiflerini bozduğumuz belli demiştim; yetmemiş, İstanbul’un keyfi zamanında bozulmuş, ev, bark, mülk, zenginlik, namuslarına utanmazca el koyarak gasp ederek diye eklemiştim…
Eh hak etmiştik tabii, palas pandalaş kapı dışarı edilmeyi arabadan…
Temizliğe gelip, haftada - on beş günde bir, evin içinde birkaç saat birlikte olunduğu takdirde gıııız hele gel biraz konuşah parfümüyle bezenmiş yarenlikler bile edilebilen başı örtülü kadınlar gibi; Kürtler de amele, işçi vs diye çalıştırıldıklarında yenilir-yutulur ama gel gör ki, günlük yaşamının aktör-aktrislerinden olduklarında ise keyifleri kaçırıyorlardı (!).
Türkiye’nin, Kürtlerden önce, örtülüleri keşfetmesi gerekiyordu…
Türkiye önce, başı örtülü vatandaşları keşfetti…
Öyle gerekiyordu…
Kürtlerin keşfi için, önce başı örtülülerin keşfi gerekliydi…
Kürtleri şimdi keşfeditor…
Sıra zahir Alevilere gelecek…
Nihayet sonrasında, farklı dini, kültürel ve etnik özelliklere sahip ama bir o kadar da ortak özelliklerimiz olan, gönüllerini kırmış olduğumuz sevgili Hıristiyan, Yahudi diyerek kısadan gidelim, asli mi asli olması gereken, vatandaşlarımızın keşfine gelir sıra…
Bir güzel gün Ülkemizdeki tüm Yahudi dinine mensup vatandaşlarımız, tüm dünyadaki Yahudi asıllı insanların Rom Kipur (veya Pesah) bayramını kutlar, hayırlara vesile olmasını dilerim der bakarsınız, Cumhurbaşkanı ve Başbakanımız mesela...
Tabii bu arada, Katolik-Ortodoks Noel’i (24-25 Aralık) ile alakası olmayan Ermeni Havari (Ortodoks) Noel Bayramı (5-6 Ocak) olan Surp Dzınunt yani İsa’nın Kutsal Doğuşu Bayramı’nın kutlanmasını da aynı ağızlardan duyarız inşallah…