2017’nin ilk günlerinde, Diyarbakır’da, “Sur sevgiyle yükseliyor’’ sloganı eşliğinde yapılan temel atma törenine katılanlar, büyük olasılıkla, bir babanın, oğlunun ölüsünü, üzerine inşa edilecek villaların altından çekip çıkarabilmek için verdiği mücadelenin farkında bile değildi. Diyarbakır’ın Sur ilçesinde, Aralık 2015 ile Mart 2016 arasında yaşanan sokağa çıkma yasakları sırasında devam eden çatışmalarda yaşamını yitiren ve yasak nedeniyle Sur’da gömülen 23 yaşındaki Hakan Arslan’ın cenazesine, ailesinin onlarca başvurusuna rağmen, dört yılın ardından hâlâ ulaşılamıyor.
Dağkapı’dan Gazi Caddesi’ne girmek, kentin kalbine doğru ilerlemek demek. Karadut suyu satanlar, tatlıcılarda burma kadayıfı yiyenler, tespih tezgahı açanlar, tarihi Hasan Paşa Hanı’nda kahvaltı edenler, çek çek arabasıyla karpuz taşıyanlar, ayaküstü şalvar dikenler, puşi alışverişi yapanlar, kuyumcular, bakırcılar, demirciler… Tezgahlarda tütün, kaçak çay, kavun, karpuz çekirdeği, şekerli badem, ceviz sucuğu... Sokak müzisyenleri çalıp söylüyor, ciğercilerden geceyarılarına dek duman yükseliyor, Sülüklü Han’da Süryani şarabı içiliyor, değme satıcıya taş çıkartan çocuklar Sipahiler Çarşısı’nda dükkan bekliyor, Ulu Camii’nin ihtişamı zaten bâkî…
Ne kadar ‘’egzotik’’ bir ‘’Doğu kenti’’ değil mi! Oysa Savaş Mahallesi’ndeki Dört Ayaklı Minare’nin önünde selfie çekenleri görünce, koca bir yanılsama insanın yüzüne çarpıyor. Hemen birkaç adım ötedeki sokak kapalı. Bir zamanlar serinliğine sığınılan, özgün bazalt mimarinin etkileyici örneği, Orta Doğu’nun en büyük Ermeni kilisesi Surp Giragos’a ulaşılamıyor. Hevsel Bahçeleri’ne doğru, paralel sokaklar, dev beton bloklarla geçişe kapanmış. Kenarlardaki boşluklardan bakınca, alabildiğine uzanan kurak düzlüğün ardında, geriye kalmış, metruk bir iki yapı göze çarpıyor. Değil evinin olduğu sokakta yürümek, doğduğun, doyduğun yere bir delikten bakmak bile yasak.
Günbatmadan hemen önce, bir diğer selfie noktası Keçi Burcu’nda, ilişecek taş bulmak zor. Surlara yaslanmış, canlı Kürtçe müzik çalınan türkü barın manzarası, kentsel dönüşümün ezip geçtiği Alipaşa ve Lalebey mahalleleri. Meryem Ana Kilisesi’nin de bulunduğu, kentin bu en eski mahallerinde aslında çatışma yaşanmamıştı. Hemen ileride, dört yıl öncesine kadar 3 binin üzerinde konut ve yüzlerce tarihi yapının olduğu alan, bugün yerle bir, yasaklı bölge. Bir zamanların, avlulu, kuyulu evleri, küçelerde yakan top oynayan çocukları, mahalle tandırları, fırınları, sokak satıcıları, yoksun ama dayanışmalı Sur yaşamı… Sur’un eski halini bilen için sabahı olmayan bir kabus. Cep telefonuna bir mesaj geliyor: ‘’Hafızanın ve Sevdanın Kentine Hoşgeldiniz. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’’…
Diyarbakır’da “hafıza’’ üzerine ahkam kesmek sağlam bir özgüven istiyor. Saray Kapı’dan girince, surlarla çevrili park alanında, önünden dua edenlerin hiç eksik olmadığı sahabe türbelerinin bulunduğu Hz. Süleyman Camii ve müze kompleksi İçkale var. Caminin önündeki park, kentin en revaçta gezinti yeri; bedenlerin gölgesinde semaverde çay demleyenler, meyveli buz yiyen çocuklar, çekirdek çıtlatanlar, Kur’an okuyan yaşlılar, beyaz tülbent satan kadınlar, baloncular, macuncular, civcivciler…
Park, Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ) tarafından, çatışmalar sonrasında, kentsel dönüşüm kapsamında yapıldı. Oysa 2012 Koruma Amaçlı İmar Planı’nda, UNESCO’ya sunulan ve uygulanacağı sözü verilen Alan Yönetim Planı ve Koruma Kurulu kararlarında, bu alan ‘’Arkeolojik Park’’ olarak kaydedilmişti. Burada yapılacak arkeolojik kazılarla, varlığı bilinen antik yapı kalıntıları açığa çıkarılacak ve kentin geçmiş tarihi somut olarak sergilenecekti. Ancak öyle olmadı; alanda bulunan yapılar yıkıldı, tarihin üzerinden iş makinalarıyla geçilerek arkeolojik katmanlar tahrip edildi. Tescilli yapı kalıntısı da yerle bir edilerek geriye, bir park alanından çok sıradan bir peyzaj düzenlemesi bırakıldı.
2000- 2015 yılları arasında yapımı sürerken, Diyarbakırlılar tarafından da sahiplenip desteklenen İçkale, Suriçi’ndeki çatışma ve yıkımın hemen öncesinde tamamlanıp açılmıştı. Burası özellikle haftasonları, adeta gelin-damat çekimlerine ayrılmış bir fotoğraf stüdyosu gibi. Fotoğrafçı, “abi belden sarıl yengeye!’’ derken, Saray Kapı Burcu üzerinde gezinen insanların siluetleri arka planda kalıyor. Burcun üzerinden, belli ki misafirlerini gezdiren bir erkek, inşaatın oldukça ilerlediği mahalleye bakarak yanındakine, ‘’Temizlenmiş, güzel olmuş’’ diyor. Dönemin başbakanı Davutoğlu’nun, çatışmaların ve sokağa çıkma yasaklarının ardından “… Özellikle Sur’da bir taş üzerine taş konsa haberim olacak, dedim. Tescilli Diyarbakır evleri, camiler, kiliseler, hanlar Diyarbakır’ın mimari dokusuna hiçbir zarar vermeden restore edilecek. Diyarbakır Sur’u öyle inşa edeceğiz ki aynen Toledo (İspanya) gibi mimari dokusuyla herkesin görmek istediği bir yer haline gelecek’’ dediği yer burası olabilir mi? Çünkü burası, ne “hiçbir zarar vermeden’’ yenilenen Sur, ne de Toledo… Daracık, arnavut kaldırımı sokaklardan, avlulu evlerden, orijinal bazalt taşı yapılardan, mahalleler arasındaki meydancıklardan, fırından, bakkaldan, çeşmeden eser yok. Bugün Sur’un Dabanoğlu, Hasırlı, Fatihpaşa, Savaş, Cemal Yılmaz ve Cevatpaşa mahallelerine halen giriş yasak. Dabanoğlu Mahallesi’nin hemzemin edilmiş ve kentsel dönüşüme açılmış bölümünde doludizgin ilerleyen inşaat, geniş caddelerle çevrili, villa, otel, restoran ve mağaza olacağı öngörülen yapılar akla birçok soruyu getiriyor; Sur’un gerçek sahipleri geri dönebilecek mi? Buralara kimler yerleşecek?
“Bizim için değil bu evler, gücümüz yetmez’’ diyor, Cemal Yılmaz Mahallesi’nden İsmail Üzmez. Bugün yerinde yeller esen evlerine ilk taşındıklarında beş yaşındaymış. 400 metrekarelik, tescilli Diyarbakır evini, babasının bütün bir köyü satıp, Ermeniler’den aldığını hatırlıyor. Kuyulu, avlulu, duvar kalınlığı 90 santim, taş genişliği 1 metre olan ve Mardin’den göç ettiklerinde 52 kişinin barınabildiği evde, çatışmalar başlayıncaya dek yaşamışlar. Üzmez, bugün 66 yaşında. Çatışmalar sırasında, 45 gün eşiyle evden çıkamamış, evin avlusuna düşen bir bombayla ayağından ve gözünden yaralanmış. Sakat kaldığı için eskisi gibi kamyon şoförlüğü yapamadığı gibi devletin Sur mağdurlarına verdiği 1000 liralık kira yardımı da altı aydır aksamış. Sur’a yakın taşındıkları evin 500 liralık kirasını bir süredir ödeyemiyorlar. Her ay kapı kapı dolaşan ancak evleriyle ilgili bir sonuç alamayan Üzmezler’e henüz Sur’a 15 km mesafede, Çölgüzeli mevkiindeki TOKİ seçeneği de sunulmamış; “Ha TOKİ ha cezaevi…’’ diyor ve yorumu umutsuz bir noktada tıkanıp kalıyor; “Ne olursa olsun bizi borçlandıracaklar, belki de ödeyemeyince, verdikleri evi, bu kez hacizle elimizden alacaklar.’’
Çatışmalar sona ermesine rağmen, yıkımların devam etmesi ve kentsel dönüşümün başlamasıyla bir araya gelen sivil toplum örgütlerinin 2017’de kurduğu Sur Platformu’nun Eş Sözcüsü Talat Çetinkaya, Sur’daki genel belirsizliğe işaret ediyor; “Tapusu olup dava açanlara, ‘yıkılan evimin yerinde ev istiyorum’ diye bir belge imzalatıldı. Ancak metrekaresini bin liradan hesaplayıp; kaçak olan ikinci katı saymadılar. İki katlı konutlar içinse, metrekaresine 2 bin lira fiyat biçildi. Bu, 400- 500 bin lira arasında bir maliyet demek. Bir kısmı Sur’daki evlerine sayılsa, geri kalan büyük bir miktarı da taksitle ödemek zorundalar. Aslında dolaylı olarak, ‘size o evi vermeyeceğiz, o nedenle 30- 100 bin lira arasında bir meblağı kabul edin ve çekilin’ diyorlar.’’ Çatışmalı sürecin ardından, Sur’un altı mahallesinden yaklaşık 25 bine yakın kişinin göç ettiği tahmin ediliyor. “Kamuoyu oluşturabildik ancak yıkımı durduramadık’’ diyor Çetinkaya. “Çatışmaların sona erdiği ilan edildiğinde, altı mahalleden sadece bir ikisinin ağır hasar gördüğünü kameralarla tespit ettik. Üstelik yüzde sekseni telafi edilebilecek hasarlardı. Aslında esas yıkım o tarihten sonra başladı. Dördüncü yıla girdik ve bu mahalleler halen kapalı.’’
Kentteki çatışmalı ortamın tüm Diyarbakır’daki hayatı derinden etkilediği su götürmez bir gerçek. Ancak Sur’a 10 dakika mesafede, her daim ticari canlılığın semti Ofis, o dönemde de hayatta kalma motivasyonunu korudu. Bugün Diyarbakır nüfusunda gençlerin hakimiyeti belirgin olsa da, Ofis’teki La Liberte Cafe’nin “ihraçların ve atanamayanların mekanı’’ olarak anılması da ayrı bir ironi. Sur’daki çatışmaların ardından, fiziki yıkım kadar kentteki sosyal ve kültürel tahribat da üzerine eğilinmeyi bekleyen bir mesele. 2016’da Diyarbakır Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi'ndeki görevinden KHK ile atılan ve iki yıl önce bu kafeyi açan sosyal hizmet uzmanı Ümit Çetiner’e göre Diyarbakır, bünyesinde en fazla sosyal sorunu barındıran kentlerden biri; “Her dönem bu kentte çözülmesi gereken en acil sorun, madde bağımlılığı ve özellikle esrar bağımlılığı olmuştur. Türkiye’nin risk haritasında da Diyarbakır öne çıkar. Gerek Kürt sorunu gerekse sıcak siyasi atmosfer, hep bu meseleyi kamçılayan etkenler oldu. Geçmişte mücadelenin ancak kentin tüm dinamikleri el verirse başarılı olabileceğini gördük. 2014’te resmî kurumlar ile sivil toplum organizasyonlarının biraraya geldiği Madde Bağımlılığıyla Mücadele Platformu’nu kurduk. Sur dahil, risk altında bulunan 11 bin kişi ve 200 madde bağımlısıyla görüşerek, kentin risk haritasını oluşturduk. Madde bağımlılığı alanında eğitimi ve bağımlılıklarla ilgili koruyucu ve önleyici çalışmaları başlattık. Mahalle mahalle dolaşır, ailelere çocuklarının madde bağımlısı olup olmadığını nasıl anlayacaklarını anlatırdık. Her mahallede eğitim çalışmaları yaptık, göç, aile içi iletişim, yoksulluk gibi konulara eğildik. Bağımlıların yoğunlaştığı park ve bahçe duvarlarını yıktırdık. Madde kullanıcı yaşının 12-13 yaşlarına kadar indiği Diyarbakır’da, özellikle Bağlar ve Sur’da birçok okulun önünde madde satılıyor. Çocuklar dahil her isteyen rahatlıkla, uygun fiyata madde temin edebiliyor. Bugün hâlâ Diyarbakır’da yetişkinlere yönelik, yataklı bir tedavi merkezi yok. En yakın Amatem Elazığ’da. Kayyımdan önce, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi desteğiyle kurulan ve madde bağımlılığı üzerine çalışmalar yapan Hevra Danışmanlık ve Destek Merkezi, maddi olanaksızlıklar nedeniyle Elazığ’a gidip tedavi olamayanların yol masraflarını da karşılardı. Bu alanda, Hevra tarafından yapılan son istatistiksel çalışma ne yazık ki 2015- 2016 yıllarına ait.’’
2016’da belediyeye kayyım atanmasıyla, bu araştırmalar ve kaydedilen ilerlemeler sekteye uğruyor. Çetiner dahil bu çalışmaları yapanların birçoğu da işlerini kaybediyorlar. Çetiner, kafasını hâlâ bu meseleye yoruyor. İhraçla kafe arasında, çatışmalar sonrası travma yaşayan Sur çocukları için psikososyal destek çalışmalarını projelendirerek yurtdışından fon almış; “Sur’daki çatışmalı süreçten etkilenen ve mahallelerinden göç etmek zorunda kalan çocuklarla travma çalışması yaptık. Yaklaşık 20 bin çocukta, travma sonrası stres bozukluğu ve ciddi davranış değişimi gözlemledik. Sur’dan göç eden çocukların okulları, sosyal çevreleri, mahalle kültürü değişti, avlulu evlerde sokaklarda oynayan çocuklar binalara sıkıştı, okulda başarı oranları azaldı. Birçok arka sokak ve getto olarak tanımladığımız bölgede rahatlıkla madde temin ediliyordu. Çocuklar bize bir cigarayı 10 liraya bulabildiklerini söylüyorlardı. Güncel bir çalışma olmasa da, bu süreçte tekrar maddeye bulaşan çocuk ve gençlerin sayısında artış olma ihtimali bana şaşırtıcı gelmiyor.’’
Sur’un arka sokaklarında, demir dövme seslerinin geldiği atölyelerin arasında farklı bir dükkan göze çarpıyor. Halk arasındaki ismiyle Demirciler Sokak’ta, daha çiçeği burnunda Antik Liman Kitapçısı var. 1935- 1956 yıllarına ait kitapların yanı sıra, kitapçıda 20 farklı dilde kitap, dergi, kaset, radyo, plak ve efemera satılıyor. Diyarbakır’ın tarihi ve limanın bir dinlenme yeri olması, kitapçının ismine ilham olmuş. Kitapçıyı açan matematik öğretmeni, özel bir kurumda çalışıyor ve KPSS’ye girmeyi bekliyor. Raflarda siyasi kitap olmadığından bahsederken, “Her şey zaten siyasileşmiş, gençlerimiz farklı şeylerle tanışsın, zihinleri açılsın, burası hepimizin’’ diye açıklıyor. Gece yarısına kadar açık kitapçıda, her gün öğretmenine yardıma gelen bir öğrenci bulunuyor.
Dabanoğlu Mahallesi’nin yerleşime izin verilen sokaklarında dolaşırken, Talat Çetinkaya ev duvarlarındaki kurşun izlerini gösteriyor. Bu kentte doğup büyüyen Çetinkaya’nın gözlemleri sokağa ait; “Sur’daki çatışmaların ve yıkımın altında gençliğe karşı bir saldırı vardı. Aslında gençliğin çok önemli bir kısmı, kültür, toplum değerleri ve kadın alanında örgütlü bir yapıya sahipti. Adeta bu yıkım gençliği tasfiye için bir sıçrama tahtası oldu. Birçok sosyal çalışma yürüten genç de, o yapı da hedef haline getirildi, dağıtıldı, uzaklaştırıldı, tutuklandı. O örgütlü yapı dağılınca, gençlik daha yozlaşmaya açık, amaçsız bir hale geldi. Sanırım şimdi o süreci yaşıyoruz. Kürt gençliği deli doludur, inanacağı, kanalize olacağı bir şey yoksa, dizginlemek zordur. Madde bağımlılığı, Kürt hareketinin sivil alanda güçlendiği zamanlarda zayıflar, devletin baskısının arttığı dönemlerde artar.’’
Sur’daki yasaklar sürerken, 96 gün boyunca evini terk etmeyen ve bu nedenle de çocuğuyla birlikte tutuklanarak 15 ay cezaevinde kalan Remziye Tosun, kendi yaşadığı travmadan yola çıkarak bugün artık HDP Diyarbakır Milletvekili olarak Sur halkının nabzını tutuyor; “Sur, gençlerin komünal yaşam alanıydı. Çatışmalarda yaşamlarını yitirmeleri, birçoğunun cezaevine girmesi, parçalanmaları, zorunlu göçle dağılmaları ve işsizlik, gençliği ağır bir süreçle karşı karşıya getirdi. Sur açlıkla terbiye edilmeye çalışıldı. Dört yıl geçmesine rağmen, iktidar politikaları, Sur gençleri uzerinde yoğun bir psikolojik sorun olmayı sürdürüyor.’’
Hakan Arslan, Sur gençliğinden değildi. Erzurumlu’ydu. Askerden yeni gelmişti. Kışın, İstanbul’da abilerinin yanında kalıyor, işçi olarak çalışıp ailesine para gönderiyor, yazları ise Erzurum’un Karayazı ilçesine bağlı Çavuşköy’deki tarım arazilerinde babasına yardım ediyordu. Haziran 2015 seçimleri için HDP’nin gençlik kolunda çalışmak üzere Diyarbakır’a gelmiş, Aralık 2015’te sokağa çıkma yasağının 5- 6 saatliğine kalktığı bir gün, olanları merak edip halkla birlikte Suriçi’ne gitmişti. Arslan ailesi, o günden sonra bir daha oğullarından haber alamadılar. Ancak yaklaşık 40 gün sonra, televizyon haberlerinden öldüğünü öğrendiler. Baba Ali Rıza Arslan, 17 kez Diyarbakır’a giderek tüm resmî kurumlara defalarca başvuruda bulundu. Avukatları aracılığıyla Sur’dan çıkan ve tutuklanan kişilerden bilgi aldı. Özellikle daha sonra cezaevinden çıkan ve yaralı oğlunun başında bekleyen doktor ile görüştü. Oğlunun yedi gün yaralı kaldıktan sonra, kan kaybından öldüğünü ve nereye defnedildiğini öğrendi. Savcılığın, belirlenen yerde yapılan arama ve kazı çalışmalarında herhangi bir cenazeye rastlanmadığına dair yaptığı açıklamanın dışında, dört yıl boyunca başka bir cevap alamadı. Baba Arslan hâlâ bir ihtimal peşinde; “Oğlumun cenazesi Sur’da, o inşaatın yapıldığı alanda. İzin versinler, ben çıkarayım… Bir parmağına bile razıyım… Toprağı olurdu, bir mezar taşı olurdu… Yeter ki o villaların altında kalmasın.’’
Sur, merhametsizce yükseliyor…
Fotoğraf: Sinan Kesgin