Prof. Abdürrahim Vural Almanya’da “İslâm Cemaati Lideri” olarak biliniyor. Vural adını kamuoyu ilk kez Almanya’da arka arkaya başarıya ulaşan kamu davalarıyla tanıdı. Vural’ın açtığı davalar sonrası Almanya’da Müslümanlığın Alman okullarında öğretilmesi sağlandı. Vural'ın adını duyuran ikinci gelişme ise Deniz Feneri davası sürecindeki iddiaları oldu.
Abdurrahim Vural 1980’de Almanya’ya gelen bir Türk ailesinin ikinci kuşaktan üyesiydi. Hem çalıştı, hem okudu ve Milli Görüş’e inandı. Necmettin Erbakan’ın Almanya’daki “genç prens”lerinden biri oluverdi. “Milli Görüş’te inancın yerini çıkarların aldığına” ilişkin eleştirileri sonrasında ise başına gelmeyen kalmadı. Cezaevi ile tanıştı.
Abdurrahim Vural, hakkındaki iddialardan aklandı ve yeniden Almanya İslam Cemaati lideri olarak kamuoyunda boy gösteriyor. Milli Görüş hakkında çarpıcı açıklama ve analizler yapıyor. Alman toplumunun Türklere ve dindarlara dönük ön yargılarını sorguluyor. Bunu yaparken de Hristiyan Demokrat Parti üyesi bir Alman gibi düşünmeye, bir Türk gibi hissetmeye ve bir inançlı Müslüman gibi yaşamaya özen gösteriyor.
Bu söyleşiyi ikinci kuşak bir Türkün Almanya’ya, Alman toplumunun çok kültürlü yapısına dönük çabalarının ifadesi ve Milli Görüş’ün Almanya’da nasıl kan kaybettiğine ilişkin bir tanıklık olarak da Vural’a aynı soruyu sorduğumuzda aldığımız yanıt, belki de yaşadıklarının özetiydi. Zira Vural, onca cezaevi ve tecride karşın hâlâ düşlerinin peşinden gitmeye devam ediyor ve “İslâm dinini Almanya’da resmi din statüsüne kavuşturmak istiyorum” diyordu.
- Bize kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?
1968’de Samsun ilinin Çarşamba ilçesine bağlı Aşıklı köyünde dünyaya geldim. Ailem fakirdi, tarımla geçiniyordu. Babam çiftçiydi ve özellikle çeltikle uğraşıyordu. Bizim evin önünde dere akardı. O dereden su alınırdı. Ve bütün köylü çeltikle uğraştığı için, sürekli su kavgası yaşanırdı. Bu ise aileler arasında husumetlere, hatta kavgalara neden olurdu. Bizim aile de bu kavgalardan nasibini aldı. Annem bu durumdan çok korkuyordu ve babamla birlikte daha güvenli bir yer olarak gördüğü Almanya gidişini gündeme getiriyordu.
Ancak 1968’de sadece meslek eğitimi olanlar veya meslek sahibi olan erkekler Almanya’ya gidebiliyorlardı. Aile halamla birlikte annemin gitmesine karar verdi. Henüz 8 aylıkken annem bizi bırakıp Almanya’ya işçi olarak çalışmaya gitti. Almanya’ya ilk giden kadınlardandır. Sonra babamı yanına aldırınca bu defa o döndü. Babam işçi olarak çalıştı.
Ben 1980’de 12 yaşında iken Almanya’ya gittim. İlkokuldan sonra okula gitmeme aynı husumet nedenleriyle izin verilmemişti. O çocuk dünyamda Almanya’yı bir cennet ve yeniden okuma fırsatı olarak hayal ediyordum.
- Almanya’da bulunmak ve bundan sonraki yaşamınızı burada geçirmek sizde nasıl bir duygu uyandırdı? Siz en çok hangi noktalarda zorlandınız?
İlk olarak havaalanına geldim... Halamlar bizi karşılamaya gelmişlerdi. Havaalanında yabancılık anlamında hiçbir şey fark etmedim. Sadece babamın gümrükteki memurlarla ne kadar güzel Almanca konuştuğu dikkatimi çekmişti. Tabii ki bu beni çok gururlandırdı ve kendi kendime “Babam ne kadar güzel Almanca konuşuyor” dedim. Bu olay beni çok etkiledi ve şaşırttı. Oysa daha sonraki yıllarda babamın Almancaya çok da hakim olmadığını anlayacaktım.
O günü çok iyi hatırlıyorum. Bizi eve bir minibüs götürdü. Evin bulunduğu caddeye girdiğimizde, şoför hangi evin bize ait olduğunu ''şuradaki eski binalar mı''sorusuyla öğrenmek istedi. Babam da “Evet, Türkler hiç yeni binada oturur mu” cevabıyla yanıt verdi. O an, o konuşmadan hiçbir şey fark etmedim. Ancak binanın önüne geldiğimde eski ve 1. Dünya Savaşı’ndan kalmış bir yapıyla karşı karşıya gelince konuşulanlara bir anlam verebildim.
Evimiz savaştan oldukça zarar görmüştü. Kapılar kırıktı. Evin tuvalet ve banyosu yoktu. Tuvalet merdivende bulunuyordu ve bunu dört aile ortak kullanmak zorunda kalıyordu. Toplam üç kardeş ile beraber 1,5 odada kalıyorduk. Bu gördüklerimden sonra Almanya’nın hayalimdeki “Cennet” olmadığını anladım. Çünkü burada yaşayan Türkler çok kötü ve zor koşullar altında yaşıyordu.
- Almanya’da hem Türk, hem de yabancı olmak gündelik hayatta ne tür sıkıntılar yaşatıyordu?
Almanya’ya gelir gelmez okula gitmek için ailemi zorladım. Bir hazırlık okuluna yazdırıldım. Öncelikle Almanca öğrenmeliydim. Ama ne gariptir ki bize ders verenler öğretmenler Türk’tü ve öğretmenler de Almanca diline hâkim değillerdi. Türkiye’den ilkokul öğretmeni olarak buraya işçi olarak gelmişlerdi. Ve Eğitim Bakanlığı tarafından görevlendirilmişlerdi. Daha sonra Almancayı bu şekilde öğrenemeyeceğime kanaat getirince, kendi çabalarımla akşamları Volkshochschule’ye (Halk Yüksek Okulu) gittim. Ve diyebilirim ki Almancayı orada öğrendim. Başarılı bir öğrenciydim. Notlarım yüksek olduğu için 1985’de ortaokulu bitirerek lise eğitimi için şans elde ettim. Lisede okurken Abitur‘u yaparken sürekli sabah 4’te uyanırdım. Çünkü okul harçlığımı çıkarmak için temizlik işine girmiştim. İki saatlik çalışmadan sonra da kan-ter içinde okula giderdim. Çok yorulurdum, fakat öğrenci olarak bu zorluğa katlanmak zorundaydım.
- İslam düşüncesiyle ne zaman ve nasıl tanıştınız? Kişiliğiniz üzerinde etki yapan faktörler nelerdi?
Ailem yaşamını İslâm'a uydurmaya çalışırdı, ama camiye sadece bayramdan bayrama giderdik. Onun haricinde İslâm’ı çok köklü yaşamıyorduk. 1983 yılında semtimizdeki bir genelevi camiye dönüştürülmüş, inşaat sürecini takip etmiştik. Bir gün kendi kendime, cuma namazına katılmayı karar verdim. Cuma namazından önce dinlediğim vaaz ise hayatımın dönüm noktası oldu. Daha çok 'korku' temalı yani 'cehennem korkusu' üzerinde duruyordu. “Allah’a itaat etmezsen, namaz kılmazsan, Allah’ın emirlerini yerine getirmezsen başına şunlar gelecek” gibi… Bu vaaz bende çok büyük bir etki yarattı. Yani beni adeta camiye bağladı. Çok daha sonradan bu caminin Milli Görüş’e ait olduğunu ve vaazı veren Hoca’nın Cemalettin Kaplan olduğunu öğrendim. Yani beni etkileyen isim Cemalettin Kaplan’dı. Cemalettin Kaplan o tarihlerde Milli Görüş’ün Fetva Komisyonu başkanıydı.
- Peki, camiye bağlılık gündelik yaşamınızda nasıl bir etki yarattı? Almanya’da bir okul hayatı, yabancı bir çevre ve bunun ortasında İslâmi bir yaşam...
Tabii ki o zaman Milli Görüş’ün Berlin'de bir değil, on tane camisi vardı. Ben de teker teker ziyaret ederdim. Ayrıca İslam Kültür Merkezi (Süleymancılar) ve DİTİB’e bağlı olan camilere de giderdim. Ancak ağırlıklı olarak Milli Görüş’ün camisine giderdim. O dönemde İslâmi cemaatin içinde bir aşırılık vardı... Ve bu aşırılık beni zaman içinde tamamen Alman toplumundan izole etti. O kadar ki, ben bir öğretmenime ya da bir kız öğrenci arkadaşıma el uzatamıyordum, uzatmıyordum. Yine eğlenceler tertiplenirdi, gitmezdim. Çünkü bunu günah olarak sayıyordum. Düğünler olurdu, ailece davet edilirdik. Ancak çalgılı ve içkili olduğu için, bunu haram sayıp gitmeyi reddederdim. Yine sakal bırakmıştım. Çünkü bize o dönemde, sakalını kesmek, “Peygamber efendimizin sünnetine göre haramdır” diye öğretmişlerdi. Yani camiler bizi çok aşırı bir nesil olarak yetiştirdi. Bundan dolayı o dönemlerde hiç Alman arkadaşım olmadı. Bu konularla ilgili hocalar, “Yahudi ve Hıristiyanların dinine mensup olmadığınız sürece onlar sizi asla sevmezler” gibi vaazlar verirlerdi. Bu vaazlar tabii ki bende etkili oluyordu. Öyle ki, “Demek ki öğretmenim kendi dinine çekmek için beni bu kadar seviyor” diye düşünüyor, inanıyordum.
- Peki, ailenizin buna karşı yaklaşımı neydi?
Babam tamamen bu duruma karşı çıkardı ve “oğlum, sen neden bu kadar aşırı oldun” diye tepki gösterirdi. Yani benim babam diğer gençler gibi gezmemi ve eğlenmemi de isterdi. Daha doğrusu normal yaşamamı isterdi.
- Gelişiminiz, hatta yükselişiniz camideki cemaat tarafından takdirle karşılanıyor muydu?
Çok hızlı gelişiyordum. Camide Kuran’ı ve Arapçayı öğrendim. Özel dersler aldım. Ve hocalar beni özellikle diğer gençlere örnek gösterirdi. Zaman içinde artık tek bir idealim vardı. Artık bir din görevlisi, yani hoca olmak istiyordum. Bu aynı zamanda Milli Görüş’e doğru giden yolun kapılarını açtı ve Milli Görüş’ün liderlerini tanıdığım dönem oldu... Refah Partisi’nden siyasetçiler gelirdi. Camide kürsüye çıkıp cemaate dönük konuşmalar yaparlardı. Yine Refah Partisi’nin önde gelen isimlerden olan Şevket Kazan, Oğuzhan Asiltürk, Süleyman Arif Emre, İbrahim Halil Çelik, Hasan Hüseyin Ceylan, Halil Ürün, Tayyip Erdoğan ve Şevki Yılmaz, Melih Gökçek, Mustafa Kamalak vs. ile tanıştım. Ayrıca Milli Görüş Genel Merkezi’nin ayda bir düzenlediği toplantılara katılırdım.
- Peki, bize biraz Milli Görüş’teki yıllarınızla ilgi daha detaylı bilgiler aktarabilir misiniz? Milli Görüş yaşamınızda nasıl bir yer edindi? Çünkü sizi Türk ve Alman kamuoyu Milli Görüş kimliğinizle ve çalışmalarınızla tanıyor...
Ben 15 yaşındayken, yani 7. sınıf öğrencisiyken, Milli Görüş’ün fahri bir üyesi oldum. İlk önce caminin yönetimindeydim, yani sekreterdim. Yine bu dönemlerde, yani 17 yaşındayken, Necmettin Erbakan hoca Milli Görüş’ün eski Başkanı Dr. Zeynel Abidin’in cenazesi için Almanya’ya gelmişti. Bu Almanya’ya gelişinde Berlin İslâm Vakfı Salonu’nda yapılan sohbet toplantısında Necmettin Erbakan hoca ile tanıştım.
Daha sonra Milli Görüş’ün bütün faaliyetlerine katılım göstererek, en aktif kişilerden biri haline geldim. 21 yaşındayken, Milli Görüş’ün yönetiminden bir teklif gelmişti. O dönemde ben hukuk öğrencisiydim ve henüz eğitimime başlamıştım. Yönetim, bir hukukçuya ihtiyaç olduğunu söylemişti. Ve bu görev için bana talip olduklarını ve bundan sonra Milli Görüş’ün İdaresi’nde çalışacağımı söylemişlerdi. Ben, “Çalışırım” dedim. Bunun üzerine yapmam gereken çalışmaları aktardılar ve beni maaşlı olarak çalıştıracaklarını söylediler. O zaman hocalar dışında kimse maaşlı çalışmıyordu. Herkes Allah rızası için çalışırdı.
Ben, öğrencilik dışında o dönemde ağırlıklı olarak hafta sonları bir güvenlik şirketinde çalışıyordum ve geçimimi bu işten aldığım 1000 ila 1200 Mark arası maaşla temin ediyordum. Milli Görüş’ün yönetiminde yer alan arkadaşlar bunu öğrenince, bana “Bu parayı biz sana verelim. Bizim bir hukukçuya ihtiyacımız var. Gel bizim hukukçumuz ol” dediler. Ben görevi kabul etmekle birlikte para almayı reddettim. Çünkü Allah rızası için yapılan çalışmalar karşılığında para almayı çok günah sayıyordum.
Milli Görüş’ün bana hukukçu olarak talip olmasının asıl sebebi ise, benim Freie Universitat (Hür Üniversite) hukuk okumaya yeni başlamış olmamdı. Öğrenimimin henüz ikinci ayındaydım. Cami başkanı bir gün benim bir akrabama, “Camiye çıkış verildi. Tahliye davası açıldı. Davalar kaybedildi. Yakında da icra memuru gelecek. Acaba Abdurrahim bizim dosyalara bir bakabilir mi” diye sormuş. Akrabam bu durumu bana iletti. Ben de “Bakarım” dedim.
Daha sonra cami başkanının yanına gittim. Bana tüm dosyaları teslim etti. Ve ben dosyaları inceledim. Hatta bu konuyu profesörümle de konuştum. Bana nasıl yapmam gerektiği konusunda bazı ipuçları verdi. Alman Anayasası’na göre caminin temel haklarının ihlal edildiğini, alt mahkemelerin bu özgün durumları gözetmediğini, buranın bir cami, bir ibadet yeri olduğu ve dini uygulama özgürlüğünün geçerli olacağını belirttim ve savunmayı verdim. Bu savunmadan sonra icra işlemi durduruldu.
İşte bu olay Milli Görüş'ün İdari Heyeti’nde, Genel Merkezi’nde büyük bir etki yapmıştı. Bunun üzerine bana bu teklifi sunmuşlardı. Ve sonuçta İslam Federasyon Başkanı Nail Hoca beni Hukuk Danışmanı olmam konusunda ikna etti. Sıfatım “Hukuk Danışmanı”ydı ancak ben bir avukat gibi çalışıyordum. Herkes bana kısa bir süre sonra “avukat bey” ya da “avukat çocuk” diye hitap etmeye başladı. Oysa düşünün ki ben bir avukat değildim, sadece birinci sınıf öğrencisiydim.
- Milli Görüş’te sadece “hukuk danışmanı” olarak mı çalıştınız? Yoksa daha sonraki dönemlerde Milli Görüş'te farklı alanlarda da görev aldınız mı?
Evet, çok farklı alanlarda da çalıştım... Ve zaman içinde sadece hukukçu kimliğimle değil, fiili bir başkan gibi çalıştım. O dönemde İslam Federasyonu’nun, İslam Vakfı’nın, İslam Cemaati’nin ve Milli Görüşe bağlı tüm derneklerin yönetiminde değildim, ancak asıl çalışmalarını yürüten, yetkiyi kullanan kişi hep bendim. Bunun sonucunda açılan mahkeme ve davalarda, sorumlu kişi olarak hep ben gösterilirdim. Ayrıca proje çalışmalarını ve tüm üye derneklerin dışarıya karşı temsilini de ben yürütürdüm.
- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile görüştünüz mü?
2003 yılında Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan Berlin’e geldiğinde, İslâm Federasyonu Başkanı Nail Dural ile Adlon Oteli’nde özel olarak bir görüşme gerçekleştirdik. Daha önceleri, 20 yaşındayken Avrupa’da verdiği onlarca konferansına da katılmıştım. Görüşmemizde, Berlin’deki Müslümanların, özelde Türk toplumunun durumunu konuşmuştuk. Görüşmede ayrıca Başbakan bize neden Erbakan Hoca ile yollarını ayırmak zorunda kaldığını da anlattı... Sayın Erdoğan Erbakan ile yollarını ayırdı, ama Milli Görüş kökenliler onu bırakmadı. Bugün cemaat yüzde 90 AK Parti'li olmuş durumda. İdareciler bile büyük çoğunlukla AK Parti'li olmuş durumda. Ayrıca AK Parti başından itibaren, Avrupa’da Avrupalı Demokratlar Birliği (UETD) adı altında örgütlenme oluşturdu. Milli Görüş’e farklı bir müdahalesi olmadı, ama taban Erdoğan’ı seçti.
- Bu çözülüşte en önemli etken Erdoğan ismi miydi?
Hiç kuşkusuz Recep Tayyip Erdoğan’ın ismi ve karizması Avrupa Milli Görüş’ün dağılmasında, eski gücünü yitirmesinde çok önemliydi. Ancak asıl değişim ve soru işaretleri Müslümanların samimi dini duygularının sömürüldüğünün ortaya çıkması ile başladı.
Milli Görüş’ün felsefesi Prof. Dr. Necmettin Erbakan tarafından kurulmuştu. Doğrudan Erbakan Hoca’ya, yani bu siyasi güce bağlıydı. Özellikle Almanya’da teşkilatlandırmasını oldukça başarıyla tamamlamıştı. Avrupa’nın en güçlü din kuruluşu haline geldi. Kadro ve finans kaynağı tamamen cemaat tarafından karşılanıyordu.
Hatırlıyorum, Şevket Kazan bir gün Mevlana Camii’nde bir konuşma yapmıştı. Ve o konuşmadan sonra toplam 700 bin Mark değerinde vaat toplanmıştı. Düşünün bir camide bir saatlik konuşmadan sonra 700 bin mark vaat toplanıyorsa, bu rakamı 750 camiyle çarpın. Yani cemaat çok etkilenirdi ve Refah Partisi’ni çok desteklerdi... Ve tüm yatırımlar sadece Almanya’ya dönük değil, Türkiye’ye dönük de yapılırdı. O zaman cemaatin maddi gücüde vardı. Holding vurgunu daha olmamıştı.
- Camilerde toplanan bu paralar sonraları pek çok iddiaya konu oldu...
Evet, tüm cemaatlerin camilerinde, zekâtlar, fitreler, kurban, felaketzedeler için vb. çeşitli isimlerle paralar toplanır. Bilhassa Afrika ve Asya ülkelerindeki insanların durumu ajite edilerek anlatılır. Sinevizyon gösterileriyle inanların duyguları harekete geçirilir. Hedef, daha çok para elde etmektir.
Topladıkları paraların büyük bir bölümünü Almanya dışına çıkarmakla meşguldürler. Bazen bu paralar, Somali'ye yardım diye çıkar, bazen Afganistan'a yardım diye çıkar, bazen Filistin'e yardım diye çıkar... Sadece bu görev için kurulan yardım kuruluşları vardır. Özel olarak kurulmuşlardır. Yıllardır bu paralar yanlış kullanıldığı için ne Afganistan'ın, ne Filistin'in, ne Somali’nin problemi çözülmüştür... Buna rağmen yine de toplanır o paralar. Cemaat ise bu paranın hesabını sormaz, daha doğrusu soramaz. Bu yüzünden; dini cemaatler bir araya gelip, güçlerini birleştirip, hizmet alanlarını belirleyerek ortak çalışma içine giremez.
Oysa kiliselerin papaz yetiştiren yüksek okulları, vakıfları, hastaneleri, sosyal konutları, danışma merkezleri, meslek okulları, yüksek okulları, televizyonları, dergileri, yayınevleri, araştırma merkezleri vs. vardır. Yani hizmetlerini daha örgütlü yürüttükleri kurumları vardır. Ya bizim?
Bizim çocuklarımız, geleceğimiz gözümüzün önünde eriyip giderken, biz kaynaklarımızı yaşadığımız ülkedeki çocuklarımız için neden kullanmıyoruz? Kendi çocuklarımız parklardadır, esrar, eroin bağımlısıdır, kumarhanelerdedir, meyhanededir, hapishanededir. İş merkezlerinin kapılarında kuyruktadır. Gayeleri, hedefleri yoktur. Serseri mayın gibi dolaşırlar ortalıkta. Demezler mi; Allah aşkına bu dini cemaatler ne iş yaparlar?
Dolayısıyla şunu tekrar vurgulamak istiyorum, biz Afrika’ya, Filistin’e ve Afganistan’a yapılan yardımlara karşı değiliz. Biz bunun sömürülmesine, abartılmasına karşıyız. Bunlar üzerinde rant oluşturulmasına karşıyız. Yoksa bu ülkelere yardım edilebilir, bunda da bir sakınca zaten yoktur. Fakat aynı anlamda Almanya’daki problemli, sorunlu noktalara dönük de cemaatlerin planlama yapması, kurumsallaşması ve şeffaflaşması önemlidir.
- Bu konuyu biraz daha genişletirsek, toplanan yardımlar, muhtaç olan kesimlere ulaşıyor mu? Ayrıca Almanya’da Müslümanlara dönük bir yardım projesi veya çalışması mevcut mu?
Örneğin Almanya’da kaçak yaşayan ya da maddi olarak ciddi sıkıntıları olan bir kişi, Milli Görüş Genel Merkezi’ne gidip yardım talep ettiğinde, derler ki “Bizim öyle geleneğimiz yok. Almanya içi yardım etmiyoruz. Hizmetlerimiz sadece Asya ve Afrika içindir.”
Yani burada muhtaç olan bir insana yardım edilmiyor. Oysa o da fakirdir. Ancak bu göz önünde bulundurulmuyor. Yani demek istediğim, burada ciddi biçimde kaynakların doğru kullanılmaması sorunu var. Tabii ki cami cemaati bu bağış ve yardımları iyi niyetle topluyor ve muhtaç olan kesimlere ulaştığını düşünüyor. Bugün, Milli Görüş’e bağlı yaklaşık 750 cami bulunuyor. Ve hafta da 5 bin Avro toplandığında, ortaya çıkan miktarı bir hesaplayın. Aynı bir fabrika sistemi gibi...
Bu paralar toplandıktan sonra, Milli Görüş Genel Merkezi’ne nakit olarak aktarılıyor ve bu süreçten sonra paranın akıbeti bilinmiyor. Paraların, Afrika, Afganistan, Çeçenistan, Filistin, Irak vb. Müslüman ülkelere yardım amacıyla gittiği söyleniyor. Doğru, bu ülkelere yardım gidiyor, hatta kurbanlar kesiliyor ve fakir insanlara fitre veriliyor. Ancak bunların hepsi Almanya’da daha rahat para toplamayı sağlamak amacıyla kullanılıyor. Örneğin Filistin’e gidip, bir yardım kuruluşuna 50 bin Avro yardım ettiğinizde, aynı kuruluştan 500 bin Avro yardım edildiğini tasdik ettirebilirsiniz. Afrika’nın falan bölgesinde 10 bin kurban kesin 100 bin kurban kestim belgesini alırsınız. 10 bin Avro yardım edin, 1 milyon yardım ettim belgesini alırsınız. Yani Ortadoğu ve Afrika gibi bir bölgede bunu rahatlıkla yapmak mümkündür... Yani kontrol mekanizmasi yoktur. Tüm bu kurumların vicdanen ve kurumsal olarak şeffaflaşması, hem bugünün hem de gelecekteki hizmet kalitelerini arttırmaları açısından en önemli sorunlu noktadır.
Bunun için tekrar söylüyorum, biz öncelikle kendi sorunlarımızı çözmek zorundayız. Bizim de ailemiz, çocuklarımız ve sorunlarımız vardır. Dolayısıyla cemaatten aldığımız yardımları, yine cemaatin ihtiyaçları ve sorunlarının giderilmesi için kullanmalıyız. Tekrar belirtiyorum, biz Somali, Afganistan, Filistin gibi ülkelere yardım konusunda kesinlikle karşı değiliz, ama yardım yapılıyor amacıyla buradaki insanları sömürülmesine karşıyız. Yoksa cemaat olarak tabii ki yardımlarımızı esirgemeyeceğiz. Ancak belirttiğim gibi, bugün toplanan birçok yardımın sadece bir kısmı bu saydığımız ülkelere ulaşıyor.
YARIN: Milli Görüş'ün bilgisi dahilinde holdingler camilerde ne kadar para topladı?