“Yaşamak dediğin şakaya gelmez/Büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın…” Şairin bu dizeleri yazı için iyi bir başlangıç olabilir. Zira Suna Kıraç hayatı ciddiye aldı ve yüz göz olmadan aramızdan ayrıldı.Henüz bebeklik fotoğraflarında bile “Bu çocuk ciddi bakıyor” denilen bir olgunlukla başlayan yaşamı 79 yaşında sona erdi. Aslına bakacak olursanız, o yaşamı ciddiye aldığı içindir ki bir defasında vazgeçmişti. Ancak kızı İpek’in “Anne çok gencim ve sana ihtiyacım var” sözüyle yeniden hayata dönmüştü. Zira onun için yaşam öylesine idame edilecek bir tasavvur değildi. Vazgeçişinde de “ya hep ya hiç” vardı.Okuyucunun kafası mı karıştı? Hikayesine ortadan başladık ondandır. Baştan anlatalım.Suna Kıraç bir “Koç kızı”ydı. Vehbi Koç’un dört çocuğundan en küçük olandı. Koç ailesinin zenginliği dışarıdan anlaşılırdı. Oysa aile içinde paranın hükmü olmazdı. Bu gerçeği henüz altı yaşında ona satın alınan ayakkabının fiyatını telaffuz ettiği için yediği fırça ile anlamıştı. Para kazanılır ama onunla caka yapılmazdı.“Büyümüş de küçülmüş” denilen türden bir çocuktu. Şımarmadığı, kapris yapmadığı için ona büyük gibi davranılırdı. Ya da büyüklerin arasında çocukluğunu mu yaşayamamıştı?
Suna Kıraç ailenin diğer üyelerinden farklıydı. Dört kardeşi gibi o da Robert Kolej’e gitmiş ama o yılların delişmenliği içinde kendi deyimiyle “hafif sol ve bohem” bir yaşamı tercih etmişti. Tiyatro ve sanat dünyasından dostlarıyla beraberdi. İnan Kıraç ile evlendiği günlerde Yaşar Kemal ile buluşmuşlar, yazar gülerek, “Damat kızımızı tam komünist yapıyorduk ki elimizden aldın” diye takılmıştı. O günleri “Solculuğa heves eden ama servetin tüm imkânlarından yararlanan bir gruptuk” diye anıyordu.Lise yıllarında öğretmen olma ideali, üniversite kapısında iş idaresi ve ekonomi tahsili realitesine dönüşmüştü. Amerika’nın ünlü üniversitelerinden Wharton College’a kabulü geldiğinde ilk kez babası ile karşı karşıya geldi. Vehbi Koç “59 yaşındayım, sana hasret gitmek istemiyorum” diyerek ABD’ye gitmesine itiraz etti. Suna Kıraç babasını kıramamış ama içinde bir şeyler kırılıvermişti.Vehbi Koç ise onun yaşadığı hayal kırıklığına karşı elindeki altın anahtarı sundu. “Benim tezgâhım en iyi üniversitedir. Seni ben yetiştireceğim” sözü veriyordu. Gerçekten de kendi deyimiyle o “üniversitenin” tek mezunu olacaktı. Babasının iş yapma tarzı, titizliği, ayrıntıya nüfuz etmesi vb. niteliklerini içselleştirdi. Öyle ki Koç profesyonellerinin en çekindiği isim oluvermişti. Zira toplantılara hazırlıklı giriyor, zor sorularla muhatabını sıkıştırıyor, babasının kazandırdığı haslet ile holding içinde en iyi bilanço okuması ile öne çıkıyor, yine babasının alışkanlıklarından biri olan israfa dair hassasiyeti kimi zaman can yakabiliyordu.
Suna Kıraç bu donanımı ile Koç Topluluğu’nda kendisine mümtaz bir yer edinirken aslında Türkiye’nin modern anlamda ilk iş kadını olmasıyla öne çıkıyordu. Aile içinde “kızlar da çalışır” tercihinin pırıltılı bir örneğine dönüşüvermişti.Suna Kıraç’ın yaşam öyküsünde “romanesk” yanlardan biri de İnan Kıraç’a duyduğu sevgiydi. Geçmişte sermaye birleştirme, işbirliklerini akrabalığa taşıma vb. amaçlarla yapılan iş dünyasındaki evlilik geleneğinin aksine bir Koç profesyoneli ile aşk evliliğini tercih etmiş ve evlilik kararını Divan Oteli’ndeki bir iş toplantısı sırasında annesinin kulağına fısıldamıştı. Sonraki yıllarda o aşk hiç sönmedi. Suna Kıraç’ın suskun yıllarında ise gözleri ve İnan Kıraç’ın insanüstü mücadelesi ile adeta hiç tükenmeyecek bir “aşk hikâyesi”ne dönüşecekti.Suna Kıraç’ın “teamüllere aykırı” tek tercihi İnan Kıraç olmadı. Çiftin aldığı bir başka karar yine o dönem ve temsil ettikleri “sınıf” açısından büyük bir devrimdi. Mademki çocukları olmuyordu onlar da bir çocuğu evlat edineceklerdi. Çocuk Esirgeme Kurumu’nda henüz ilk gördüğü andan itibaren kızı İpek’e duyduğu o sevginin adı ana olmaktı. İpek Kıraç öylesine sevildi ve öylesine sevdi ki sonraki yıllarda babasının “İstersen aileni bulalım” önerisine “Benim zaten ailem var” diye yanıt verecekti.
Suna Kıraç yaptığı her işi “ciddiye alırdı.” Bu bir Koç toplantısı da olabilirdi, kızının okul toplantısı da… Koç geleneği içinde yazışma kültürü doğrultusunda kimi zaman Koç profesyonelleri ve aile üyelerine, kimi zaman ise kızının öğretmenlerine mektuplar yazarak gördüğü yanlışları ya da doğruları vurgulama alışkanlığını hiç yitirmedi.Ancak 1997 yılı bugünün habercisiydi. İlk olarak parmaklarının uyuşması ile hissettiği anomalinin teşhisi ABD’de kondu. Hastalığı ALS idi. Doktor, beyin sapı bölgesindeki hücrelerin ölmesi ile kaslarını kullanamayacağını ve üç ile beş yıl içinde solunum cihazına bağlanacağını söylüyordu. Henüz 56 yaşındaydı ve kızı 13’üne basmıştı. Ağladı, isyan etti. Sonra birer birer melekeleri onu terk etmeye başladı. Bir Arçelik toplantısında hastalığını bilmeyenler yaptığı konuşmada yaşadığı zorluğu hayretle izledi. O güne kadar Suna Kıraç’ı sarhoş gören olmadığına göre bir sorun olsa gerekti. Yürüme, tutma, konuşma derken nihayetinde solunumunu kendi başına yapamadığı o meşum gece hastaneye kaldırıldığında eşi İnan Kıraç’a verdirdiği sözü hatırlattı. Hastalığının ortaya çıkmasından itibaren tuttuğu günlükte şöyle yazmıştı:“Bu yıl 1 Şubat’ta fevkalade ağır ve ciddi bir teşhis kondu. Adı ne olursa olsun ciddi ve beyinle adaleler arasında bir nevi kontak olduğu için yavaş yavaş veya hızla kasların motor hareketi yok oluyor. New York’taki doktorun 700 dolara söylediği güzel havadis (!..) 9 ay gibi kısa bir sürede konuşamayacağım, nefes alamayacağım, yutamayacağım, yemek yiyemeyeceğim, yazamayacağım. Bu hallere gelince nasıl besleneceğim?...Tabii tamamen yıkıldım. Tanrıya dua ettim ki o hallere düşmeden bitmesi için…”Söz: “o hallere düşmeden bitmesiydi.” Suna Kıraç, “İnan makineye bağlayacaklarında sana soracaklar, bağlayalım mı bağlamayalım mı? Sen ‘hayır’ diyeceksin. Makineye bağlanmama müsaade etmeyeceksin” demişti. Ancak o gün geldiğinde İnan Kıraç tam 21 yıl sürecek bu dönemin belki de en önemli kahramanı olacaktı.Ancak hastanede tedaviyi reddeden Suna Kıraç’ın yeniden yaşama dönmesini sağlayan yukarıda andığımız konuşmaydı. Kızı İpek hastanede odaya tek başına girmiş ve “Beni evlat olarak aldığında, anne olmaya karar verdin, kararının arkasında dur… Beni yalnız bırakma, anneme çok ihtiyacım var” dediğinde sadece gözleriyle “Tamam” demişti. Suna Kıraç hayata yeniden başlıyordu.
"Hayatım bir roman gibi…”
Gündelik ahvalin en klişe başlangıçlarından biridir. Oysa Suna Kıraç için ne kadar doğru değil mi?Suna Kıraç’ın adını sonsuzluğa yazdıracak olan yaşamındaki “romanesk ayrıntılar” değil, bir yurttaş olarak taşıdığı sorumluluk ve yaptıklarıydı. Ülkesinin sorunlarına şöyle bakıyordu:“Ne olacak bu memleketin hali demekle, memleketi yönetenleri eleştirmekle bir yere varamayız. Mutlaka bu sorunun çözümünün bir parçası olmak zorundayız…”
“Sorun”dan kastı eğitimdi. Koç Vakfı ile başlayan eğitim serüvenine doğrudan çabası ve enerjisi ile Koç Lisesi ve Koç Üniversitesi’ni kazandırmıştı. 1981’den itibaren İnan Kıraç’ın kurucusu olduğu Galatasaray Eğitim Vakfı’na katkılarda bulunmuş, Galatasaray Üniversitesi’nin kütüphanesine adını vermişti. Aynı katkılar Robert Kolej için de geçerliydi.
Ancak asıl eseri Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (TEGV)oldu. Bugüne kadar 3 milyona yakın yoksul ve yoksun bölgelerin, ailelerin çocukları ilhamını köy enstitülerinden alan bu modelle çağdaş eğitimle tanıştı. 100 binden fazla eğitim gönüllüsü eğitmen bu eğitim yuvalarının kahramanlarına dönüştü. Bu süreçte Suna Kıraç parmağını sallayan bir lider değildi. Ayağında çizmeleriyle TEGV birimlerinin açılışına ve toplantılarına katılıyor, iş dünyasının bu eğitim hareketine katılması için çaba gösteriyor ve “insanlık adası” diye tanımladığı bu yeni modelin oturması için düşünce üretiyordu.Suna Kıraç, eşi İnan Kıraç ile birlikte İstanbul şehrinin tarihinin korunması ve araştırılması için İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nü hayata geçirdi. Pera Müzesi şehrin önemli bir kültür ve sanat merkezine dönüştü. Antalya’da AKMED Akdeniz havzası medeniyet araştırmalarının çekim merkezi oldu. Suna - İnan Kıraç Müzesi ile ailenin koleksiyonları İstanbul ve Antalya’da sanat ve tarih severlerle buluştu. İnan Kıraç belki de düne kadar umudunu hiç yitirmedi. ALS ile ilgili dünyadaki bütün önemli araştırmaları takip etti. Önde gelen bilim insanlarının İstanbul’da her yıl buluşup ALS odaklı bilgi alışverişi yapabilecekleri bir sempozyumla umudu yaşattı. Boğaziçi Üniversitesi içinde açılan NDAL (Nörodejenerasyon Araştırma Laboratuvarı) nörodejenaratif hastalıklar konusunda dünyanın önde gelen 16 laboratuvarından biri oldu. Bu laboratuvarda yetişen bilim insanları dünyanın önemli araştırma merkezlerinde doktora ve post doktora imkânları elde etti.Suna Kıraç’ın bir açılışa yolladığı mesajı kızı İpek okumuştu. Şöyle diyordu:“Engin bir sevgi çemberi içinde mücadele veriyorum… Çünkü ömrümden uzun ideallerim var…”Şiirle başladık, sevdiği şairle veda edelim:Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,Yaşamak, yani ağır bastığından...Suna Kıraç hayatı ciddiye aldı ve öyle yaşadı… Zeytin yerine binlerce kez hasat alacağı eğitim yuvaları kurdu. Yaşamı ve yaptıklarıyla ölüme inanmadı… Zira onun idealleri vardı…