Seçimlerin yaklaşması ile birlikte başkanlık sistemi Türkiye’de siyasetin odak noktası haline geldi. Gerçekte başkanlık yapay bir gündem maddesi. Ne böyle bir köklü sistem değişikliğine toplumsal talep var, ne de başkanlık sisteminin demokrasiyi daha ileri götüreceğini gösteren somut bir kanıt. Tersine, Türkiye’deki demokrasi krizinin içinden çıkmaya çalışmak yerine büsbütün otoriter bir rejim getirmesi olası başkanlık sistemini tartışmamız demokrasi açısından kaygı verici.
Başkanlık sisteminin mutlaka diktatörlüğe, parlamenter sistemin de mutlaka demokrasiye yol açacağı gibi bir varsayım elbette doğru değil. Yönetim sistemi ile demokrasi arasında bir ilişki olsa bile, tek etken bu değil. Demokrasinin kurumlarının işleyip işlememesi, demokrasi kültürünün yerleşmesi, ekonomik gelişme düzeyi gibi bir dizi başka etken demokrasiyi etkiliyor. Ancak yapılan araştırmalar parlamenter sistemle yönetilen ülkelerin demokrasi ile sonuçlanması olasılığının daha yüksek olduğunu gösteriyor. Örneğin, Juan Linz’in 53 ülkede yaptığı araştırmada, parlamenter sistem uygulayan 28 ülkeden 17’sinin demokrasi ile yönetildiğini (%61), buna karşılık başkanlık sistemi uygulayan, 25 ülkeden 5’inin demokrasi olduğunu (%20) ortaya koymuştur. Sonradan yapılan ve seçim sistemi, siyasal partiler gibi unsurları dikkate alan araştırmalar da bu bulguları doğrulamıştır.
Bu sonucu belirleyen etkenleri şöyle özetleyebiliriz:
Başkanlık sistemi parlamenter sisteme göre daha katıdır. Yürütme gücünü tek başına kullanan başkanın sabit bir süre için seçilmesi ve bu süre içinde düşürülememesi sisteme katılık getirmekte. Başkanın düşürülmesine ancak vatana ihanet, rüşvet gibi ağır suçlar nedeniyle istisnai olarak ve parlamentonun nitelikli çoğunlukla aldığı bir kararla olanak bulunmakta. Oysa, parlamenter sistemde gensoru yoluyla hükümetin düşürülmesi olanağı her zaman var. Başkanlık sisteminde Başkan ile meclis çoğunluğunun aynı siyasal partilerden olması durumunda sistemin kilitlenmesi olasılığı bulunmakta. Hem başkan, hem yasama organı seçimle işbaşına geldiklerinden bu tıkanıklığı çözecek mekanizma yok. Bu nedenle Latin Amerika ülkelerinde bu gibi durumlar askeri müdahalelere yol açmış. Türkiye gibi uzlaşma kültürünün zayıf olduğu ülkelerde sistemin kilitlenmesinin krize yol açma olasılığı yüksek.
Başkanlık sistemi toplumda kutuplaşmayı güçlendirir. Kazananın herşeyi aldığı, kaybedenin herşeyi kaybettiği bir sistem uzlaşıyı değil, kutuplaşma eğilimlerini teşvik eder. Parlamenter sistemde kaybeden partilere oy verenler mecliste muhalefet partileri tarafından temsil edilir. Başkanlık sisteminde ise kaybeden adaya oy verenlerin bu makamda temsil edilme olanağı yoktur. Parlamenter sistemde seçimi kaybeden partinin lideri muhalefet lideridir. Başkanlık sisteminde ise seçimi kaybeden aday hiçbir şey değildir. Siyaset dışı kalmıştır. Kazananın herşeyi aldığı, kaybedenin herşeyi kaybettiği bir sistem, Türkiye gibi kutuplaşma eğilimlerinin zaten güçlü olduğu ülkeler bakımından özellikle tehlikeli.
Başkanlık sistemi yürütme erkinin kişiselleşmesine neden olur. Yürütmenin parlamenter sistemdeki Bakanlar Kurulu gibi kollektif bir nitelik yerine tek bir kişide toplanması, hele Başkanın yetkilerini sınırlayacak denge- fren mekanizmalarının bulunmadığı ülkelerde, diktatörlüğe yol açabilir. Parlamenter demokraside yürütme, meclise, halka hesap veren bir organdır. Oysa, başkanlık sisteminde başkanın meclise hesap vermek gibi bir yükümlülüğü bulunmamakta. Demokrasinin yeterince kurumsallaşmadığı ülkelerde, başkanlık rejiminin başkanın keyfi yönetimini doğurduğu görülmektedir. Peru’da Fujimori, Arjantin’de Carlos Menem yönetimleri buna örnek.
Başkanlık sistemindeki en önemli fren-denge mekanizması bağımsız yargı. ABD’de yargı, demokrasinin bireysel hak ve özgürlüklerin en büyük güvencesi. Bazı yazarlara göre, “ABD’de demokrasiyi yargıçlar kurmuştur”. Başkanlık sisteminin otoriterliğe hatta diktatörlüğe yol açtığı Peru, Arjantin, Bolivya, Paraguay, Honduras, El Salvador gibi Latin Amerika ülkelerinde yargının Başkanın denetimi altına girdiğini görüyoruz.
Türkiye kurumsallaşmanın, demokrasi kültürünün zayıf olduğu, buna karşılık tek bir liderin arkasından gitme eğiliminin güçlü olduğu bir ülke. Yargının durumu ise ortada. Yargı bağımsızlığı diye bir sorun yok. Zaten iktidarın amacı da bu değil. Sorun yargıyı kimin kontrol edeceği. Başka bir önemli frenleyici etken olan basın özgürlüğü de Türkiye’de yok. Bu koşullarda başkanlık sisteminin Türkiye’de nasıl bir sonuç doğuracağı açık.
AKP’nin Anayasa Uzlaşma Komisyonu’na sunduğu başkanlık önerisi ise başkanlık sisteminde başkana ait olmayan yetkileri başkana veriyor. Bu bakımdan Türkiye’de başka bir yönetim sistemi değil bir rejim sorunu yaratıyor. Burada tercih Türkiye’nin başkanlık ya da parlamenter sistemle yönetilmesi arasında değil, demokrasi ya da diktatörlükle yönetilmesi arasında.
AKP önerisinde başkanın meclisi fesih yetkisi var. Oysa başkanlık sisteminde yasama ve yürütme organları arasındaki ayrılık mutlaktır. Birbirlerine karışmazlar. Gerçi meclisi feshedip seçimler yenilenince başkasının da yeniden seçime girmesi gerekecek. Ancak görev başındaki bir başkanın seçim kazanma olasılığının ne denli yüksek olduğunu ABD seçimleri gösteriyor.
Öneriye göre, başkanın görev süresi 5 yıl. İki dönem görev yapacak ancak seçim yenilenirse bir dönem daha görev yapabilecek. Başka bir deyişle, başkan parlamentoyu feshederek görev süresini 15 yıla çıkarabilecek.
TBMM seçimleriyle başkanlık seçimleri aynı gün yapılacak. Böylelikle ,başkan siyasal partisiyle özdeşleşiyor. Oysa, bu seçimlerin birbirinden ayrı olması gerekli.
Başkan “genel siyasetin yürütülmesine ihtiyaç duyulan konular” gibi çok geniş ve belirsiz bir alanda kararname çıkarma yetkisine sahip olacak. Başkanın veto yetkisi de çok geniş. Başkanın veto edip meclise geri gönderdiği yasaların kabulü için, üye tam sayısının beşte üçü gibi elde edilmesi güç bir çoğunluk aranıyor. Bu çoğunluğun bulunamaması ve ülkenin başkanlık kararının amaçlarıyla yönetilmesi yüksek bir olasılık. Böylelikle başkan yasama gücüne de sahip olacak.
“Başkan, HSYK’nın 22 üyesinden 7’si, Anayasa Mahkemesi’nin 17 üyesinden 8’i re’sen yani kendi kurumları aday göstermeden seçecek. Başkan bu yoldan yargı üzerinde de etkili olacak.
Başkan üst düzey kamu yöneticilerini atamak ve görevlerine son vermek yetkisine sahip olacak.
Bütün bunlara karşılık başkanın “impeachment” yani cezai sorumluluğuna karar verilmesi son derece güç. TBMM üyelerinin üçte iki çoğunluğu ile verilecek önerge ile soruşturma komisyonu kurulabilecek ve dörtte üç çoğunlukla Yüce Divan’a gönderme kararı alabilecek.
Yürütme, yasama, yargı erklerinin tek elde toplandığı bir sistemden demokrasi beklenemez.
Başkanlık sistemini isteyenlerin gerekçe olarak ileri sürdükleri tuhaf bir mantık var. Buna göre, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesiyle Parlamenter sistemden uzaklaşılmıştır. Bu çift başlı sistem yetki karmaşası doğurmaktadır. Buna çözüm olarak başkanlık sistemine geçilmelidir. Bu mantık şundan yanlış: Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini öngören 2007 referandumu, Anayasa Mahkemesi’nin çıkardığı Meclisin Cumhurbaşkanı’nı seçmesini olanaksız hale getiren anlamsız engeli aşmak için yapılmıştı. Anayasa Mahkemesi bu engeli çıkarmasaydı, bugün Cumhurbaşkanı Meclis tarafından seçilmiş olacaktı. Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi yanlış olmuş, bir yetki kargaşası yaratmıştır. Ama bu yanlışı başka bir yanlışla düzeltmeye kalkmak en büyük yanlış olur. Anayasa Mahkemesi’nden kaynaklanan engel artık geçerli olmadığına göre, yapılması gereken şey yeni bir anayasa değişikliği ile eski sisteme dönmek olmalı. Cumhurbaşkanı meclis tarafından seçilmeli. Mecelle’de de belirtildiği gibi, “mani zail oldukça memnu avdet eder” yani “engel kalkınca engellenen geri gelir”.
Bütün bu tartışmaların altında yatan temel sorun Türkiye’nin gerçek bir demokrasiyle yönetilip yönetilmeyeceği; AKP’nin Türk tipi başkanlık sisteminin popülist bir diktatörlüğe yol açacağı açık olmakla birlikte, başka bir başkanlık sistemi de, mevcut koşullar altında Türkiye’yi demokrasiden uzaklaştıracaktır. Buna karşılık sadece parlamenter sistemin korunması Türkiye’nin demokratikleşmesi için yeterli değildir. Bunun için katılımcı ve çoğulculuğa dayanan yeni bir demokrasi anlayışının yerleştirilmesine gereksinim bulunmaktadır.