Atatürk’ün kültür devriminin en önemli iki kesimine, dil ve harf devrimlerine bilgi yetersizliği yüzünden zaman zaman karşı çıkılıyor. Son günlerde bu durum bir kez daha yaşanmıştır.
Şimdi geliniz, bunlar üzerinde hep birlikte düşünelim.
Dil, toplumsal yaşamın kaçınılamaz sonucu ve vazgeçilemez aracıdır. Kısaca “dil olmasaydı, uygarlık olmazdı” (Aksoy, Ömer Asım, Dil Yanlışları, Ankara, 1980, s. 7) sözü, bilimsel bir gerçeği vurgulamaktadır. Öte yandan, bilindiği üzere, kendisinden başka diller ya da lehçeler türetilen kaynak dil, “anadil”dir. Sözgelimi, Almanca, İngilizce ve İsveççe için Germen dili; Fransızca, İspanyolca, İtalyanca ve Portekizce için Latince; Türkçe, Moğolca ve kimi dilcilere göre Japonca için Altay dili, “anadil”dir. Buna karşılık anadan, anneden, aile çevresinden, soyca bağlı bulunulan kimselerden öğrenilen dil, “anadili”dir ve her iki terim de kanımızca birleşik yazılmalıdır (aynı görüş: Püsküllüoğlu, Ali, Türkçe Sözlük, İstanbul, 2007, s. 124).
Bu ön bilgilerden sonra hemen belirtelim ki, anadil ve anadilini iyi bilmeyen ve özümsemeyen bir toplumun, sözgelimi, kendi alanım olan hukuk diline egemen olması olanaksızdır. Uygulamada bunun çarpıcı örnekleri yaşanmaktadır. Nitekim yasalarda savcıların işlemlerine ülkemizde “sonuç”, “görüş” yerine “karar” denilmesi, kaba bir çeviri yanlışının ürünüdür. Çünkü karar organı olmayan, iddia organı olan savcı, ulaştığı görüşü, sonucu, ilgiliye bildirir ve bunu arşive koyar, arşivler. O kadar. Bırakınız hukukçuları, bu durumu bir hukukçu olmadığı halde Gabriel García Márquez bile bilmektedir (Márquez, Gabriel García, (Emrah İmre), Yüzyılın Skandalı, Gazete ve Dergi Metinleri (1950-1984), İstanbul, 2021, s. 96).
Bu bilgilerin ışığında hukuk terimlerinin ve kavramlarının yanlış çevrilmesi ve kullanılması konularında da birkaç örnek daha vermek isterim.
Bunlardan birincisini mesleğimin ilk yıllarında yaşamıştım.
İlçenin pazarına rastlayan günlerden birindeydi. Uzak köylerin birinden gelen yurttaşımız, bana bir kâğıt uzatarak, “hem adamı takip ettiğinize karar veriyorsunuz, hem de beni hiç çağırmıyorsunuz” gibilerden bir şeyler söyledi. Baktım. Kâğıdın başlığında “adem-i takip kararı” yazıyor, sonuç kısmında da “… adem-i takibine karar verildi” diyordu.
Kendisine söven bir kişiden yakınmış olan yurttaşımız, sadece anadilini biliyor, ama Arapçayı ve tamlamasını bilmiyordu, elbette. Çünkü resmi dil Türkçeydi. Bu yüzden yazılanları “adamı takip ediyoruz”, yani kovuşturuyoruz olarak anlamış, bir süre beklemiş, ancak adliyeden hiç çağrılmayınca savcılığımıza başvurmuştu.
Kısacası, benden önceki meslektaşımın Osmanlı Türkçesi (OT), okuryazar da olsa, yurttaşımızı yanıltmış, itiraz hakkının yitimine yol açmıştı.
Açıkladım. Düş kırıklığı ile şaşkınlık arasında bocalayıp odamdan sessizce çıkıp gitti.
Yurttaşı yanıltan elbette bir hukukçuydu.
Ama neden?
Olasılıkla meslektaşım, yanında stajını yaptığı savcının işlemlerini, kullandığı dili olduğu gibi benimsemişti. Dolayısıyla bu türden yargısal işlemlerde kendisinin ne yazık ki hiçbir “düşünce payı” yoktu. Düşünerek öğrenme çabası olsaydı, elbette “kovuşturmama” ya da en azından “takipsizlik” diyebilirdi.
Bundan söz edilmediğine göre, acaba ortada ruhbilim terimleriyle “öykünme”nin (taklit, imitation, imitazione) de ötesinde bir “yanılsama” (mimétisme, mimetismo) mı söz konusuydu yahut da bir “zihinsel koşullanma” mı!?
Yeri gelmişken burada dil sorunumuz hakkında da bir ayraç açmak, özellikle anadilinin önemi ve mucizesi üzerinde durmak isterim.
Bir ABD’li öğrenci, üniversite öncesi öğrenimi sırasında evreni 72.000 sözcükle algılamaya başlamakta, onu Alman, Fransız, kısaca Avrupalı öğrenciler izlemektedir. Suudi Arabistan’da bu sayı 12.700’dür. Ülkemizde ise, üniversite öncesi bir Türk öğrencinin karşılaştığı bu sayı, 6.000 sözcüğün altındadır. Yani Suudi Arabistanlı öğrencinin yarısına bile ulaşılabilmiş değildir. Bunun anlamı açıktır: Üniversite öğrencisi bir Türk çocuğu, evreni aynı düzeydeki ABD’li öğrencinin ancak on ikide birine, Suudi Arabistanlı öğrencinin ancak yarısına ulaşabilen sözcüklerle, kavramlarla algılamakta, yorumlamaktadır.
Açık büyüktür. Bu açığı kapatmak zorundayız. Bunun yolu da bellidir: Yunus Emre’lerden esinlenerek, üretken Türkçemizin köklerine inerek Türk çocuğunu, onun beynini düşünmeye kışkırtan yeni sözcükler, terimler ve kavramlar üreterek beslemektir; Türk çocuğunu düşündürmeyen, ezbere zorlayan sözcüklerden Türkçemizi arındırmaktır. Deneyiniz, dikkat ediniz. Türk çocuğuna “tâ’lil” ya da “dedüksiyon” yahut da “istikra” ya da “endüksiyon” dediğinizde, sizi anlamayacak, sözlüklere başvurmak gereğini duyacak; beynini düşündürmeyen bu kavramları da ezberlemek zorunda kalacaktır. Ezber ise, beyni çürütür. Buna karşılık Türk çocuğuna “tümdengeliş” ya da “tümevarış” derseniz, beyninde hemen şimşekler çakacak, düşünmeye başlayacaktır. Düşünme ise, beyni besler, güçlendirir. Anadilin mucizesi ve dehası, işte buradadır.
Anadiliyle öğretilmeyen felsefe ve bilim, elbette hukuk da, ruhsuzlaşır, cansızlaşır, özsüzleşir. Geriye kalan iskeletin adı, artık bilim değil, insanı dünyaya yabancılaştıran ve sıradanlaştıran bir tekniktir. Böyle bir ortamda ise hukuk bilimiyle kotarılmış bir “kültürel topluluk” değil, artık sadece bir “doğal topluluk” vardır. O kadar. Oysa Türk hukukçusu, yaşadığı toplumun ve de çağın insanı olmak zorundadır.
Anadilimize, Türkçemize sahip çıkıp sarılalım; onu varsıllaştıralım, “baybay”lı, “tenkyu”lu Türkilizceyi kovalım. Dünün Osmanlı Türkçesine özenerek anadilimiz Türkçeyi küçümseyenlerin düştükleri tuzaklara, gülünçlüklere düşmeyelim. Ünlü dilcimiz Şemsettin Sami, bu türden yaratılan gülünç sözcüklerden birinin öyküsünü, türkülerimizde “balyemez” olarak geçen sözcükle ilgili olarak anlatır, ünlü sözlüğünde. Bu sözcük, bilindiği üzere, İtalyanca kaynaklıdır; Kuzey İtalya’da bir kasabanın adı olup, “Ballamezza” sözcüğünden türetilen “Balliemez” sözcüğünün halk dilimizdeki karşılığıdır. İşte bu kasabada üretilen eski bir silahın, top türünün adı, bizim halk diline, “balyemez” olarak geçmiştir. Merhum dilcimizin açıklamasına göre, bu sözcüğü, “Her şeyi Arapça veya Farsça bir kelime ile adlandırmayı sözde incelik sayan köhne yazarlardan biri tarafından ‘asel-i nemîhord’ (asel: bal, nemîhord: yemez) diye tercümesi meşhurdur.” (Şemsettin Sâmi, Kâmûs-ı Türkî [Temel Türkçe Sözlük], İstanbul, 1985, s. 90).
Bir insanın, özellikle de insanımızın anadilini küçümsemesi, elbette hem çok üzücü, hem de çok düşündürücüdür. İlle de yabancı sözcüklerle konuşmakta direnmek ise, unutmayalım ki, bir beyin hastalığıdır.
Sağlıklı bir dili; sözgelimi, düşündüren bir hukuk dilini tez elden yaratmak; buna da hukuk, özellikle yasa dilinden başlamak zorundayız. Nitekim Descartes, düşüncenin; Montesquieu ve Beccaria yasaların dilinin herkesin anlayacağı biçimde “açık ve seçik” (clarus et distinctus) olmasından söz etmişler; Montesquieu, bu konuda çocukların bile anlayabileceği Roma yasalarını iyi örnekler olarak göstermiş; Beccaria ise, ustasının görüşünü coşkuyla desteklemiştir (Montesquieu, Œuvres complètes, De l’esprit des lois, Paris, 1964, bölüm XXIX, n. 16; Beccaria, Cesare, (S. Selçuk), Suçlar ve Cezalar Hakkında, Ankara, 2020, n. V). Özellikle de suç (ceza) yasalarının dilinin herkesin anlayacağı, yorumu gerektirmeyecek biçimde kısa, özlü, yalın, anlaşılabilir, apaçık, sınırları belirgin ve kesin olması asıldır. Bu bir hukuk ilkesidir. Adı da suç hukukunda “Yasa’nın anlatımının kesinliği (lex certa) ilkesi”dir. Yasaların dilinin saydamlığı ve anlaşılabilir olması konusunda en çarpıcı örnek Fransız Yurttaşlar Yasası’dır (Fransız Medeni Kanunu). Bu Yasa’nın dili hakkında Stendhal’ın söyledikleri çok ünlü ve hepimiz için çok düşündürücüdür. Fransızcayı nasıl bu denli güzel kullandığını soranlara yazar, şu unutulmaz ve düşündürücü yanıtı vermiştir: “Her gün bir saat Fransız Yurttaşlar Yasası’nı okuyarak.”
Yasa kotarmak için elbette ilkin anadili iyi bilmek gerekir. Ancak elbette bu yetmez. Hukuk kavramlarını da iyi bilip özümsemek gerekir. Bu iki koşulu yerine getirecek nitelikte olmayanlar, aslında asla ceza yasaları yapamazlar. Çünkü “suçların yasallığı” ilkesi, özellikle de, “besbellilik” (lex certa) ilkesi uyarınca suçun yasal tanımında (tipiklik, tipicité, tipicità) yoruma açık sözcükler kullanılamaz. Ancak “yok yasa, yap yasa” kafasıyla ceza yasalarını düzenleyenlerin zaman zaman bu bilinçten yoksun oldukları görülmektedir. Bunun çarpıcı örneklerini genel ve özel birçok yasada görmek olanaklıdır. Sözgelimi, 1991/3713 sayılı “Terörle Savaşım Yasası” ve bu Yasa’nın “terör suçu”nu tanımlayan ve bir sayfanın üçte birini dolduracak uzunlukta ve çok ayrıntılı, kullanılan sözcükleri değişik yorumlara açık olan birinci maddesi, bu bilinçsizliğin en çarpıcı örneklerinden biridir. Bu yasal düzenleme karşısında aklınıza gelen bir eylemin bu maddeye girip girmeyeceğini yüz hukukçuya sorun, yüz ayrı yanıt alırsınız. Nitekim kamuoyuna sık sık yansıyan acılar da bu gerçeği kanıtlamaktadır.
Bugüne değin çıkartılan yasaların içinde bildiğimizce 1924 tarihli “Köy Yasası”ndan başka yasalarda bu ilkeye uyulduğu söylenemez. Bu Yasa’nın anlaşılır dille yazılmasının gerekçesi ise belli: O dönemde Osmanlı Türkçesiyle yazılan yasaları muhtarların anlayamayacakları kaygısı. Yasa yapıcısının özrü kabahatinden büyük! Keşke aynı kaygıyı bütün yasalar için yaşasaydı, yasama erki!
Son dönemlerde benimsenen kimi temel yasalarda yaşama girmiş yeni sözcük ve terimlere yer verilmişse de, “kasıt” yerine Hindistan’daki sınıf ayrılıklarını anlatan “kast” denilmesi gibi sözcüklerin yanı sıra, sözgelimi, yine kasıt kavramının tanımında görüldüğü üzere, cümle kuruluşlarının bozuklukları da dikkati çekmektedir.
Bunun en son örneği de şudur: T. Ceza Yasası’nın 123’üncü maddesine 12.5.2022 tarihli ve 7406 sayılı Yasa’nın 8’inci maddesiyle eklenen 123/A fıkrasında “bedenen izlemek” yerine, yalnızca Arapça sözcüklerle bütünleşebilen “-en” eki, Latin kökenli bir sözcüğe eklenerek “fiziken takip etmek”ten söz edilmiş, böylelikle sözde bir tür belirteç (zarf) türetilmiştir. Böylece anadilimiz Türkçe varsıllaşmak şöyle dursun, çarpıtılmıştır. Gerçekten yirmi birinci yüzyılda anadil bilincinden böylesi bir yoksunluğun ve çarpıklığın yasama erkinde bulunan altı yüze yakın okuryazar insanın gözünden kaçması, Türkçemiz adına utanç verici, üzücü ve bağışlanamaz bir dil ve dilbilgisi duyarsızlığının çok çarpıcı bir örneğidir.
Ülkedeki düzeni kuran temel yasayı, yaklaşık seksen yıldan bu yana “ana-yasa” diye adlandırmasına karşın, öbür yasalara günümüzde bile “kanun” demeyi sürdüren bir toplumda yaşanan bu tutarsızlık belki de çok olağandır, kim bilir!?
Arap alfabesinin, aşağıda değinileceği üzere, Arapça sevdasının hukukta yarattığı düş kırıklıklarını, çarpıklıklarını mesleğim boyunca sürekli yaşamışımdır.
Bu konuda yaşadığım en çarpıcı örneklerden birisi şudur: 1926/765 sayılı Eski TC Yasası’nın 188/3, 455, 459’uncu; 6123 sayılı Yasa ile değiştirilmeden önce 480 ve 482’nci maddelerinde geçen “birkaç kimse”; 193/2’nci maddesinde geçen “birçok kimseler” sözcükleri, 1889 tarihli Kaynak Yasa’da (md. 154, ayrıca 155/son, 157/2, 371, 375, 393 ve 395) “çok kişi” (più persone) olarak kaleme alınmıştı. 1930 tarihli İtalyan Ceza Yasası da (md. 339/1, 662, 589, 590, 594/son, 595/1) aynı doğrultudadır. Durum böyle iken bir çeviri olan TCY’de bir hukuk terimi, dolayısıyla kavramı olmayan bu sözcükler, “birden çok”, “birkaç” ve “birçok” olarak çevrilmiş, yani bir örnek olarak tutarlı biçimde çevrilmemiştir. Bu çeviri üzerine söz konusu sözcükler, Kaynak Yasa’ya başvurularak anlamlandırılacak ve düzeltici yorumla ele alınarak çözülecek yerde, ilkin Yargıtay Ceza Genel Kurulunun (YCGK) 19.3.1949 tarih ve 4/84-82 sayılı kararında “birkaç”, üç, “birçok” ise en az dört olarak tanımlanmış; daha sonraki kararlarla da bu anlamlandırmalar süreklilik kazanmıştır. Bununla da kalınmamış, Yargıtay'ın ulaştığı ve hukuk terimlerinin anlamıyla bağdaşmayan bu yadırganası görüşü, 1953/6123 sayılı Yasa değişikliğinde TCY’nin yoklukta sövme ve hakaret suçlarını tanımlayan 480 ve 482’nci maddelerinde “birkaç kimseyle ihtilat eder” sözleri, “İkiden ziyade kimseyle ihtilat eder” biçiminde değiştirilerek yasalaştırılmıştır. Yanlışlıklar bulaşıcıdır. Nitekim bu yanlışlık, bu noktada kalmamış, 2004/5237 sayılı son TCY’nin 125’inci maddesine de “en az üç kişiyle ihtilat” biçiminde yasalaşmıştır.
Bu gülünç yaklaşıma sıradan bir yanlışlık demek elbette çok güçtür. Bir sözcük çevirisinin bir hukuk terimine ve kavramına dönüşmesi, kaba bir yanlışlık olmanın da ötesinde, yalnızca bağışlanamaz bir güldürü değil, aynı zamanda bir dram, bir ağlatıdır da.
Yoklukta hakaret suçunu yargılayan bir yargıcın, yaşını başını almış iki tanığın, sanığın suçu işlediğine ilişkin tanıklıklarının ardından, tarafların anlamadıkları Osmanlı Türkçesiyle “ihtilat unsuru” oluşmadığı gerekçesiyle aklaması karşısında yakınanın neler kurguladığını varın siz düşünün!
Yine Yargıtay aşamasında yaşadığım çok çarpıcı örneklerden biri de aşağıdadır.
1926/765 sayılı Eski TCY’nin kamu görevlisinin önünde ve görevinden dolayı (m. 266) ya da görevi sırasında (m. 267) hakaret eylemleri iki ayrı suç olarak düzenlenmişti. Her iki suçun ortak ağırlaştırılmış biçimi ise, 269’uncu maddede yer almıştı. Bu son maddeye ve bu doğrultuda gelişen Yargıtay'ın görüşüne göre, hakaret, “cebir ve şiddet ve tehdit ile” yapılmışsa verilecek ceza artırılıyordu. Cezayı artırıcı nitelikteki bu maddede “ve” bağlacı kullanıldığı için üç eylemin, yani sövme, şiddet ve tehdit eylemlerinin bir arada gerçekleşmesi aranacak; kısaca yargılanan sanık, sözle sövecek ve tehdit edecek, bir de şiddet kullanacak, yani bugünkü yasal terime göre, kamu görevlisini ayrıca yaralayacaktı. Bu eylemlerden birini yapmadığı takdirde, sözgelimi, fail sövme ve tehditle yetinirse, ortak artırıcı nedeni düzenleyen Yasa’nın 269’uncu maddesinde “ve” bağlacı kullanıldığı için bu madde uygulanamayacak, ancak kamu görevlisine karşı sövme ve tehdit olmak üzere iki ayrı suç işlenmiş olacaktı. Buna karşılık üç eylem birlikte işlenirse, ancak o zaman 266 ya da 267’nci maddelere göre verilen ceza 269’uncu maddeye göre artırılacaktı.
Bu anlayışın ulaştığı çarpık sonucu ise şu idi: Eğer sanık, hakaret ve tehdit gibi iki ayrı suç işlemişse, kendisine verilen cezaların toplamı, üç ayrı suç, yani hakaret, tehdit ve yaralama suçları için verilen ağırlaştırılmış tek cezadan daha ağır olmaktaydı.
Bu akıl almaz çelişkiye yol açan da Yasa’da kullanılan “ve” bağlacıydı.
Ancak Kaynak Yasa’da yer alan 269’uncu maddenin karşılığı olan maddede ise “ve” değil, “ya da” (veya) bağlacına yer verilmişti. Dolayısıyla suç işlemeyi kışkırtan bu çarpık duruma son vermenin yolu, aslında çok kolaydı. Zira bunun için “düzeltici yorum”a başvurmak “ve” bağlacının yerine “ya da” bağlacını geçirmek yeterliydi. Nitekim Dördüncü Ceza Dairesi, bu yolda karar verdi.
Ancak Yargıtay CGK, “yerleşik” (müstakar) kararlara göre” gerekçesiyle eski görüşünde uzun süre direndi ve görev yaptığım dairenin düzeltici yorumla ulaştığı görüşüne katılmadı.
Bu akla ve mantığa aykırı yaklaşım üzerine 1926/ 765 sayılı Eski TCY’nin harf devrimi öncesi 1926 yılında Resmi Gazete'de Arap alfabesiyle yayımlanan ilk metin, Türk dilinin arınmasını ve zenginleşmesini sağlamak için Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumunun eski genel yazmanı ünlü dilcimiz Ömer Asım Aksoy’a sunulmuş; Merhum Aksoy, Arapça alfabede üç tür “vav” (v harfi) bulunduğunu; Eski TCY’nin Arapça alfabeyle kaleme alınan 269’uncu maddesinde geçen “vav”ın “ve” değil, “ya da” olarak yazılması gerekirken Yasa metninin Arap alfabesinden Latin alfabesine dönüştürülmesi sırasında bunun yanlış olarak “ve” biçiminde yazılmış olduğunu belirlemiş; aynı görüşü edebiyat araştırmalarıyla tanınan yazarlarımızdan merhum Hikmet İlaydın da paylaşmıştır.
İşte toplanan bu bilgilerin ışığında Arap harfleriyle yazılan metne göre Yargıtay CGK, görüşünü değiştirmiş, ancak böylelikle doğru uygulamaya başlanabilmiştir.
Arap harfleriyle yürürlüğe giren bu metni Latin harfleriyle kaleme alanlar, elbette Arap alfabesini çok iyi bilen uzman insanlardı. Buna karşın onlar bile yanılmaktan kurtulamamışlardı. Osmanlı döneminde ortaokulu (mekteb-i rüşdî) bitiren merhum babamdan biliyorum. Babam, Arap alfabesinin Arapçaya yatkın bulunduğunu ve Türkçede bulunmayan ve bu yüzden pek çok ayrıntıyı barındırdığını, dolayısıyla öğrenmenin ve yazmanın çok güç olduğunu sık sık söyler, bu yüzden yıllarca süren öğrenime karşın bu yazıya egemen olamadıklarından yakınır, yeni alfabenin Türk insanını bu tür yüklerden kurtardığını belirtirdi.
Yaşanan yukarıdaki bu son olay, Arap alfabesinin yalnızca yazmada değil, doğru okumada bile çok güçlüklere yol açtığını ve babamın sadece haklılığını ortaya koymamakta, çok kolay öğrenilen, buna benzer açmazlara yol açmayan harf devriminin ne denli yerinde olduğunu da kanıtlamaktadır.
O harf devrimi ki, Atatürk’ün gerçekleştirdiği Medeni Yasa’nın İsviçre’den alınmasıyla birlikte yapılan köklü iki büyük devriminden biridir. Bu yüzden herkesi şaşırtmıştır. Şaşıran devler arasında Jacques Derrida bile vardır. Bu nedenle harf devrimini “yazılı külliyatın ötesi/aşımı” (translitération) diye adlandırmıştır, ünlü düşünür. Evet, Arap harflerinden Latin harflerine geçiş, bir halk için sıradan bir harf çevirisi, aktarımı, değişimi değildir. Bir halkın ürettiği yazılı metinlerin, külliyatın da ötesine geçmedir, bunları aşmadır. Dolayısıyla köklü bir değişimdir. Bu yüzden de kültürel etkisi çok köklüdür. Zira bilindiği üzere, Latince kökenli “trans” ön eki çoğu kez “ötede”, “ötesinde”, “aşma”, “arasında” anlamlarına göre sözcüklere yeni bir anlam katmaktadır (Grevisse, Maurice, Le bon usage, grammaire française, Paris, 1969, s. 103; Robert, Dictionnaire alphabétique / analogique de la langue française, Paris, 1973, s. 1816; Dauzat / Dubois / Mitterand, Nouveau dictionnaire étymologique et historique, Paris, 1971, 759; Bailly, René, Dictionnaire des synonymes de la langue française, Paris, 1971, 590-592). Zira Derrida’nın bu ön ekle birlikte harf devrimi için bir terim olarak kullandığı “translitération” sözcüğünü, devrimin yol açacağı köklü kültür değişikliğini vurgulamak için özellikle seçtiği anlaşılmaktadır. Doğaldır bu. Ancak Fransız Devrimini, Aydınlanmayı, sanayileşme yüzyılını en acı ve derinden yaşamış bir ülkenin çocuğu, postmodern felsefenin büyük düşünürlerinden olan Derrida, iki önemli noktayı kuşkusuz bilmiyordu. Birincisi, harf devrimiyle Osmanlı dâhil bütün Türk dünyasındaki birikim yakılıp yok edilmek şöyle dursun, tam tersine Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi kültür kurumlarıyla birlikte bilim insanlarının incelemelerine sunuluyordu. İkincisi, büyük bir imparatorluk kurmuş olan Osmanlı’daki bilimsel düzeyi bilseydi, ünlü düşünür, kim bilir neler derdi? Belki harf devrimini bile yetersiz görürdü!?
Dil ve harf devrimlerine sataşanların bilgilerini gözden geçirmelerini, Mecelle ile Türk Medeni yasasını, Atatürk’ün Türk öğrenciler için –ki sataşanlar için de- yazdığı matematik kitabını okumalarını önemle salık veririm.
Prof. Dr. Sami SELÇUKEski Yargıtay Birinci Başkanı